Kumbaracı Yokuşu: Beyoğlu’ndan Tophane’ye Dimdik Bir Rota

Şanslıyız ki, İstanbul’da sayıları hızla artan binalara inat, tarihi dokusunu ve güzelliklerini korumaya devam etmekte direnen sokaklar, yokuşlar ve caddeler var. Ve belki de, zamanın bol olduğu bir günde yapılabilecek en güzel aktivitelerden biri bu sokakları keşfe çıkmak! Her köşenin eskiye dayanan hikayelerini dinleyip akıl almaz güzellikte bir görsel şölen yaşamak öyle keyifli ki, biz de böyle düşünerek, Kumbaracı Yokuşu’nu her detayıyla yeniden keşfettiğimiz bir rota hazırladık.

[[konum_1]]

IMG_20190412_175043
Kumbaracı Yokuşu: Beyoğlu’ndan Tophane’ye Dimdik Bir Rota

Beyoğlu ile Tophane’yi birbirine bağlayan Kumbaracı Yokuşu, kafanızı her çevirdiğiniz yerde sizi başka bir güzellikle karşılayan dimdik bir yokuş. İtalyan ve Rum mimarisinin örnekleri olarak nitelendirilebilecek sayısız apartman arasından inen bu yokuş, adını topçu ustası Humbaracı Ahmet Paşa’dan alıyor. İşin ilginç tarafı ise şu, paşanın asıl adı Ahmet değil, Kont de Bonneval. Kendisi Fransız asıllı bir asker. Kral XIV. Louis ile arası bozulduğu için önce Venedik’e, sonra da Osmanlı’ya sığınıyor ve burada Müslüman olmaya karar vererek adını değiştiriyor, sonrasında ise Humbaracı Ocağı’nı kuruyor. Humbaracı Ahmet Paşa’nın oturduğu yer Tophane’de olduğu için yokuş “Humbaracı Yokuşu” olarak bilinmeye başlıyor. Yokuşun ismi zamanla “Kumbaracı” olarak değişiyor.

IMG_20190412_175226
Lebon Pastanesi

Gelin, Kumbaracı Yokuşu’nu keşfetmeye tam girişte yer alıyor olması nedeniyle bir bakıma yokuşun kapısını aralayan Lebon Pastanesi‘nden başlayalım. İlk hizmet verdiği dönemlerde müdavimleri arasında Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Oktay Rıfat gibi sanatçıların da bulunduğu pastanede, çikolatalı pastadan rokoko’ya muazzam çeşitlikte seçenekler mevcut. Özellikle profiterolünün lezzeti ise herkesin dilinde. Yıllar önce, Lebon müdavimleri buradan “Chez Lebon, tout est bon” sloganıyla bahsedermiş. Yani, “Lebon’da her şey güzeldir.” O zaman biz de bu geleneğe uyum sağlayalım ve “Chez Lebon, tout est bon!” diyerek keşfimize devam edelim.

IMG_20190412_151531
Kırım Kilisesi

Yokuştan aşağı doğru indiğinizde bir süre sonra sağınızda kalan, etrafını çevreleyen yeşilliklerin arasından tüm ihtişamı ve şıklığıyla kendini belli eden Kırım Kilisesi‘nde sıra. Protestanlığı görünüşünden anlaşılan ve Kırımı’ı Anma Kilisesi olarak da bilinen yapı, Sultan Abdülmecit tarafından Kırım Savaşı’nı anmak için inşa ediliyor ve kilisenin çizimini Londra Adalet Sarayı’nın da mimarı olan G.E. Street yapıyor. Kilise o kadar güzel bir konuma sahip ki, fotoğrafını çekerken bahçesinden yapının en üst noktasına her detayı kareye dahil etmek istiyorsunuz.

IMG_20190412_151815
Kırım Kilisesi’nin İçi

Kırım Kilisesi’nin içi de, dışı kadar büyüleyici. Kapıdan içeri adımınızı atıp hemen sağınıza baktığınızda, kilisenin ruhani kimliği ile bütünleşen, Mehveş Demiren’in yaptığı “1314” adlı eseri göreceksiniz. 41 farklı renk tonunun 1314 adet seramik rozet yüzeyinde belirginleştiği eser, bir süre durup dikkatlice incelemeye değer güzellikte.

IMG_20190412_150144
Çınar Sahaf

Kumbaracı Yokuşu, yalnızca tarihi güzelliklerle değil, aynı zamanda sanat galerileri ve vintage dükkanlar ile dolu! Odağında mimari, sanat ve tasarımın olduğu The Circle‘dan, tasarladığı takılabilir heykeller ile birçok insanın hayatına dokunan Elçin Sümer’in yarattığı Sumerian‘a, burada sanatın farklı alanlarını keşfe çıkabilirsiniz. Yokuş aynı zamanda, ikinci el kıyafet, gözlük ve daha pek çok eşyayı bulabileceğiniz vintage dükkanlar ile dolup taşıyor. Aralarından özellikle Grandma Vintage, kırmızının baskın olduğu tatlı mı tatlı vitriniyle bizim en çok ilgimizi çekenlerden biri oldu. Yolunuza devam ederken, hemen sağda kalan Çınar Sahaf’a uğrayıp elinizi eski kitapların tozlu sayfalarında gezdirmeyi de unutmayın.

rhdr
Leb-i Derya

“Çok gezdik, biraz da yeni lezzetler tadalım” derseniz, söze Kumbaracı Yokuşu’nun adeta en bilinen simgelerinden biri olan Leb-i Derya‘dan başlamak gerekir. “Denize sıfır” anlamına gelen adından da anlayabileceğiniz üzere, burası belki de şehrin en güzel manzaralarından birine sahip. Leb-i Derya’nın çeşit çeşit mezelerini ve taze balık çeşitlerini denerken, İstanbul’un metruk binalarını seyredalabilirsiniz.

IMG_20190412_141256
Yeni Lokanta

Yemek için bir diğer alternatifiniz ise Kumbaracı’nın İstiklal Caddesi’ne yakın tarafında konuşlanan oldukça şık bir restoran, Yeni Lokanta olabilir. Mutfağın da, işletmenin de sahibi aynı kişi olduğundan ‘Chef Owner’ bir mekan olarak da tanımlayabileceğimiz restoranın şefi Civan Er. Vişneli Kısır’dan Nar ve Zahterli Humus’a, Zeytinyağlı Ayvalı Kereviz’den Zencefil ve Cevizli Havuç Ezmesi’ne, burada alışık olduğunuz Türk yemeklerinin hiç alışık olmadığınız ama leziz yorumlarıyla karşılaşıyorsunuz. Sözün özü, Yeni Lokanta size deneysel ve sıra dışı bir gastronomik deneyim vadediyor. Yeni Lokanta’ya gelip de neyi tatmadan dönmemeliyim derseniz, kesinlikle patlıcanlı mantı deriz! Antakya’nın tuzlu yoğurdu, zencefil ve karamelize soğanla birleşerek adeta harikalar yaratıyor.

IMG_20190412_134808
Yeni Lokanta

Restoran yalnızca lezzetleriyle değil, kendine hayran bırakan binası ile de etkiliyor sizi.

IMG_20190412_134622
Varuna Gezgin

Bilen bilir, Varuna Gezgin hem etkileyici hikayesi, hem de kuruluşunun ardındaki felsefe ile Kumbaracı Yokuşu’nun olmazsa olmazlarından biridir. Sırt çantalı gezgin temalı Varuna Gezgin, müthiş bir misyona sahip, Eskişehir merkezli bir cafe. Bugüne kadar 150’den fazla ülkeyi dolaşan gezgin Murat Fıçıcı’nın, tecrübelerini paylaşmak ve dünyanın dört bir yanından gelen gezginleri bir noktada buluşturmak amacıyla 2004 yılında açtığı cafe, seyahat gönüllülerinin destekleriyle gün geçtikçe büyümeye devam ediyor. Dünya yemeklerinden farklı coğrafyaların müziklerine eşsiz bir deneyim yaşayabileceğiniz bu cafeye mutlaka uğramalısınız.

Son olarak, uzun yıllardır Kumbaracı Yokuşu’ndan bu denli bahsedilmesinin belki de en önemli nedenlerinden biri olan Kumbaracı50‘den bahsedelim. Altıdan Sonra Tiyatro adlı grubun üyeleri tarafından kurulan bu tiyatro salonu, birçok topluluğun oyununa ev sahipliği yapıyor. Sahnenin programı her zaman çok renkli. Siz de gününüzü keyifli bir tiyatro seyri ile noktalamak isterseniz, programın detaylarına buradan ulaşabilirsiniz.

İlginizi çekebilir: İstanbul Flaneur’den Çiçek Pasajı

Her Gün Tiyatro: Kumbaracı50

karabahtli kardeslerin bitmeyen sen gosterisi

Kumbaracı50, ilk olarak 2009 yılında, ismini aldığı Kumbaracı Yokuşu 50 numarada kapılarını açıyor. Altıdan Sonra Tiyatro’nun destekçileriyle kurduğu Kumbaracı50’yi diğerlerinden ayıran en büyük özelliğinin “her gün tiyatro” anlayışı olduğunu düşünüyorum. Programa baktığınızda Pazar hariç her gün mutlaka bir performans var. Yiğit Sertdemir’in yazıp-yönettiği ve Altıdan Sonra Tiyatro’nun sergilediği özgün oyunların yanı sıra çeşitli tiyatro gruplarının da performanslarını burada izlemek mümkün. Benim için en güzel taraflarından biri ise sahnenin küçük ve koltukların numarasız olması. Böylece yer kısıtlaması olmadan istediğimiz açıdan oyunu seyredebilme ve kendimizi de oyunun bir parçası olarak hissetme şansımız fazlasıyla var. Bu kadar çok oyunu ve usta oyuncuları böylesine güzel bir ortamda seyretmenin tiyatro tutkunları için ne kadar özel bir heyecan olduğunu tahmin edebiliyorsunuzdur sanırım.

k50

Bu arada siz de fark ettiniz mi bilmiyorum ama benim de gördüğüm (ve ekşisözlük’te de çok güzel ifade edilmiş) bir detaya dikkatinizi çekmek istiyorum. “Kumbaracı50, yokuşu ince ve sanatsal bir zekayla tabelasındaki eğimli çizgiyle sembolize eden tiyatro”. Gerçekten bu tabelayı ve bu sembolü görmek için bile gitmeye değer bir yer. Kumbaracı50, daha salona adımınızı atmadan sizi sanatsal bir zekayla karşılıyor ve kendisiyle daha yakından tanışmanız için içeriye davet ediyor.

bekleme salonu

Aşağıdaki Şubat programında da göreceğiniz gibi oyunların birçoğu, sergilendiği günden beri adından çokça söz ettiriyor ve beni de en çok heyecanlandıran oyunlar arasında tabii ki, Sumru Yavrucuk’un oynadığı Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi ve Beyti Engin, Sevinç Erbulak ve Yiğit Sertdemir’in oynadığı Bekleme Salonu yer alıyor. Ben şimdiden bu oyunlara bilet almak için girişimlerde bulundum.

Tiyatro planınıza Kumbaracı50’yi dahil edecekseniz siz de elinizi çabuk tutun derim. Şimdiden iyi seyirler…

TARİH

ETKİNLİK

13 Şubat Perşembe

Öldün, duydun mu?

14 Şubat Cuma, 15 Şubat Cumartesi

Bekleme Odası

17 Şubat Pazartesi

Karabahtlı Kardeşlerin Bitmeyen Şen Gösterisi

18 Şubat Salı

Katilcilik

19 Şubat Çarşamba

Katilcilik

20 Şubat Perşembe

Bir Kurşun Deliğine Kaç İnsan Sığar?

21 Şubat Cuma, 22 Şubat Cumartesi

Tık… Tıkıdı… Tıkılap…

24 Şubat Pazartesi

Aktör Kean

25 Şubat Salı

Gerçek Hayattan Alınmıştır

26 Şubat Çarşamba, 27 Şubat Perşembe

Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi

28 Şubat Cuma

Ortak Bölenlerin En Büyüğü


Kumbaracı50 Adres:
Kumbaracı Yokuşu No:50 Kat:2 Beyoğlu / İstanbul

gercek hayattan alinmistir

Kumbaracı50’de sahnelenen oyunlarla ilgili detaylı bilgi için aşağıdaki yazılara göz atabilirsiniz:
Teoman Sercan Aktürk’ten “Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi
Deniz Odabaşıoğlu’ndan “Öldün, Duydun mu?
Dilek Tora’dan “Gerçek Hayattan Alınmıştır

Kumbaracı50’den “Gerçek Hayattan Alınmıştır”

Gerçek Hayattan Alınmıştır“ın bir sınıfın kendi içindeki çatışmasını, anne ve oğlun kuşak çatışmasını anlatan bir hikâyesi var. Yiğit Sertdemir, aynı zamanda yazarı olduğu oyunda, muhteşem bir performans sergiliyor. Elbette karşısındaki oyuncunun da Tomris İncer olduğunu özellikle üstüne basa basa belirtmeliyim. Bence Türk tiyatro tarihinin gelmiş geçmiş en karakteristik yüz ve sese sahip oyuncularından biri kendisi. Kendisini her zaman büyük bir hayranlıkla izledim ve tanışma fırsatım olduğu için de kendimi çok şanslı hissederim.

gercek hayattan alinmistir

Arif Akkaya’nın yönettiği, kesintisiz 90 dakika süren oyunda anne ile oğul arasındaki o bilinen sıradan ilişki yok. Aksine kararlı bir anlaşmazlık söz konusu. Yiğit Sertdemir’in yarattığı bu çatışma oyun başında sakin başlayıp, ortasından sonra kuvvetleniyor ve sonunda müthiş bir finalle noktalanıyor. Hatta oyunun sonlarına doğru Tomris İncer’in anlattığı anılar, seyirciye anne karakterini yavaş yavaş çözdürürken; bir yandan da Yiğit Sertdemir’in büründüğü karakterin çözümlendiği final sahnelerinde aslında normal bir anne-oğul ilişkisinin olmamasının nedeni veriliyor izleyiciye. Oyun boyunca iniş-çıkışlar, diyaloglar çok yerinde. Dinamik bir senaryoya sahip olan oyunda seyirci yer yer kendini kurguya kaptırıp yer yer gerçek hayattan alınan bu hikâyeye dışarıdan bir göz olarak bakma fırsatı bulup Antik Yunan Tragedyalarında olduğu gibi bir ‘’ARINMA‘’ yaşıyor… Bir anne-oğul ilişkisinde ne kadar farklı çatışma yaratılabileceğini ve oyun içinde oyunun nasıl olduğunu görmek için iyi bir seçim “Gerçek Hayattan alınmıştır”. Ayrıca oyunun ışık tasarımı da çok güzel, oyun boyunca ışıklar mekanda bulunan ampul ve fenerlerle Yiğit Sertdemir tarafından bizzat yapılıyor.

gercek hayattan alinmistir

Bir de oyundan sonra güzel bir şarkı kalıyor hafızalarda: “Rüzgâr Kırdı Dalımı Ellerin Günahı Ne?”

Unutmadan, oyun bir üçleme… Üçlemenin diğer oyunları “Barzo ile Konserve” ve “Dertsiz Oyun”.

Şimdiden iyi seyirler!

Kumbaracı Yokuşu No:50 Kat:2 Beyoğlu / İstanbul

 

Bildiğimiz Tatlara Yeni Dokunuşlar: Yeni Lokanta

Kumbaracı Yokuşu lokasyonu ve karakteristik dokusuyla benim için Beyoğlu’nun en özel noktalarından biri olabilir. Özellikle son birkaç yıldır yeniden bir canlanma geçiren bu bölgeye ismi gibi yeni bir sakin geldi. İyi ki geldi demek istiyorum çünkü uzun zamandır hiçbir mekan beni bu kadar mutlu etmemişti. Sanıyorum ki gerçek anlamda müdavimi olunacak bir mekan ile karşı karşıyayız.

Yeni Lokanta, Kumbaracı Yokuşu

Uzunca bir süre Changa ve Müzedechanga’nın şefliğini yürüten Civan Er’in şefi ve işletmecisi olduğu Yeni Lokanta, gastronomi dünyamıza yeni bir soluk getiriyor, yani isminin hakkını sonuna kadar veriyor. Müzedechanga’daki lezzet deneyimlerinden sonra Yeni’ye girerken beklentilerim haliyle yüksekti ve aradığımı fazlasıyla buldum diyebilirim.

yeni-mekan

Mekandan içeri girer girmez sizi ilk yakalayan müzikleri oluyor. İyi müzik kesinlikle yemek keyfini arttırıyor, buna eminim. Dekorasyon son derece sade ve ortam ferah. Servis çalışanları ise güleryüzle sizi karşılıyorlar. Kısacası yemek öncesi edindiğimiz ilk izlenimler gecenin devamında gelecek memnuniyetimizin ilk sinyallerini veriyor.

yeni-mantı

Menüdeki yemekler genel olarak tadım porsiyonlarında sunuma hazırlanmış. Bazı yemekleri büyük porsiyonlarda isteyebilirsiniz elbette ama işin keyfi her şeyden azar azar tatmakta yatıyor. Hatta dilerseniz doğrudan tadım menüsü de isteyebilirsiniz. Yeni’nin mutfağından neler çıkıyor derseniz aslında temeldeki her şey aşina olduğumuz lezzetlere dayanıyor. Mekan açılmadan önce uzun süre Anadolu’da seyahatler yapan Civan Er, yöresel pek çok lezzeti ve tekniği deneyimleme fırsatı bulmuş. Sonrasında da Yeni’deki harika menüyü yaratmış.

yeni-tatlılar

Lezzet gecemize kendi kurdukları ekşi mayadan yapılan ekmek ve tadı damakta kalan muazzam bir isli tereyağı ile başladık. Sonrasında denediklerimiz arasında asma yaprağında paçanga, demirhindili kuru patlıcan dolması, ılık barbunya püresi ile servis edilen cevizli Antep sucuğu, Antakya’nın tuzlu yoğurdu ile kuru patlıcanlı vejetaryen mantı, fırında patates salatası ile servis edilen hellimli köfte yer alıyordu. Tatlı olarak ise üzerinde isli dondurma ve bal olan muhallebili kadayıf kızartmasını denedik. Öğrendiğim yeni yorumlar üzerine bir sonraki gidişimde mutlaka yeşil erikli deniz börülcesi, zahterli humus ve Antep fıstıklı mozaik pastayı deneyeceğim. Bu yemeklerin her biri için dakikalarca konuşabilirim. Yakından tanıdığımız bu tatları böylesine güzel bir şekilde yeniden yorumladığı için şef Civan Er gerçekten pek çok övgüyü hak ediyor.

yeni lokanta – kokteyl

Güzel bir kokteyl menüsü de bulunan mekanda yemekten önce bir şeyler içmenizi tavsiye ederim. Farklı bir lezzet arıyorsanız Yeni veya Rind yaz aylarında özellikle iyi bir seçim olabilir. Klasiklerden gitmek isterseniz Cosmopolitan veya Bloody Mary de gayet başarılı. Yeni’ye sadece akşam değil bir öğle yemeğinde de gidip yeni tatlar deneyebilirsiniz. Pazar günü kapalı olduğunu da not düşelim.

Yeni Lokanta Adres: Kumbaracı Yokuşu No:66 Beyoğlu / İstanbul

Yeni Lokanta Telefon: 0212 292 2550

Beyoğlu Pastane Kültürü: Lebon ve Markiz’in Hikayesi

Günümüzde yerini 3. dalga kahvecilere bırakan pastane kültürünün İstanbul tarihinde ve şehrin kültür yaşamında oldukça önemli bir yeri vardı. Özellikle Levanten ve gayrimüslim azınlığın ikamet ettiği Pera bölgesi yani Grand rue de Pera, şehirde lüks tüketimin başladığı likörün, çikolatanın Osmanlı insanıyla tanıştığı bir konumdaydı. Bir patisserie veya brasserie’de dostlar ve aile üyeleriyle oturup bir şeyler içmek ve sohbet etmek bir hayli sınıfsaldı çünkü.

markiz1
Markiz Pastanesi, Dışarıdan | Fotoğraf: Karaoren.com

Şehirleşmenin, modernleşmeyle paralel ilerlediği 19. Yüzyılın sonlarında kahvehaneler dışında şehrin yeni bir sosyalleşme mekanı vardı artık, o da patisserie’ler… O dönem dışarıda sosyalleşmek, belki bir öğle yemeği yemek, dadılarının küçük hanım ve beyleri muhallebi yemeğe çıkarması, Fransız tatlıları ve çikolatalarından yiyerek tanıdık simalarla görüşme ve sosyalleşme imkanı, pek çok yenilik gibi yine varlıklı aileler, Avrupa görmüş gayrimüslim vatandaşlar ve yabancılar aracılığıyla şehre gelir. İstanbul’da bugüne kadar varolan pastane kültürünün, gayrimüslim unsurlar ve Doğu Karadeniz’den Rusya ve Polonya’ya gidip dönen ustalar ile ülkeye geldiği de söylenebilir.

Şehrin ünlü pastanelerinden konu açılınca ilk akla gelenler Lebon, Nisuaz, Baltzer, Savoy ve Markiz’dir elbette. Bugün yerinde olmayan bu işletmeler, her ne kadar tatlıcı olarak isimlendirilmişseler de Ali Muhiddin, Hacı Bekir türevi klasik “tatlıcılardan” oldukça farklıydı. Peki nasıldı bu “tatlıcı”lar? Kimlerin uğrak mekanıydı ve şehre ne katıyorlardı? Gelin, şehrin sosyo-kültürel yapısını yeniden şekillendiren, Pera ve çevresinin bugün bile “cool” kalmış çehresini oluşturan, her gün önünden geçip içeriye göz attığımız Markiz Pastanesi’nden ve onunla ilişkili olan Lebon Pastanesi’nden başlayalım.

Lebon Pastanesi

Lebon Pastanesi’nin Fransız Büyükelçiliği’nde pastacıbaşıyken ayrılıp sonra Mösyö Vallauri’nin şekerci dükkanında çalışan Eduard Lebon tarafından kurulduğu sanılsa da kayıtlara göre oğlu Mösyö Lebon tarafından kurulmuş olması daha da olası. 1850’lerde kurulmuş olan Lebon Pastanesi, İstanbul’un en ünlü davet, balo, pastane, şekerci, çay salonu ve lokanta mekanlarından biri olarak anılıyordu. Hatta o dönem ve sonrasında hafızalardan silinmeyecek “Chez Lebon, tout est bon” yani “Lebon’da her şey iyidir.” tekerlemesiyle dillere pelesenk olan bir motto’ya da sahipti. Lebon Pastanesi, Fransız drajeleri, bonbonları, şarapları, garsonları ve hizmet kalitesinin yanısıra Alexandre Vallauri tarafından tasarlanmış iç mekan dizaynı ile de hafızalarda yer edinmiş ve biricikliğini de uzun yıllar korumuştu. Limoges ve Havilland porselenlerinin, Degugis kristallerinin ve Christofle yemek takımlarının yanı sıra 1920’lerde Avrupa’dan getirtilen “Art Nouveau” fayans duvar panoları da Lebon Pastanesi ile bir bütün oluşturuyordu. 

Beyoğlu Pastane Kültürü | Fotoğraf: Pinterest.com

Şehrin modernleşme pratikleri açısından ilklere ev sahipliği yapan Pera’da Lebon Pastanesi öyle vazgeçilmez bir mekan olmuştu ki 19. Yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde edebiyat dünyamızın meşhur simalarının da uğrak yeri olarak anılıyordu. Ahmet Haşim, Tevfik Fikret, Abdülhak Hamit gibi edebiyatçılarımızın buluşma noktasıydı Lebon Pastanesi. Eskilerin Beyazıt Küllük Kahvesi, yerini her şeyiyle modern Fransız kafesi olan Lebon Pastanesi’ne bıraktı. 

lebonmenu
Lebon Pastanesi’ne ait menü| Fotoğraf: Fakultesanat.com

Ancak Lebon Pastanesi, Passage Oriental’da 1940 yılına kadar yerini koruyabilmiş, daha sonra ise Kumbaracı Yokuşu’ndaki yeni mekanına taşınınca da yerini bugün, boş ve hüzünlü gözlerle İstiklal’de önünden geçtiğimiz Markiz Pastanesi’ne devretmişti. Markiz Pastanesi, ünüyle Lebon Pastanesi’ni unutturup Pera’nın vazgeçilmez pastanesi ve buluşma mekanı olarak anılmaya başlanmıştı. 

Markiz Pastanesi

Markiz Pastanesi’nin Büyüleyici İç Mekanı | Fotoğraf: Karaoren.com

1940 yılına gelindiğinde Lebon Pastanesi, Avedis Ohanyan Çakır tarafından satın alınarak el değiştir ve adı Markiz Pastanesi olur. Çakır, burada ürettiği çikolata ve şekerlemeleri Paris’teki meşhur “Marquise de Sevigne” kalitesinde sunmak istediği için mekana “Markiz” adını verir. İç mekanda vitraylarla bütünleşen “Art Nouveau” seramik panoların mekana kattığı benzersiz hava, şehrin üst ve orta sınıf çevrelerini tatmin eden hizmet anlayışı, nefis tatlı, yemek ve çikolatalarıyla da yıllarca yerini muhafaza eder. Ancak 1980’lere gelindiğinde içinde bulunduğu Şark Aynalı Çarşı Pasajı, bir otomotiv şirketine satılınca kapanır. Kaderine terk edilen mekan 2003’te restore edilip yeniden açılır. Fakat birkaç yıl sonra farklı işletmelerce kullanılan mekan, isminden başka eski ihtişamlı günlerinden bir iz bırakılmamıştır. 2016 yılına gelindiğinde ise yeniden kapanır.

Şimdilerde hüzünlü ve terkedilmiş Markiz’in önünden her geçtiğinizde içeriye bir göz gezdirip, eski güzel günlerini hayal etmeye çalışıyorsanız, yalnız olmadığınızı bilin isterim.

Kapak Fotoğrafı: Fakultesanat.com

İlginizi çekebilir: Umut Hanioğlu’ndan İstanbul’un Art Nouveau Şaheserleri

Restoranlar Evde: Restoran Sektörüne Sahip Çıkan Kitap

Sevdiklerimizle muhabbetin derin, yemeğin leziz olduğu bir sofra kadar yaşamanın büyük bir şans, hayatın ise her şeye rağmen muhteşem olduğunu hatırlatan başka bir ortam var mıdır? Bu bir kahvaltı sofrası da olabilir, gün batımına eşlik eden rakı sofrası da… Tüm bu sofraların kurulduğu restoranlar bizi beslemekten, Instagram’a fotoğraf koymamızı sağlamaktan veya birkaç insan görmemiz için bize alan yaratmaktan çok daha fazlasını sunarlar. O upuzun sohbetlerin, uzun zamandır görülmeyen dostlara kavuşma anlarının, birbirinden güzel kutlamaların vazgeçilmez kesişim noktalarıdır restoranlar. Önceden hiç bilmediğiniz bir tadı bir restoranda deneyimlersiniz, yeni bir şarap markasını keşfedersiniz, gözlerinizi kapatıp “uzun zamandır bu kadar güzelini yememiştim!” diye geçirirsiniz bu kıymetli mekanlarda. Evde yemek pişirmeye üşendiğiniz zaman müdavimi olduğunuz mekana kaçarsınız. Bazen kavuşmaktır restorana gitmek, bazen ise tatlı bir kaçış. Düşünün bakalım, sizin en sevdiğiniz restoranlar hangileri?

Peki onlar olmasa ne yaparsınız? Onlarsız İstanbul sizin İstanbul’unuz olur mu?

Restoranlar Evde | Fotoğraf: Lisya Kalma

Restoranlar Evde

Restoranlar Evde | Fotoğraf: Lisya Kalma

Şimdi gelelim konumuza. Konumuz, bir süredir Ruhun Doysun hesabı üzerinden çok beğenerek takip ettiğim Cemre Torun’un müthiş projesi Restoranlar Evde. Projenin bu denli önemli olmasının nedeni, içerisinde çok kıymetli restoranların menülerinden harika tariflerin yer alması ve kitabın tüm gelirinin (baskı ve gönderim maaliyeti dışında) Covid-19 krizinden etkilenen restoran çalışanlarının yararına kullanılması.

İstanbul’un Tadı Tuzu 100+ Restorandan 100+ Tarif” konsepti ile yola çıkan bu kitabı sosyal medya üzerinden gördüğüm anda siparişi ettim. Nedendir bilmem evime gelince tatlı bir heyecan kapladı içimi. Her sayfasını hayranlıkla, özlemle inceledim. Lokantalar, balıkçılar, meyhaneler, kebapçılar… Hepsinin yemekleri ayrı bir renk katmış bu kitaba.

Kitabın içerisinde tariflerle birlikte yeme-içme sektöründe aktif rol alan, önemli kişilerin paylaşımları var; hepsini teker teker okudum. Restoranlar Evde’nin en çok da inanılmaz özenli olmasını sevdim; kullanılan fotoğraflar, tasarımı, tariflerin arkasındaki kısa hikayeler… Her detay titizlikle düşünülmüş ve ortaya harika bir iş çıkmış.

Restoranlar Evde | Fotoğraf: Lisya Kalma

Restoranlar Evde’de, 29’dan Sunset’e, Alaf’tan Aheste’ye, Zula’dan Fireroom’a, Markus’tan Lucca’ya, Pera Thai’den İnari’ye, Balat Sahil’den Balıkçı Sabahattin’e 100’ü aşkın restoranın birbirinden leziz tariflerini bulabilir, hepsini evinizde keyifle pişirebilirsiniz.

100’den fazla tarifi kısa zamanda denemem ne yazık ki imkansız ama Temmuz & Ağustos ayları için gözüme kestirdiklerim şöyle: Batard‘ın açıldığı günden beri en sevilen yemeklerinden Sanayi Pilavı, benim için şehrin bir numaralı Uzak Doğu restoranı Dragon‘un olmazsa olmazlarından Zencefilli, Taze Soğanlı Dana Eti, İstanbul’un en güzel caddesi Meşrutiyet Caddesi’nin gustolu sakini Aheste‘nin Pırasa Mücver‘i, Kumbaracı Yokuşu’nun biricik mekanı Yeni Lokanta‘nın Kuru Vişneli Pancar‘ı. Tarifleri evde yaptığım zaman, bu yemekleri şehrin güzel restoranlarında yemenin keyfinin ne kadar benzersiz olduğunu hatırlayacağım. O anlarda soframı paylaştığım sevdiklerime de bunu tekrar ve tekrar hatırlatacağım.

Restoranlar Evde | Cemre Torun

Restoranlar Evde son yılların en anlamlı projelerinden. Önce sevgili Cemre Torun’un sonra da projede emeği geçen herkesin eline sağlık!

Siz siz olun, Restoranlar Evde’yi bir an önce satın alın. Siz de yeme-içme sektörüne elinizden geldiğince sahip çıkın, sevdiğiniz mekanların ayakta kalmasını sağlayın.

Not: Karantina döneminde Metro Türkiye’nin küçük işletmeleri desteklemek amacıyla başlattığı “Küçük İşletmem İçin” hareketi de beni gerçekten çok mutlu etmişti. Metro’nun belirlediği kriterlere uyan 5000 adet küçük işletme kapılarını tekrar açtıklarında Metro Türkiye’den 5.000 TL’lik ürün desteği alacaklardı. Metro Türkiye sözünü tuttu ve bu proje işletmelere harika bir nefes oldu. Bunu da söylemeden geçmek istemedim.

Beyoğlu Kiliseleri: Hikayeleriyle Hayranlık Uyandıran Yapılar

Geçmişten bugüne, farklı dine mensup insanların, farklı kültürlerin buluştuğu ve hoşgörü içinde yaşadığı Beyoğlu’nun, eminim ki herkes için anlamı farklıdır. Ben de bugünkü ilhamımı, Beyoğlu’nun işte bu birleştirici ve kucaklayıcı yönünden alıyorum. Karşınızda, kimi ilgi çekmemek istercesine saklanmış, kimi tüm ihtişamıyla gözler önünde olan Beyoğlu kiliseleri ve yıllar öncesine dayanan tarihleri!

Beyoğlu Kiliseleri

Sent Antuan Kilisesi [[konum_1]]

Sent Antuan 2
Sent Antuan Kilisesi

Birçoğumuz, Beyoğlu’nda İstiklal Caddesi üzerinde, Galatasaray Lisesi’nden Tünel’e doğru ilerlerken hemen solda yer alan Sent Antuan Kilisesi’nin önünden geçmişizdir. Belki farkında bile olmadan yolumuza devam etmiş, belki de merak edip kilisenin içine göz atmışızdır. Şimdi sizleri, bu değerli kilisenin köklü geçmişine doğru bir yolculuğa çıkmaya davet ediyoruz. 1724 yılında inşa edilerek, Aziz Antoine adıyla kutsanan kilisenin tarihi aslında 1230’lu yıllara dayanıyor. Bu yıllarda rahipler, kurucuları Assisili Aziz Fransua adına, Galata yakınlarında bir başka kilise inşa ediyorlar. 1639 ve 1660 yıllarında iki kez alevler içinde kalan ve sonrasında gerçekleşen 1969 yangınından da mucizevi bir şekilde kurtulan Aziz Fransua Kilisesi, II. Mustafa tarafından camiye çevrilince, Pera’da yeni bir kilisenin yapımına başlanıyor. Tahmin edersiniz, bu kilise günümüzün Sent Antuan’ı.

Sent Antuan
Sent Antuan Kilisesi

Sent Antuan’ın hikayesi bununla bitmiyor… 1904 yılında yapılacak yeni tramvay yolu için kilisenin yıkılması gerekince, rahipler aynı cadde üzerine yeni bir alan aramaya başlıyorlar. 1906’da ise Mgr. Giovanni Borgomaneto tarafından yeni kilisenin çalışmaları başlıyor. Kilise, 1932 yılında Papa XI. Pius tarafından onurlandırılarak bazilika düzeyine yükseltiliyor. Sent Antuan, aynı zamanda İstanbul’un en büyük Katolik kilisesi olarak biliniyor. Kilisede yıl boyunca çeşitli ayinler ve özel gün kutlamaları gerçekleşiyor, tarih ve saat bilgilerine kilisenin websitesinden ulaşabilirsiniz.

Kırım Kilisesi [[konum_2]]

Sırada; Kumbaracı Yokuşu‘ndan aşağı doğru indiğinizde bir süre sonra sağınızda kalan ve her ne kadar etrafını çevreleyen yeşillikler ile bir gözükse de, onların arkadasından tüm ihtişamıyla kendini belli eden Kırım Kilisesi var. İngilizlerin Kırım Savaşı’nın ardından, Sultan Abdülmecit tarafından, 1868 yılında savaşın anısına yaptırdıkları Anglikan kilisesi olan Kırım Kilisesi, bu sebeple Kırım’ı Anma Kilisesi olarak da biliniyor. Açık olduğu saatler arasında ücretsiz olarak ve rahatlıkla gezebileceğiniz kilisenin çizimini Londra Adalet Sarayı’nın da mimarı olan G.E. Street yapıyor.

Fotoğraf: ajansuniversite.istanbul.edu.tr

İçi de, dışı kadar büyüleyici olan Kırım Kilisesi’nin kapısından içeri girdiğiniz anda hemen sağda, Mehveş Demiren’in ellerinden çıkan, “1314” adlı harika eser ile karşılaşıyorsunuz. 41 farklı renk tonunun 1314 adet seramik rozet yüzeyinde belirginleştiği eseri uzun süre hayranlıkla izlemeniz olası.

Santa Maria Draperis Kilisesi [[konum_3]]

Sent Antuan gibi, İstiklal Caddesi üzerinde Galatasaray’dan Tünel’e doğru giderken sol tarafta kalan Santa Maria Draperis Kilisesi için bir Fransisken kilisesi desek yanlış olmaz. Bunun için öncelikle Fransiskenler’den kısaca bahsetmek istiyoruz. 20’li yaşlarında eğlence düşkünü, zengin bir çocuk olan Francesco’yu tanımalıyız ilk olarak. Kendisi bir askeri seferde yakalanarak bir yıl kadar esir hayatı yaşadıktan sonra, hayata başka bir gözle bakmaya başlıyor ve İsa’nın yoksul olmasından yola çıkarak, herkesi yoksulluğa çağırmaya başlıyor. Maddi değerlere olan inancı yok oluyor, sürekli yolculuk eder bir gezgin yaşamı sürmeye başlıyor. İşte Francesco bu çağrıyı 1200’lerin başında yaptığında, onu takip edenler bir araya gelerek, Hristiyanlığın yeni tarikatı olan Fransisken topluluğunu oluşturuyorlar.

Santa Maria Draperis de bir Fransisken kilisesi, üstelik kendisi de takipçileri gibi gezgin bir hayat sürmüş. Şöyle ki; Fransiskenler ilk olarak 1453’te Sirkeci’de “Santa Maria” adlı bir kiliseye sahip oluyorlar, sonrasında ise Galata’ya taşınıyorlar. Kilise 1584 yılında Galata’da gerçekleşen yangında yok olunca, Fransiskenler’e derinden bağlı Madam Draperis adlı kişi, kilisenin yeniden inşa edilmesi için arsa bağışlıyor. 1590’lı yıllarda “Santa Maria Draperis” adıyla açılan kilise, 1660’taki yangında tekrar yanıyor. İnanmayacaksınız ama, yeniden yapılıyor ve  1678’deki yangında bir daha yanıyor. Bunun üzerine, kilisenin bir daha Galata civarına yapılmamasına karar veriliyor ve Beyoğlu’na taşınıyor. Şaka değil, burada çıkan yangında da yanıyor! Yeniden yapıldıktan sonra 1870’de bugünkü olduğu yerde yeniden yanıyor ama tekrar inşa ediliyor. Şu anki kilise, bu yangından sonra yapılan kilise. Gördüğünüz gibi, Santa Maria Draperis Kilisesi de, Fransiskenler gibi bir hayli fazla yolculuk ediyor. Böylesine değerli bir tarihe sahip olan kiliseyi siz de dilediğiniz zaman gezebilirsiniz, ancak kilise saat 18.00’da kapanıyor.

Aya Triada Rum Ortodoks Kilisesi [[konum_4]]

Adını “Kutsal Üçleme”den yani Hıristiyanlığın Kutsal üçlüsü olan Baba, Oğul ve Ruhul Kudüs’ten alan Aya Triada Rum Ortodoks Kilisesi, tam olarak Sıraselviler Caddesi ile İstiklal’in kesiştiği noktada bulunuyor. En büyük Ortodoks Rum kilisesi olarak da bilinen Aya Triada, ilk olarak sizi yemyeşil ağaçlarla dolu bahçesiyle karşılıyor. Kilisenin geçmişinin ise 1650’lere dayandığını söyleyebiliriz. 1672 yılında Patrik 4. Dionisios’un mezarlık yapmak amacıyla Mehmet Çelebi’nin 30 dönümlük tarlasını satın almasıyla başlayan süreç, yapının içerisine ahşap bir kilise inşa edilmesiyle devam ediyor. 1867’de yıkılan ahşap kilise yerine, şu anki kilisenin yapılmasına karar verilse de, yapım süreci yaklaşık 13 sene kadar devam ediyor.

Kutsal Haç Yortusu günü olarak da bilinen 14 Eylül 1880’de ibadete açılan kilise, son yıllarda büyük restorasyonlardan geçerek 2003 Mart ayında yeniden ibadete açılıyor. Son olarak, Aya Triada Rum Ortodoks Kilisesi’ni rahatlıkla gezebileceğinizi ancak içeride fotoğraf çekmenin yasak olduğunu söyleyelim.

Üç Horan Ermeni Kilisesi [[konum_5]]

Surp Yerrortutyun Ermeni Kilisesi olarak da bilinen Üç Horan Ermeni Kilisesi, Beyoğlu’nda bulunan bir Ermeni kilisesi. Yapım süreciyle ilgili detaylı bilgiye sahip olmadığımız kilisenin, 16. yüzyılda var olduğu söyleniyor. Kiliseyle ilgili günümüze ulaşan belgeler arasında, 1503’te yazılmış, “Üç Horan” adlı elyazması ve sultanın mührünün bulunduğu bir senet yer alıyor. 1805’te Surp Eçmiyadzin Çocuk Okulu’na çevrilen kilise, sonrasında yeniden kiliseye dönüştürülse de, 1810’da bir yangın geçiriyor. 1836 yılında ise Dolmabahçe Sarayı’nın da mimarı olan Garabed Amira Balyan’ın çabalarıyla yeniden inşa ediliyor. 1838’den beri ibadete açık olan kiliseyi dilediğinizde rahatlıkla gezebilirsiniz. 

İlginizi çekebilir: İstanbul’un 10 Tarihi Apartmanı ve Etkileyici Hikayeleri

Balat Sokakları: Tarihi Koklayacağınız Duraklara Yolculuk

Eminiz ki, Balat deyince hepimizin aklında başka şeyler canlanır: kimimiz tarihi dar sokaklarını düşünür, kimimizin gözünde iki ev arasına gerilmiş iplere asılı çamaşırların resmi belirir, kimimiz ise özellikle son dönemlerde bölgeye canlılık getiren tasarım dükkanları ve orijinal cafeleri hayal eder. İşte Balat’ın güzelliği ve zamansızlığı da tam olarak burada! Tek bir özelliği yok Balat’ın, belki de birçok kültürü aynı dönemde içinde barındırmış olmasının verdiği farklı ve özgün bir dokuya sahip. Gelin, her köşesi ayrı fotoğraf karesi olan Balat’ı, bu sefer de birlikte keşfedelim.

[[konum_1]]

Merdivenli Yokuş
Balat Sokakları: Tarihi Koklayacağınız Duraklara Yolculuk

Balat, İstanbul’un en eski yerleşim yerlerinden biri. Müslüman, Hristiyan ve Yahudilerin yüzyıllar boyu bir arada ve barış içinde yaşadığı Balat, tam da bu özelliğinden dolayı hem içerisindeki tarihi yapılar, hem de genel atmosferi itibariyle sonsuz bir çeşitliliğe ve özgünlüğe sahip. O günlerin izlerini hala sokaklarında yer alan cami, kilise ve sinagoglardan görebiliyoruz. Gelin, turumuza semtin ikonu niteliğinde, hepimizin gözdesi Merdivenli Yokuş’tan başlayalım.

rhdr
Merdivenli Yokuş

Adını iki yanındaki merdivenlerden alan Merdivenli Yokuş, şimdilerde Balat’ın fotojenik anlamda en ilgi çeken duraklarından biri. Yokuşun sol tarafında Fener Evleri (Konakları) olarak da bilinen, pastel renkli ve cumbalı evler yer alıyor. 17. ve 18. yüzyıllarda Rum aristokrat aileleri tarafından yaptırılan bu şirin evler, Unesco projesi kapsamında aslına uygun olarak yenilenmiş. Yokuşun sonunda yer alan Balat Cafe’den yukarı doğru devam ederek, Yuvakimyon Rum Lisesi’ne varıyoruz.

rhdr
Yuvakimyon Rum Lisesi

Bu listenin oldukça hüzünlü bir hikayesi var. 1850’li yıllarda Pera’da Rum kızlar için okullar açılmaya başlıyor. Ancak bu okullara pahalılık ve mesafe gibi nedenler dolayı Fener semtinde bulunan Rum ailelerinin kızları gidemiyor. Bu duruma çözüm getirmek amacıyla 1870’li yıllarda, Patrik II. Yoakim okulun yapımı için arsa bağışında bulunuyor ve çalışmalar başlıyor. Ancak maalesef, kendisi okulun tamamlandığını göremeden hayatını kaybediyor. Kendisinin yerine seçilen Patrik III. Yoakim, çalışmaları devam ettiriyor ve okul 1882’de eğitime açılıyor. Lise, iki patriğin ortak desteği sonucu yaratıldığından ‘Yoakimlerin eseri’ anlamına gelen “Yuvakimyon” Rum Kız Lisesi adı uygun görülüyor. Eğitim kalitesi sebebiyle 1900’lü yıllarda öğrenci sayısı bir hayli fazla olan lise, 1988’lere gelindiğinde öğrenci bulamıyor ve kapatılmak durumunda kalıyor.

Yuvakimyon Sergi 1
Yuvakimyon Rum Lisesi

Yer yer sıvaları dökülmüş duvarlar, eski sıralar ve tahtalar ile her köşesinde ayrı bir yolculuğa çıkacağınız bir deneyim yaşamak isterseniz, mutlaka Yuvakimyon Rum Kız Lisesi’nin kapısından içeri adımınızı atmalısınız.

Balat Monologlar Müzesi’ne bilet almak için tıklayın.

Özel Fener Rum Lisesi 2
Özel Fener Rum Lisesi

Liseyi geride bırakarak biraz ilerlediğimizde, karşımıza tüm heybetiyle Özel Fener Rum Lisesi, diğer adıyla Kırmızı Mektep çıkıyor. Yapının cephesinde Fransa’dan getirtilen kırmızı ateş tuğlalar ve ihtişamlı süslemeler yer alıyor. İki katlı bir kuleye sahip binanın granit detayları yakından görmeye değer.

Balat Kapı
Balat Sokakları: Tarihi Koklayacağınız Duraklara Yolculuk

Rotamıza devam ederken önünden geçtiğimiz Usturanca Sokak’ta birçok eski ve birbirinden farklı süslemelere sahip kapılar görmeye hazırlıklı olun. Her biri önünde fotoğraf çekme isteği uyandırıyor, sokak boyunca her adımda farklı bir hikayeye tanıklık ediyorsunuz sanki.

Kiremitçi Caddesi
Kiremit Caddesi

Geldik, Balat’ın en meşhur caddelerinden biri ola Kiremit Caddesi’ne! Yukarıda bahsettiğimiz Fener Evleri’nin bir kısmı da bu cadde üzerinde yer alıyor. Yeşil, turuncu, mavi, sarı… Bu iç açıcı evlerin karşısına geçip bir süre hayran hayran izlememek elde değil!

Vodina Caddesi
Vodina Caddesi

Kiremit Caddesi’nden sağa saptığınızda karşınıza çıkan Vodina Caddesi, adeta bir cafe cenneti. Cadde üzerinde nereler var derseniz, favorimiz olan Cooklife Balat, Artlokalist, Narissa Cafe, Fida Cafe, Vanilla Cafe, Pan-Cake House’u sıralayabiliriz.

Vintage Dükkan
Rage’N Roll

Vodina’nın bir alt sokağında ise vintage giyim ve eşya olanların tutkunu olacağı Rage’N Roll gibi dükkanlarla dolu olan Yıldırım Caddesi bulunuyor. Cadde üzerinde, Agora Antik gibi antikacıların yanı sıra; Brew Coffeworks, Cafe Naftalin, Primi, Maya Fener ve Kat Kat Balat gibi cafeler de görebilirsiniz.

Coffee Department
Coffee Department

Kürkçü Çeşmesi Sokak’ı unutmayalım! Balat favori mekanlarımızdan biri olan Coffee Department tam olarak bu sokakta yer alıyor. Farklı kahve aromaları tadabileceğiniz mekanda siparişinizin yanında, içtiğiniz kahveyle ilgili bilgi alabileceğiniz bir de kart veriliyor size. Coffee Department’ın yanında, Ahrida Sinagogu yer alıyor. İsmini kurucularının geldikleri Makedonya’daki Ohri kasabasından alan sinagog, Balat sinagoglarının en büyüğü. İçerisindeki teva, yani Tevrak okuma kürsüsü bir gemi pruvasını andırıyor. Bu özelliğin Nuh’un Gemisi’ni anımsattığını söyleyenler çok. Sinagogun tam karşısında yer alan, mavi minderli sandalyeleriyle oldukça sevimli Cumbalı Kahve’yi de, kahve molası için bir başka alternatif olarak listenize ekleyebilirsiniz.

Günü noktalarken, Baki Dede Sokak’ta ilerleyip Sancaktar Yokuşu Sokağı’na sapmak ve meşhur yuvarlak cepheli evi görmek isteyebilirsiniz. Yolu ikiye bölen ev, semtin önemli simgelerinden biri. Balat’ın bolca tarih kokan, biraz da bohem havasını iyice soluduktan sonra yolculuğumuzu sonlandırıyoruz. Keşifle kalın!

İlginizi çekebilir: İstanbul Flaneur’den Kumbaracı Yokuşu

Boğazkesen Caddesi: Rengarenk, Capcanlı, İç Açıcı!

Büyük bir heyecanla çıktığımız üçüncü keşif yolculuğumuzdayız. Birbirinden farklı hikayelere sahip, tarihi dokuları ve etkileyici mimarileriyle bizi büyüleyen yapıların arasından geçmeye, arada keyifli lezzet molaları vermeye ve yaşadığımız anları fotoğraflamaya devam ediyoruz. Bugünkü rotamızda ise Boğazkesen Caddesi var! Gelin bu renkli, tasarım ve yenilik dolu caddeyi baştan sona birlikte gezelim.

[[konum_1]]

IMG_1884
Boğazkesen Caddesi: Rengarenk, Capcanlı, İç Açıcı!

Öncelikle Boğazkesen Caddesi’nin isminin nereden geldiğiyle başlayalım. Bununla ilgili iki varsayım var. İlki, Osmanlı Devleti zamanında Kafkaslardan gelen Çerkezlerin bir kısmının Galata ve Cihangir civarında yerleştirilmesinden yola çıkıyor. O dönemde Çerkezlerin yerleştirildiği alanın hemen yan mahallesinin Arnavut Mahallesi olduğu biliniyor. Bu iki bölümde yaşayanları ayıranın ise İstanbul Boğaz‘ını güneyden “kesen” ve Galata’dan dik aşağı inen bir yokuş olduğu söyleniyor.

Bir diğer hikaye ise, o dönemde Arnavutların en meşhur kabadayılarından biri olan Ustra Kemal’in hikayesi. Yeni gelen Çerkezlere güç gösterisi yapmak için sürekli olarak onların mahallelerine girip emirler yağdıran Kemal, bir gün Çerkez Hasan adlı bir gencin saldırısına uğruyor. Kavganın yaşandığı sırada Kemal’in belindeki ustrayı alan Çerkez Hasan, Ustra Kemal’in boğazını kesiyor. Etraftaki diğer Çerkezler de ellerindeki kasaturalar ile Ustra Kemal’in adamlarını alt ediyor. (Semtte Kasatura Sokak adlı bir sokak da bulunuyor.) En sonunda, iki mahalle de boşaltılıyor; Arnavutlar Kemerburgaz’a, Çerkezler Silivri ve Tekirdağ’a yerleştiriliyorlar. Bu olaydan sonra bu bölgenin “Boğazkesen” olarak anıldığı biliniyor.

IMG_1885
Boğazkesen Caddesi: Rengarenk, Capcanlı, İç Açıcı!

Boğazkesen Caddesi’nin tarihine kısaca göz attıktan sonra, isterseniz biraz da günümüze dönelim. Çünkü cadde, o günden bugüne bir hayli değişime uğramış. Tomtom Mahallesi’nin yenilenmesi, senede iki kez burada gerçekleştirilen Tasarım Tomtom Sokak’ta Festivali ve birbiri ardına açılan tasarım butikleri, sanat galerileri, kafeler derken Boğazkesen Caddesi’ndeki renklilik ve canlılık da gün geçtikçe artıyor. Gelin, rotamıza İtalyan Lisesi, İtalyan Konsolosluğu ve Venedik Sarayı’nın da bulunduğu, adeta bir film seti güzelliğindeki Tomtom Kaptan Sokak üzerinden geçerek başlayalım ve kendimizi Boğazkesen’e atalım.

IMG_1879
Zanaat Atelye

Cadde boyunca yürürken, her kafanızı çevirdiğinizde farklı bir tasarım dükkanı veya sanat galerisiyle tanışmaya hazır olun. PG Art Gallery ve Russo Art Gallery bunlardan mutlaka uğramanız gerektiğini düşündüklerimiz arasında. Caddenin aşağısına doğru devam ettiğinizde sağınızda devasa bir taş yapı göreceksiniz. Sakın önünden geçmeyin, hemen adımınızı atın içeriye! Çünkü Zanaat Atelye‘ye geldiniz. Eski bir han kapısından geçip içeri girdiğinizde, Zanaat Atelye’nin yeşillikler içinde gizli bahçesiyle tanışıyorsunuz. Burada güzel bir Türk kahvesi molası verebilir, kuş seslerini dinleyerek huzuru hissedebilirsiniz.

IMG_1887
Zanaat Atelye

Zanaat Atelye yalnızca sessiz ortamıyla değil, hikayesi ile de fark yaratan bir mekan. 1868 yılında inşa edilen bina, bir dönem Fransız Saint Joseph Yetimhanesi ve sonrasında tütün deposu olarak hizmet verdikten sonra, şimdiki halini almış. Zanaat Atelye, 1947 yılından beri hem tarihi birçok yapının kartonpiyer kalıplarını biriktiren kartonpiyer ustası Kemal Cinbiz’in atölyesi, hem de bir kafe.

IMG_1880
Meşhur Tarihi Boğazkesen Taş Fırını

Devam etmeden önce, Meşhur Tarihi Boğazkesen Taş Fırını‘na uğramayı unutmayın. 1977 yılından beri hizmet veren fırının simitleri gerçekten çok meşhur. O kadar ki, daha fırını daha görmeden simit kokusunu alabiliyorsunuz. Simidinizi elinize aldıysanız, yola devam!

IMG_1882
Çiçek İşleri

Meşhur Tarihi Boğazkesen Taş Fırını’ndan aşağı doğru ilerlerken, birçok farklı tasarım dükkanıyla karşılaşacaksınız. Bu dükkanlardan biri olan Çiçek İşleri, her kapısından girdiğinizde size ayrı bir neşe verenlerden. O kadar renkli, o kadar cıvıl cıvıl bir yer ki! İsminin de bir o kadar güzel bir hikayesi var. Sahipleri, burayı ilk açtıkları dönemde tüm tasarladıkları ürünler için “Çiçek gibi oldu” ifadesini kullanıyorlar, bu söylem aralarında o kadar çok dile getirilmeye başlıyor ki, mekanın adını belirlerken bundan ilham alıyorlar. Ahşap sehpalardan masa örtülerine, puflardan saatlere burada sayısız hediyelik, orijinal eşya bulabilirsiniz.

IMG_1881
Boğazkesen Caddesi: Rengarenk, Capcanlı, İç Açıcı!

Boğazkesen Caddesi’nde yürürken, karşınıza böyle güzel manzaralar da çıkabiliyor. Tek yapmanız gereken, gözünüze takılanlara farklı açılardan yeniden bakmayı denemek.

IMG_1877
Vitruta

Şimdi Vitruta‘dayız. Özellikle sokaktaki hayattan aldığı ilhamla, sevilen markaları bir araya getiren, tatlı mı tatlı bir mağaza burası. Sizi iç açıcı vitriniyle karşılayan Vitruta’nın içinde rahatça gezinebilir, yağmurluklardan çantalara, rengarenk çoraplardan gözlüklere buradaki sayısız tasarımın arasında kaybolabilirsiniz.

IMG_1878
Vitruta

Vitruta’nın aynı zamanda minimal bir dekorasyona sahip, sessiz ve sakin bir cafe bölümü de bulunuyor. Buranın özellikle sumaklı avokado tostu bir harika, mutlaka denemelisiniz. Yanında bir de Melez Tea’nin farklı aromalı çay çeşitleri veya Coffee Department filtre kahveleri iyi gidebilir, ne dersiniz? 😉

Vitruta Bina
Yazıcı Zade Apartmanı

Vitruta yalnızca birbirinden farklı tasarım ürünleriyle değil, içinde bulunduğu tarihi Yazıcı Zade Apartmanı’nın ihtişamıyla da etkiliyor sizi. 1905 yılında inşa edilen ve tarihi dokusunun korunmasına özen gösterilerek restore edilmiş olan bina, şimdilerde bir rezidans olarak kullanılıyor.

IMG_1875
Yazıcı Zade Apartmanı

Asıl adı olan “Appartementa Yazidji Zade”nin görkemli kapısında yazdığı, şu anda ise Yazıcızade Residences olarak bilinen bu güzel binayla rotamızı sonlandırıyoruz ama yapacağımız yepyeni sokak keşifleri devam ediyor olacak. Takipte kalın!

İlginizi çekebilir: İstanbul Flaneur’den Kumbaracı Yokuşu

Türk Alman Kitabevi: Beyoğlu’nun Eskilerinden Kim Kaldı?

Türk Alman Kitabevi & Cafe, İstiklal Caddesi’nin yıllara meydan okuyabilmiş nadir ve bir o kadar da güzel kitabevi ve aynı zamanda cafesi… 

[[konum_1]]

Her bir duvarında tarih saklı desek yalan olmayacak bir yerdeyiz. 1950’lere dayanan bir mazisi var bu kitabevinin. Alman bir babanın oğullarına bırakmış olduğu, onların da severek, daha da geliştirerek koruyup sakladıkları bir yer burası. Türk-Alman Kitabevi… Adını duyunca beni gülümseten şirin mi şirin bir kitapçı ve aynı zamanda son yıllarda kafeye dönüşmesi sebebiyle hem bir şeyler yiyip içip hem de kitap karıştırabileceğiniz en güzel seçeneklerden biri!

Oldum olası Taksim’deki en sevdiğim yerlerden biridir kendisi, hep gittiğim fakat tarihine dair pek bir şey bilmediğim bir yer. Bu sefer giriyorum içeriye, sahibini soruyorum. Siparişimi alan çocuk yanıma gelip, Thomas’ın müsait olduğunda yanıma geleceğini söylüyor. Bense o sırada etrafı inceliyorum bir kez daha. Bir yere yalnız gitmenin artılarından biri de kesinlikle biriyle gittiğinizde dikkatinizi belki de hiç çekmeyen tüm detaylara hakim olabilmeniz, onları fark etmeniz.

Yaklaşık 20 dakika sonra Thomas geliyor, ben İngilizce konuşuruz diye düşünürken kendisi gayet güzel Türkçesiyle kendini tanıtıyor, ben bir şeyler soruyorum o da anlatmaya başlıyor. Türkçesi mükemmel bu arada! Kendisi aynı zamanda Alman liseli. Yani uzun zamandır İstanbul’da yaşıyor, “Anavatanım Almanya ama burayı da çok seviyorum” diyor.

Türk Alman Kitabevi Tarihi

Bu kitapevi 1955’te Thomas’ın babası Franz Mühlbauer tarafından kuruluyor. 2. Dünya Savaşı zamanında esir kalan, İran’a gitmek istediği için Türkiye’ye gelen, yer değiştirme planları yaparken Türkiye’yi çok sevdiği için kalmaya karar veren Franz Mühlbauer, kitabevini yine şu anki yerine yakın olan Kumbaracı Yokuşu’nda açıyor. Kitabevi şu anki yerine sonradan geçiyor. Kurulma amacı ders kitaplarına yönelik olan bu kitabevi, zaman içinde hala ders kitaplarını bulabileceğiniz ama yanı sıra kitap konusunda daha çeşitliliğe ulaşmış bir yer haline geliyor. Almanca kitap arayanlara duyrulur, burası tam size göre, adeta bir cennet! Son dört seneden beri cafe olarak da hizmet vermeye başlayan kitabevinde leziz seçenekler bulunuyor.

CE4C7805-161E-44DB-9930-114705334306
Türk Alman Kitabevi: Beyoğlu’nun Eskilerinden Kim Kaldı?

1991’de Franz Mülhbauer hayatını kaybediyor ve ondan sonra bu kitabevini oğulları yani Thomas ve abisi devralıyor. Kendisi Almanya’da mühendislik okuyup geri İstanbul’a gelmiş bu arada. Anlatırken gözlerinin içi parlıyor, burayı ne kadar çok sevdiği gözlerinden belli. “Zamansız bir yer yaratmak istedik, eskiyi koruyup modernleştirdik” diyen Thomas; duvarlarından tutun masalara, cafe özelliğinden tutun da sundukları seçeneklere kadar hepsini detaylıca düşündüklerinden ve çok ince çalıştıklarından bahsediyor. Gelenlere ne kadar çok rahat hissettirilmek istendiğinin her bir köşesinden rahatlıkla anlaşılabildiği bir yer burası. Hem çalışmak için hem kitap okumak için gelebileceğiniz, hem de arkadaşlarınızla buluşup güzel vakit geçirebileceğiniz bir cafe. Gerçekten de zamansız, modernliği yakalamış nadir eskilerden…

Buraya geldiğinizde tabii ki de pastalarından yemeden gitmiyorsunuz! En meşhur pastası “Bienenstich”, yani Alman pastası. Güzel bir kahve eşliğinde çok güzel gitmez mi? Bunun yanı sıra “Apfel Streusel” yani elmalı turta (ben bunu çok severim!), “kasekuchen” yani peynirli kek, “pistachio cheesecake” yani fıstıklı peynirli, “pflaumen kuchen” yani mürdüm erikli kek…  Hepsi aşırı güzel! Hangi tatlısı daha çok sevilesi insanı kararsız bırakan yer burası.

Tek önereceğim şey tatlı değil tabii ki. Burada denenmesi gereken şeylerden biri de Gulaschsuppe (dana etli macar çorba). Son olarak sadece çorbayla doymadığınız ihtimalinde, üstüne bir de Frankfurter yiyebilirsiniz! Kendisi çok lezzetli bir dana sosis olup, insanın yedikçe yediresini getiren cinsten. Bunların yanında da bira ya da şarap yudumlayabilirsiniz. Alkollü içeceklerin de bulunduğu bu kitabevi size daha ne sunabilir bilemiyorum. Neredeyse tüm mutluluğu dört duvar arasına sığdırmış!

Bazı mekanlar çok iyi hissettirir ve Türk Alman Kitabevi de kesinlikle onlardan biri… İstiklal’in çiçekli demirbaşlarından! Burayı böyle güzel muhafaza edip üstüne de kendilerinden bir şeyler katıp bize sundukları için, kendi adıma sahiplerine de çok teşekkür ederim!

Websitesi

İlginizi çekebilir: İrem Bali’den Loksandra Cafe