Rave Kültürüne Dair Kitaplar: Velocity Press’in İlginç Seçkisi

Rave ve kitaplar… Bu beklenmedik ikili İngiliz yayıncı Velocity Press’in mağazası açılışından önce mutlaka okunması gereken beş kitabı seçmesiyle bir araya geliyor. İngiliz dans müziğinin tarihi ve Spiral Tribe’a içeriden bir bakışa rave kültürü ve tarihine dair pek çok detayı içeren bu seçkideki kitapların her birinin seçilme nedeniyse Velocity Press’in Dazed magazine verdiği röportaja göre şu şekilde:

Join The Future, Matt Anniss: 1990’ların başlangıcından beri İngiliz dans müziği, ağır bas basların baştan çıkarıcı gücünün esaretindeydi. Bu, hardcore, orman, davul ve bas, dubstep, UK garage ve grime dahil olmak üzere İngilizlerin öncülük ettiği bir dizi türün önemli bir bileşeni. Kitap, her şeyi başlatan sesin köklerinin, kökenlerinin, gelişiminin ve mirasının izini sürüyor: elektronik dans müziğinin ilk belirgin İngiliz biçimi olan bleep tekno.

Tape Leaders, Ian Hellıwell: Zengin resimli bir özet biçimindeki Tape Leaders, elektronik sesle ve onun Büyük Britanya’daki kökenleriyle ilgilenen herkes için vazgeçilmez bir başvuru kılavuzu.

First Floor Vol, Shawn Reynaldo: Deneyimli elektronik müzik gazetecisi Shawn Reynaldo’nun elektronik müzik ve kültür üzerine geniş düşüncelerini paylaştığı haftalık bir haber bülteni olan First Floor, sistemik konulara özel olarak odaklanarak çağdaş elektronik müzik kültürüne incelikli, geniş kapsamlı bir bakış sunuyor.

Out Of Space, Jim Ottewıll: Glasgow’dan Margate’e, oradan da Manchester, Sheffield’e ve Coalville ve Todmorden gibi alışılmadık dans müziği merkezlerine kadar bu kitap, elektronik müziğin nerede geliştiğini ve bundan sonra nereye gidebileceğini haritalandırıyor.

A Darker Electricity, Mark Harrison: Spiral Tribe’ın kurucu ortağı ve görsel sanatçısı Mark Harrison, göçebe yolculuklarını, popülerliklerinin ve kötü şöhretlerinin hızla yükselişini Londra’daki küçük gecekondu partilerinden devasa depo partilerine dek tüm detaylarıyla anlatıyor.

Kafka İlk Kitap Ödülü: Taze Yazarlar İçin Yeni Bir Ödül

“Kafka İlk Kitap Ödülü” yeni yazarlar keşfedip edebiyatımıza katkıda bulunmak amacıyla Kafka Kitap tarafından düzenleniyor.

2024 yılında Latife Tekin, Ayfer Tunç, Sema Kaygusuz, Deniz Yüce Başarır ve Mahir Ünsal Eriş’in jüri üyeliğini üstlendiği organizasyonda bu yılın ödülü roman dalında sunuluyor ve 18 yaşından büyük, daha önce yayımlanmış bir edebi eseri bulunmayan herkesin katılımına açık! 15 Mayıs 2024’e kadar başvuru yapılabilecek olan Kafka İlk Kitap Ödülü için yalnızca daha önce yayımlanmamış eserler değerlendiriliyor. Eylül 2024’te sonucun açıklanacağı organizasyonun, takip eden aylarda yapılacak törenle kazananı ödülüyle buluşturması ve eser aynı yıl içinde Kafka Kitap’tan yayımlanarak edebiyat severlerin beğenisine sunulması planlanıyor. “Kafka İlk Kitap Ödülü”ne dair daha çok bilgiyi buraya tıklayarak edinebilirsiniz.

Gilmore Girls Triosu: Kitap, Müzik ve Kahve!

Her şey doğum günümde arkadaşımın bana bir yemek kitabı almasıyla başladı. Bir yemek kitabı ne kadar romantik olabilir ki değil mi? Ama konu Gilmore Girls olunca her şey mümkün. Küçük bir parantez açarak yazıya başlamak istiyorum çünkü bu yazı yemek kitabıyla başlayan ama ana yemekle devam etmeyen bir yazı olacak. Gilmore Girls dizisiyle hayatının bir zamanında kesişen biriyseniz, Lorelai’ın “coffee coffee” çılgınlığına veya tüm abur cuburları doldurdukları Rory (Alexis Bledel) ve Lorelai (Lauren Graham) film gecelerine şahit olmuşsunuzdur. Luke’un yeri, Sookie’nin mutfağı, Emily’nin cuma akşamı yemekleri derken; bilinen bir gerçek vardır ki Gilmore Girls izleyenler için yemek çok önemlidir. Kristen Mulrooney tarafından kaleme alınan ‘Gilmore Girls: Resmi Yemek Kitabı’ da tam olarak Gilmore’ların tattığı lezzetlere iç geçiren bizlere sunulan bir hediye. Burada bu küçük parantezi kapatalım ve gençlik yıllarımızda hayallerimizi süsleyen bu hikayeye bir de 30’lu yaşlarımızda bakalım istiyorum. 

Gilmore Girls bir büyüme hikayesi. Bir anne kızın birlikte büyüme hikayesi hatta. Büyüme hikayeleri her zaman izlerken bize kendimizi iyi hissettirir. Çünkü karakter, olgunlaşır ve kendiyle, çevresiyle ilgili konuları çözer. Bu da biz izleyenlere her zaman umut verir. Sonuçta karakterin başına her ne kadar kötü şeyler gelse de izlerken zamanın her şeye iyi geldiğini görürüz. Bu tarz hikayelerde karakterin hayatı anlatılıyor gibi olsa da biz akıp giden zamanı izleriz. Zamanla değişenleri, zamanla gelişenleri ve umudun asla bitmemesi gerektiğini… Gilmore Girls’e şimdi tekrar bakıyorum da, gençlik yıllarımda hayallerimi süslemiş, beni umutlandırmış masalsı bir büyüme hikayesiymiş. Rory’nin büyüme hikayesi gibi görünse de biz Lorelai’ın da büyümesine şahit olmuşuz. O sırada aynı zaman bizi de büyütmüş…

screen-shot-2021-01-18-at-15-36-20-992x877
Gilmore Girls: Lorelai ve Rory | Fotoğraf: Bustle

Zamanında CNBC-e’nin olduğu o kutsal zaman diliminde izlemeye başlamıştım Gilmore Girls’ü. Dizi her genç kız gibi benim de her zaman yaşamak istediğim bir kasabayı ve bir anne kız ilişkisini anlatıyordu. Gilmore Girls ve o büyülü kasaba Stars Hollow, çoğu gibi benim için de güvenli bir liman, evimin en sevdiğim koltuğu, bıkmadan usanmadan okumaya devam ettiğim o kitap, dışarıda hava soğukken evde battaniye altında içtiğim sıcak kahve gibi olmuştu. Aradan yıllar geçmesine rağmen hala öyle olduğunu birkaç ay önce tekrar izlemeye başladığım ilk bölümde anladım.

bd051b12673aae6da9d488e767ac8f5463-22-gilmore-girls-lorelai-rory-2x-h473-w710
Gilmore Girls: Rory ve Lorelai | Fotoğraf: Vulture

İlk izlediğim yıllarda yaşıma en yakın olan Rory ile bağ kurarken, şimdi Lorelai’ın yaşında olduğumu fark ediyorum ve hikayeye bambaşka bir açıdan bakıyorum. Bir kızın annesiyle olan ilişkisine özenirken, şu an Rory gibi bir kızım olsa nasıl davranırdım diye düşünürken buluyorum kendimi. Galiba zaman sandığımızdan da hızlı akıyor ve her şey değişiyor.

Bir yemek kitabı sayesinde tekrar ekran başına kurularak; bir kış mevsiminde, boş bulduğum her anımda 7 sezonu ve yıllar sonra yayınlanan son sezonu izlemek, bu süre içerisinde Stars Hollow’da olmak gerçekten muhteşem hissettirdi. Uzun zamandır kelimelerle aramı düzeltmeye çalışırken, imdadıma yetişen Rory ve Lorelai ikilisine ve yıllara meydan okuyan Gilmore Girls hayranlarına kısa bir hatırlatma, yüzde bir gülümseme bırakmak için biraz Stars Hollow’a yolculuk yapmak güzel olur diye düşündüm.

Not: Yazının bundan sonrasında diziye ilişkin detaylar olabilir, spoiler konusunda uyarmak isterim;

146a111d94f943bdfd1b45d93e98342e97-03-gilmore-girls-2x-rhorizontal-w710
Gilmore Girls: Emily ve Richard Evi/ Cuma Yemeği Sahnesi | Fotoğraf: IMDb

Bu nostaljik ziyarette tüm karakterleri ayrı ayrı incelemek isterdim ama, galiba diziden en sevdiğim üç karaktere sarılmak istedim. Bunlar Rory ve Lorelai değil, zaman zaman yakın zaman zaman da çok uzak hissettiğim bu anne kızla farklı bir ilişkim olduğu doğru, ama burada bu kez konumuz onlar değil. Diziye ilk girdiği andan itibaren hiç sevemediğim Dean veya Logan’ın konusunu bile etmeyeceğimi söyleyerek, elbette bu isimlerin sadece cuma yemeklerinde kabul edebildiğim Emily ve Richard ikilisinin de olmayacağını söyleyebilirim. Peki bu isimler kimler mi? Şüphesiz ki bir Stars Hollow sakini olsam asla çıkmak istemediğim yerin sahibi, asabi Luke (Scott Patterson), müzik zevkine, arkadaşlığına ve inadına hayran olduğum Lane (Keiko Agena) ve kitaplarla arası her zaman iyi olan, asi, entellektüel Jess (Milo Ventimiglia)!

Gilmore Girls izlemeden, bir saatliğine Stars Hollow’a taşınmak nasıl olur?  Bence biraz müzik, güzel bir kitap ve Luke’un tarifine göre bir kahveyle mümkün.

6eee2c5ff59240456d66a003993ded2c
Gilmore Girls: Lane Kim | Pinterest

Bir süredir Spotify’da dinlediğim tek liste, Lane’in parkelerin arasında sakladığı o renkli müzik dünyasının ganimetlerine ulaştığım derleme. Annesinin kurduğu, soğuk, kahverengi ve kurallarla örülü o evde dolabının içine kurduğu renkli odası ve gizli sığınaklarında sakladığı David Bowie’den The Clash’e uzananan müzik karnavalına yakından bakmak isterseniz diye linki de buraya bırakıyorum.

Ne de olsa eski anılara bizi en çabuk sürükleyen şey müziktir, o halde neden bu notalar bizi kendi evimizden, Lorelai’ın garajına ya da Kim’in evine taşımasın değil mi?

dave_lanekim
Gilmore Girls: Dave ve Lane | Fotoğraf: 3. Sezon/9. Bölüm Sahnesi

Dizide müziklerle bağı olan sadece Lane ve grubu yoktu elbette. Lorelai, Rory, Jess.. kendi müzik zevkleriyle dizinin pek çok bölümünde, sadece cümleleriyle değil dinledikleri albümlerle de karakterlerinin çerçevesini belirlediler. Hatta bazı sahnelerde çalan müzikler öyle güzel seçilmişti ki, gençlik aşklarının en güzel tasvirlerine şahit olmuştuk. Jess ile Rory arasında uzun süre beklenen ikinci ilk öpücük sahnesinde çalan ‘Let The Games Begin’ şarkısı, bu ikilinin sürekli olarak birbirleriyle atışarak başlattıkları bu tatlı aşk hikayesinin ruhunu çok iyi yansıtıyordu. Bir başka bölümde karşımıza çıkan, David Bowie imzalı ‘The Man Who Sold the World’ şarkısının eşlik ettiği, Lane ve Dave’in ilk öpüşme sahnesi de dizinin en klasik sahnelerinden biri olmuştu. Bu ikilinin müzik aşkını ve tüm yasaklara rağmen grup kurmasını düşündüğümüzde, bu duruma Bowie’den başkası yakışmazdı doğrusu.

1lb9ezoakfx-3dyuwzwzksa
Gilmore Girls: Jess Mariano | Fotoğraf: Pinterest

Müzik listemiz hazırsa, sırada Jess Mariano’nun elinde gördüğümüz, biraz olsun bu karakterin gizemine hayran olan bir izleyicisiyseniz de fazlasıyla merak ettiğiniz kitapların listesine bakma zamanı gelmiş demektir. Hayran olduğu yazarların yanı sıra Rory’den etkilenerek okumaya başladığı ve sürekli alıntılar yaptığı kitaplarının yer aldığı bu liste, benim gibi film/dizi karakterlerini okudukları kitaplara göre içselleştiren izleyicilere göre mükemmel bir detay.

Dizide konusundan hiç bahsedilmeyen ve keşke gerçekte var olsa ve okusam dediğimiz Jess imzalı kitabın haricindeki diğer kitaplara ulaşacağınız bu liste Stars Hollow’un istenmeyen genci hakkında fikir sahibi olmamızı sağlıyor. Rory’nin okulu bıraktığı dönem Jess’in isyanında olduğu gibi, “Sen kimsin Rorry? Kendine ne yaptın?” şeklinde diziyi izliyorsanız eğer; Logan’a ve Dean’e olan bağlılığını kabul edemediğiniz Rory’e tekrar tekrar sinirleneceğinizi söyleyebilirim. Yaşım 30’larının ortasına gelse bile, bu konudaki hislerim hala lise çağlarında yaşıyor sanırım. İçimdeki Jess-Rory romantizmini bitiremiyor, bir yemek kitabından konunun buralara nasıl geldiğini tekrar ve tekrar sorguluyorum.

rory-and-jess-gilmore-girls-1632082708
Gilmore Girls: Rory ve Jess | Fotoğraf: 6. Sezon/ 8. Bölüm Sahnesi

Fonda çalacak müziği Lane’in arşivinden belirledik, Jess’in kitaplığından da okunacak kitabı seçtiysek eğer eksik olan tek şey; bu ikiliye eşlik edecek güzel bir kahve demlemek oluyor!

Burada yazının başında da bahsettiğim yemek kitabına başvurmakta fayda var, Lorelai’ın da devamlı olarak söylediği gibi Luke’s kahvesi bir başka. Tarif kitabında anlatılan, kahve demleme yöntemine kısaca burada yer verebilirim diye düşünüyorum. Ama Luke’s spesiyal omletini ya da Sookie’nin sihirli risottosunu denemek istiyorsanız, en yakın kitapçıya doğru yola çıkmanın tam vakti.

“Her 180 ml su için tepeleme bir kepçe (ya da yaklaşık 2 yemek kaşığı) çekilmiş kahve, artı demlik için de fazladan bir kepçe kullanın. Siz de Lorelai gibi kahveyi sert seviyorsanız o fazladan kepçe, aradığınız tada ulaşmanızı kolaylaştıracaktır. Özel bir tat için, çektiğiniz kahveye pişirmeden önce 1/4 çay kaşığı kadar tarçın ya da muska ekleyerek farklı bir derinlik ve yumuşaklık katabilirsiniz”

original-1498748624
Gilmore Girls: Luke / Mekan: Luke’s | Fotoğraf: Comunicaffe.com

Gilmore Girls’ün Luke’un yerinde başlayıp orada biten hikayesi gibi, Luke tarzı demlediğim kahvemle başladığım yazının sonuna yeni bir fincan kahveyle geliyorum. Lorelai gibi kar kokusunu hissedip, kışın soğuğunu içime çekmek, mahalleye çıktığımda tıpkı Stars Hollow’da olduğu gibi sürekli bir festival havasıyla etrafı donatan komşularımla karşılaşmak isterdim ama, maalesef kar yağarsa trafikte sıkışacağımız, mahallede ağaç varsa şanslı hissettiğimiz, sürekli kızdığımız ama bir türlü de vazgeçemediğimiz İstanbul’dan sesleniyorum: Sevgili Stars Hollow sakinleri, hayal ürünü veya kurgu olmanız hiç önemli değil, kıskanılıyorsunuz!

Suratımızda devamlı bir gülümseme bırakan bu tatlı diziyi, izlemediyseniz veya tekrar izlemek istiyorsanız, Gilmore Girls tüm bölümleriyle Netflix’te.

Kapak fotoğrafı: BuzzFeed

İlginizi çekebilir: Gizem Kalaç’tan Crazy Ex-Girlfriend

2024’ün Beklenen Kitapları: Ru Paul’dan Gabriel García Márquez’e

Geçtiğimiz yıl okuduğunuz en etkileyici kitap hangisiydi? Murakami sözlüğünden Britney Spears ve Amy Winehouse biyografilerine 2023 pek çok sansasyonel kitabı ağırladı. 2023’ün edebiyat gündemine dönüp baktığımızda aklımızda kalanlar arasında: Ülkesinin en çok sahnelenen tiyatro yazarlarından biri olan, 40’a yakın oyunun yanı sıra romanları, kısa öyküleri, çocuk kitapları, denemeleri ve şiirleriyle de tanınan Jon Fosse‘nin Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan dördüncü Norveçli yazar oluşu, BookTok’un önlenemez yükselişiyle önce kitapçıların ardından kütüphanelerin seçkilerine sızışı ve elbette ChatGPT’nin edebiyat dünyasındaki yerine dair bitmek bilmez tartışmalar var. O halde gelin yeni bir yıla başlarken Time’a göre 2024 yılının en çok beklenen kitapları arasında yer alanlara birlikte göz atalım.

Fotoğraf: unsplash.com/@syinq

2024’ün Beklenen Kitapları

Come and Get It, Kiley Reid | 30 Ocak

Kiley Reid’in 2019’da Booker Ödülü için uzun listeye alınan ilk romanı Such a Fun Age, bir bebek bakıcısı ile zengin işvereni arasındaki ilişkiye odaklanıyordu. Yeni kitabında da benzer bir tema işleniyor. Geçimini sağlamaya çalışan ve daha fazla kaynağa sahip yaşlı bir kadına güvenen genç bir kadının hikayesini anlatan “Come and Get It” sınıf ve güçle ilgili gözlemlerle dolu bir anlatı içeriyor.

Supercommunicators, Charles Duhigg | 20 Şubat

Alışkanlığın Gücü kitabının Pulitzer ödüllü yazarı Charles Duhigg, derinlemesine raporlama ve bilimsel araştırma yoluyla, herhangi bir senaryoda etkili bir şekilde iletişim kurma becerisine sahip, diğer bir deyişle “süper iletişimci” olarak bilinen biri olmak için gerekli araçları ayrıntılarıyla anlatıyor.

The House of Hidden Meanings, RuPaul | 5 Mart

Popüler reality şovu RuPaul’s Drag Race’in yıldızı RuPaul, dördüncü otobiyografik kitabında siyahi ve eşcinsel bir babayla büyümenin zorluklarını ve kocası George LeBar’la aşkı ve aileyi nasıl bulduğunu ayrıntılarıyla anlatıyor.

Until August, Gabriel García Márquez | 12 Mart 

Nobel Ödülü sahibi Gabriel García Márquez’in ölümünden neredeyse on yıl sonra ortaya çıkan, yakın zamanda yeniden keşfedilen romanı 27 yıllık evli bir kadının, annesinin mezarını her ziyaretinde yeni bir sevgili edindiği Karayipler’de geçiyor.

Knife, Salman Rushdie | 16 Nisan

Ağustos 2022’de bir gözünün görme yetisini kaybettiği bir bıçaklanma olayından sağ kurtulan Booker Ödülü sahibi Salman Rushdie, son kitabında travmatik saldırının ardından kendi iyileşme deneyiminden yararlanıyor.

Sizin hevesle bekledikleriniz arasında hangi kitaplar var?

2024’ün Beklenen Kitapları: Ru Paul’dan Gabriel García Márquez’e!

Geçtiğimiz yıl okuduğunuz en etkileyici kitap hangisiydi? Murakami sözlüğünden Britney Spears biyografisini 2023 pek çok sansasyonel kitabı ağırladı. Time’a göreyse 2024 yılının en çok beklenen kitapları arasında şunlar yer alıyor:

Come and Get It, Kiley Reid (30 Ocak): Kiley Reid’in 2019’da Booker Ödülü için uzun listeye alınan ilk romanı Such a Fun Age, bir bebek bakıcısı ile zengin işvereni arasındaki ilişkiye odaklanıyordu. Yeni kitabında da benzer bir tema işleniyor. Geçimini sağlamaya çalışan ve daha fazla kaynağa sahip yaşlı bir kadına güvenen genç bir kadının hikayesini anlatan “Come and Get It” sınıf ve güçle ilgili gözlemlerle dolu bir anlatı içeriyor.

Supercommunicators, Charles Duhigg (20 Şubat): Alışkanlığın Gücü kitabının Pulitzer ödüllü yazarı Charles Duhigg, derinlemesine raporlama ve bilimsel araştırma yoluyla, herhangi bir senaryoda etkili bir şekilde iletişim kurma becerisine sahip, diğer bir deyişle “süper iletişimci” olarak bilinen biri olmak için gerekli araçları ayrıntılarıyla anlatıyor.

The House of Hidden Meanings, RuPaul (5 Mart): Popüler reality şovu RuPaul’s Drag Race’in yıldızı RuPaul, dördüncü otobiyografik kitabında siyahi ve eşcinsel bir babayla büyümenin zorluklarını ve kocası George LeBar’la aşkı ve aileyi nasıl bulduğunu ayrıntılarıyla anlatıyor.

Until August, Gabriel García Márquez (12 Mart): Nobel Ödülü sahibi Gabriel García Márquez’in ölümünden neredeyse on yıl sonra ortaya çıkan, yakın zamanda yeniden keşfedilen romanı 27 yıllık evli bir kadının, annesinin mezarını her ziyaretinde yeni bir sevgili edindiği Karayipler’de geçiyor.

Knife, Salman Rushdie (16 Nisan): Ağustos 2022’de bir gözünün görme yetisini kaybettiği bir bıçaklanma olayından sağ kurtulan Booker Ödülü sahibi Salman Rushdie, son kitabında travmatik saldırının ardından kendi iyileşme deneyiminden yararlanıyor.

BookTok: TikTok Aracılığıyla Okuduğum Kitaplar

TikTok, video oluşturma ve paylaşmanın yanı sıra canlı yayın imkânı sağlayan bir sosyal medya uygulaması olarak son zamanlarda birçoğumuzun hayatında öyle ya da böyle oldukça önemli bir yer edinmiş durumda demek yanlış bir ifade olmayacaktır diye düşünüyorum. Benim gibi okumayı seven ve edebi içerikleri takip eden birinin TikTok’da karşılaşacağı ilk topluluk muhtemelen BookTok’tur. Bu topluluğun ürettiği içerikler kitap önerileri ve incelemeleri ile dolu. En sevdiğim kitapları benim kadar seven diğer insanlar tarafından önerilen, henüz okumamış olduğum kitapları ise aynı içeriğin konusu olarak görünce okuma listeme ekleyerek okuduğum kitapları bu yazıda sizlerle paylaşıyorum. İyi okumalar!

BookTok | Fotoğraf: Vogue

BookTok Kitap Önerileri

Piranesi |  Susanna Clarke

Dilimize aynı adla çevrilen Piranesi adlı kitap muhtemelen anlatım dili ve konusu incelendiğinde okuduğum en ilginç kitaplardan biri.

“Kadınlar Kurgu Ödülü 2021” ödülünü bu kitap ile alan İngiliz yazar Susanna Clarke’ın eseri 13 ölü ve tek arkadaşı Öteki (arkadaş Öteki’yi anlatırken çok doğru bir kelime olmayabilir) ile kuşlar, heykeller, gelgitler barındıran olağanüstü bir Dünya’da yaşayan Piranesi’yi anlatıyor. Kitabı okuyan ve detayların yarattığı sembolizmlere hakim biri varsa umarım bununla ilgili ayrı bir inceleme yazısı hazırlar çünkü bu ilginç kitap anlaması oldukça karışık olsa da bir o kadar yalın,  sürükleyicilikten hiç ödün vermeyerek okuyucuyu etkileyen bir eser olarak edebiyat dünyasına önemli bir giriş yapıyor.  

The Secret History  | Donna Tartt

Dilimize “Gizli Tarih” adıyla çevrilmiş bu kitap daha ilk sayfalarda “dark academia” türünü sevenlerin en sevdiği roman olmaya kalmaya hak kazanıyor.

Sonbahar veya kış mevsiminde okunmasını önerdiğim bu kitap Hampden Koleji adlı okulda Antik Yunan Dili ve Edebiyatı okuyan altı öğrencinin etrafında döner. Dedektif hikayesi tadında olan bu kitabı Kalifornia’dan Vermont’a taşınan Richard Papen adlı karakterin ağzından dinliyoruz. Dedektif kitabı deyince aklınıza Agatha Christie’nin geldiğini duyar gibiyim ama bu kitap kesinlikle Christie’nin sunumundan farklı bir hava taşıyor çünkü okuyucu az biraz neler olduğunu oldukça farkında ama kitaptaki karakterlerin çoğu gibi yaşananlar üzerinde kontrol gücü oldukça az. Richard dışında ikiz kardeş olan Charles ve Camilla Macaulay, Francis Abernathy, Henry Winter ve herkesin nefret etmeye bayılacağı Edmund “Bunny” Corcoran’nın etrafında yoğunlaşan bu kitabı bitirdikten sonra uzun bir süre etkisinden çıkamamaya umarım hazırsınızdır. Aşağıya bıraktığım röportajı kitabı bitirdikten sonra izlemenizi öneririm. David Fincher’ın bu filmi yönetmesi için olası bir imza kampanyası yürütmek isteyenleriniz lütfen benimle iletişime geçmekten çekinmeyin. 

The Bell Jar |  Sylvia Plath

Dilimize “Sırça Fanus” olarak çevrilmiş olan bu kitap muhtemelen bir insanın okuyabileceği en dürüst kitaplardan biridir. 

Yalın ve dokunaklı bir anlatıma sahip, Sylvis Plath tarafından yazılmış bu edebi eser Esther Greenwood adlı parlak bir üniversite öğrencisinin 1950’lerde iç ve dış dünyasında yaşadıklarına odaklanıyor.1963 yılında yayınlanan bu kitabı lisede bu kitabı okumamış olmanın üzüntüsünü yaşamda kesinlikle her kadının okuması gerektiğini düşündüğüm bu kitabı Plath’ın kendi yaşamından yola çıkarak kaleme aldığı biliniyor. Kitabı okuduktan sonra Esther karakteri muhtemelen okurken sevip sevmediğinize bir türlü karar veremediğiniz, kendinizden birçok yansıma göreceğiniz ve bir o kadarda üzüleceğiniz bir karakter olarak hayatınızda önemli bir yer edineceğini düşünüyorum. 

Bakkhalar | Euripides

Dilimize “Bakkhalar” diye geçen kitap Makedonya kralı I. Archelaus’un sarayında yazdığı bir antik Yunan trajedisini konu alıyor. 

Atinalı oyun yazarı Euripides’in son yıllarında yazmış olduğu, insanın doğasında aynı anda yer alan zıtlıkları oldukça başarılı gösteren bu kitabı üstte bahsettiğim “Gizli Tarih” adlı kitabı okuduktan sonra okumanızı tavsiye ederim. Bahsedilen zıtlıklar karakterler üzerinden anlatan kitap insan doğasında yatan içgüdü ve bir yandan da uygarlığın altında yatan rasyonalitene üzerinden okuyucuyu düşünmeye itiyor. “Dionysos” ile tanışmamı sağlayan bu kısa kitabın ilginizi çekeceğini düşünüyorum. 

Before the Coffee Gets Cold | Toshikazu Kawaguchi

Dilimize “Kahve Soğumadan Önce” olarak çevrilmiş olan bu kitabın neden bu kadar sevildiğini henüz anlayabilmiş değilim ama çok fazla içerikte gördüğüm için bu listede yer vermekte fayda olduğunu düşünüyorum. 

Benim sevdiğim anlatım tarzına uymayan bu kitap Tokyo’da ziyaretçilerinin zaman yolculuğuna çıkabildiği bir kafede birbirinden farklı hikayelere sahip dört kişiye odaklanıyor. Fincana doldurulduğu anda başlayıp kahve soğuyunca sona eren bu zaman yolculuğuna imrenerek baksam da karakter yazımı ve anlatımı neticesinde kitap beni içine çekme konusunda çok da başarılı olmadı. Öte yandan birçok okuyucu tarafından oldukça beğenilen bu kitap Japon yazar Toshikazu Kawaguchi’nin aynı isimli tiyatro oyunundan uyarlanıyor ve belki de tiyatro severleriniz bu kitabı beğenecektir. 

My Year of Rest and Relaxation |  Ottessa Moshfegh

img_6772
Dinlenme ve Gevşeme Yılım 

Dilimize “Dinlenme ve Gevşeme Yılım” olarak çevrilmiş olan bu kitabı her kadının kesinlikle okuması gerektiğini düşünüyorum. 

Columbia Üniversitesinden mezun olmuş, zengin bir ailenin tek çocuğu, sarışın bir kadın baş karakterin kendisini uyku ilaçlarına vermesini anlatan bu kitap Moshfegh’in ikinci romanı. Kitabı okurken dikkat etmenizi istediğim üç husus var. Birincisi isimsiz baş karakterin en iyi arkadaşı Reva ile olan ilişkisi ki bu ilişki eminim size kendi en yakın arkadaşınızla olan ilişkinizi düşünmeye ve şanslıysanız şükretmeye itecek. İkinci husus Reva’nın ailesi ile özelliklede annesi olan ilişkisi. Üçüncü olarak dikkat etmenizi istediğim husus ise her fırsatta sarışın ve zayıf olduğunu belirten aynı zamanda kitabın anlatıcısı olan bu baş karakterin narsistliği. 2000’lerin sevecen nostaljisinden ziyade toksikliğini buram buram hissedeceğiniz kitabı okuduktan sonra yazarın diğer her kitabını okumak isteyeceğinizi tahmin ediyorum. 

The Silent Patient  |  Alex Michaelides

Dilimize “Sessiz Hasta” olarak çevrilmiş bu kitap ekrana bakmaktan sıkıldığınız bir dönemde okumanızı tavsiye ettiğim son derece sürükleyici bir kitap olarak listelere eklenmesi gerekliliği taşıyor. 

Elinizden bırakamadan okuyacağınız bu kitap Alex Michaelides tarafından 2019 tarihinde yayınlanıyor. Yazarın ilk romanı olan bu eser kocasını silahla vurduktan sonra akıl hastanesine kaldırılan ve konuşmayı red eden Alicia’nın bu kararındaki motivasyonunu çözmeye çalışan psikoterapist Theo tarafından anlatılıyor. Okuyucu kitlesi içinde beğeneni olduğu kadar beğenmeyen bir kesiminde bulunduğu bu kitap bana bir psikolojik gerilim romanından beklediğim her şeyi vermekle beraber, yazarın olay örgüsü ve karakter kurgusundaki başarısı  “Yitik Kızları” adlı diğer kitabını da okumama sebebiyet veriyor. 

Kapak Fotoğrafı: Ecem Şimşek

İlginizi çekebilir: Ceren Muslu’dan Arkadaşlarla Sohbetler

Kaotik Zamanlarda Stoacı Olmak ya da Olmamak: Bir Kitap İncelemesi

Bazı günler okuma listesinden kitap seçmenin cazip gelmediği oluyor mu size de? Böyle zamanlarda ben kendimi sevdiğim bir kitapçıya atıp kitaplara dokunarak karar veriyorum. Aklımda hiç olmayan bir kitap için heyecanlanıp çıkarken buluyorum kendimi çoğu kez. Kaotik Zamanlarda Stoacı Olmanın Yolları da böyle bir zamanda bulduğum kitaplardan.

Öncelikle stoacılıkla ilgili çok bilgim olmadığını itiraf ederek başlamak istiyorum yazıma. Medya sektöründe yazar olarak çalışan Brigid Delaney de tam benim durumumdayken bu konuyla ilgili araştırmalar yapmaya başlamış ve uzun süren bir araştırma/öğrenme/içselleştirme süreci yaşamış. Yazar, bu keşif sürecini pandemide yaşadığı için stoacılık kavramı onun için bir çeşit cankurtaran yeleği olmuş ve çabaları işe yaramış. Peki 2023 yılında ben ne buldum bu kitapta?

Kaotik zamanlar… Galiba uzun zamandır herkesin ortak hissettiği bir durumu tanımlıyor bu ifade. Yazarın da belirttiği gibi hiçbirimiz ne filozofuz ne de stoacılar zamanından insanlarız. Sadece insanlığın varoluşundan bu yana bir türlü atlatamadığımız kaotik zamanları  anlamaya çalışan bireyleriz. Kitap açısından bakarsak; sadece stoacılık felsefesini hayatlarımıza uygularayak ya da ondan bazı dersler çıkararak hayata daha sağlıklı bağlanabilmeye çalışan insanlar olabiliriz. Bu sebeple kitabın köklenebilme ama aynı zamanda esnek olmayı başarma gibi bizlere zor gelen ama hayatın kaosunda “iyilik” adına fark yaratan bazı nitelikleri stoacılığın öğretileriyle destekleyebileceğimize beni inandırdığını itiraf etmeliyim.

Kitabın içeriğinden kısaca bahsetmeden önce, kim bu stoacılar sorusuna yanıt vermekte fayda var. En çok adı geçen 3 Stoacı, hepimizin yakından tanıdığını ya da en azından adına aşina olduğunu tahmin ettiğim Epiktetos, Seneca ve Marcus Aurelius. Hepsi de yaşadıkları dönemde saygı duyulan ve çok farklı toplumsal statülere sahip insanlar. Bu sebeple aslında bu isimlerden bahsetmenin önemli olduğuna inanıyorum. Epiktetos, aslen bir köle. Şaşırtıcı ama özgürlüğünü ancak çok ileri yaşlarda kazanmış, ömrünü köle olarak geçirmiş bir Romalıdan başkası değil. Seneca ise zengin ve güçlü bir insan, hatta imparator Neron’un akıl hocası-bir öğretmen. Marcus Aurelius ise Roma’nın en refah içinde yaşadığı dönemki imparatoru. Farklı şartlarda farklı korkularla ve sınavlarla hayatlarını devam ettiren bu isimlerin aynı stoacılık ekseninde toplanması beni de etkileyen unsurlardan birisi çünkü stoacılığın kapsayıcılığının anlaşılması bakımından önemli.

Gelelim stoacılığın ve bu kitabın temellerine. Stoacılık, bazen uygulaması zor bazen acılı pratikleriyle nihayetinde sizi zamanın mekanın ve olayların ötesinde bir zihin seviyesine taşıyacak dünyalılar yapmayı hedefliyor.  Çünkü duyguların yarattığı tüm dalgalanmalara karşı size akılcı ve gerçekçi bir yaklaşım öğüdü veriyor. Özellikle bizim gibi duygusallığın mayasıyla yoğrulmuş topraklarda yaşayanlar için bu durumun daha önemli olduğuna inanıyorum. Kitap da bundan bahsediyor: Nasıl ölümlü olunur, nasıl rahat olunur, nasıl sakin kalınır ya da nasıl ölçülü olunur gibi hayatın bilindik ama zorlu yaşam sorunlarına pratik çözümler vermeyi hedefleyen başlıklarda toplanan öneriler bence kitabı etkili kılan yönlerden. Ölümlü olma kısmının hem önerilen pratikler hem de zorlayıcılığıyla benim az sevdiğim kısımlardan biri olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.

Önerilerin hepsini uygularsanız ya da uygulamazsınız, bazılarını fazla dramatik ya da fazla uçlarda bulabilirsiniz. Ama bu kitap milattan önce 4. yüzyıldan beri insanlığın dertlerinin nasıl çözülmeye çalışıldığıyla ilgili bir hayat görüşü kazandırıyor insana. Kendi kaosunuzdan kurtulmak için bir de stoacılığın önerilerini dinlemek isterseniz bence bu sonbahar mükemmel zaman olabilir. Şans verin derim. Herkese bol keşifli günler!

Kapak Fotoğrafı: Kaotik Zamanlarda Stoacı Olmanın Yolları

İlginizi çekebilir: Ece Yılmaz’dan Stoacı Felsefe Ekseninde İçsel Huzura Erişmek

Arkadaşlarla Sohbetler: “Gri” Karakterlerle Dolu Bir Kitap

Sally Rooney adını sıkça duyduğum bir yazardı ve Arkadaşlarla Sohbetler kitabi içinse pek çok kez ”karakterleri okumak ilginçti ama onlarla gerçek hayatta karşılaşsam asla sevmezdim.” yorumuna denk gelmiştim. Bu sebeple kitap epey ilgimi çekti ve okumaya başladığımda bu yorumun sebebini hemen anladım.

Arkadaşlarla Sohbetler kahramanları alışıldık anlamıyla iyi insanlar değiller. Doğru olanı biliyorlar ama yine de istediklerin yapmayı tercih ediyorlar. Ben de sanırım onlarla arkadaş olmak istemezdim. Bu yüzden kitabı okurken onlarla empati de kuramayacağımı düşünmüştüm, fena halde yanılmışım. İstediğimden daha sık bir şekilde, özellikle Frances ile kendimi özdeşleştirebiliyorum. 

Evli bir erkekle hiç ilişkim olmamasına rağmen, çeşitli nedenlerden dolayı birlikte olmamam gerektiğini bildiğim erkeklerle ilişkilerim oldu. Benim durumumda, bu yanlışlık başka bir kadın yüzünden olmasa bile benim için doğru kişiler değillerdi. Genç bir kadın olarak, birinden uzak durmanız gerektiğini bilmenin ama bunu yapmak istememenin nasıl bir his olduğunu biliyorum. Frances ve Nick kötü bir durumdayken, Frances’ in kendini nasıl kullanılmış ve değersiz hissettiğini anlıyorum. Erkeklerin ilişkilerde kadınları “kullandığına” inanmıyorum, ancak yine de bir ilişki sonrasında bomboş, bir erkek tarafından bomboş hale getirilmiş, olmanın ne demek olduğunu da anlayabiliyorum.

conversations-with-friends-cwf-104-eb-02387rt-1-1652727888
Conversations with Friends Dizi | Fotoğraf Kaynağı: elle.com

Yirmili yaşlarında bir kadının, hayatının tam bir karmaşaya dönüştüğünü fark etmesi, kararlarının merkezinde bir erkeğin olması ve her şeyi anlamlandırmaya çalışırken tüm varlığını sorgulamaya başlamasıyla ilişki kurabilirim. Aşık olduğunuzda sadece karşınızdaki kişiyle değil, yaşadığınız değişimlerle de başa çıkmak zorundasınız. Hayatta her şeyden çok, ilişkiler bizi gerçekte kim olduğumuzla yüzleştirir. Hepimizin zihnimizin en üst raflarında yüzleşmek istemediğimiz gizli travmaları, karanlık sırları ve çirkin gerçekleri vardır. Ancak romantik ilişkiler bu rafları paramparça eder ve her şeyi önümüze döker. Frances’in rafları çok kırılgandı. 

Frances’e kendimi çok yakın hissettiğim bir diğer nokta da Nick’in seks sonrası hastalanmamasına ve kendisinin hastalanmasına duyduğu öfkeydi. Bir jinekoloğun muayenehanesinde reçete alırken erkeklere küfreden tek kişinin ben olduğumu sanıyordum 🙂 Ayrıca, normalde Frances ve Bobbi arasındaki arkadaşlığı biraz garip bulurdum, ancak romanda bunu oldukça iç açıcı buldum.

Özetle, bu kitap bana esas olarak başkalarını dinlemek için zaman ayırmanın ve onları gerçekte oldukları gibi görmek için çaba sarf etmenin önemini hatırlattı. Onun yerinde olsaydım asla Frances’in davrandığı gibi davranmayacak olsam da, eylemlerinin ve duygularının ardındaki nedenleri tartıştığında yine de bir model tespit edebiliyorum. Onunla bu bağı hissettikten sonra, onu destekleyeceğim anlamına gelmiyor, ancak hayatta herkesin kendi yolu olduğunu hatırlamak önemli. Birini aldatan ya da yalancı gibi bir etiket olarak gördüğünüzde, onu yargılamak inanılmaz derecede kolaydır. Ancak hiç kimse bu kadar basit değildir. İnsanlar çok karmaşık varlıklar olduğu için onları tanımlamak imkansızdır. Bizden hem fiziksel hem de duygusal olarak uzakta olan insanların deneyimlerini okumak, hayatın büyük resmini görmemize yardımcı olur.

Tüm bu küçük “hayat derslerinin” yanı sıra, hikaye iyi yazılmıştı ve ilginç bir okumaydı:) Yazar Sally Ronney duygu aktarımında oldukça başarılı ama asla dramatik bir tonu yok, durgun yazı diliyle karakterlerine karşı mesafeli durduğu bile söylenebilir. Bu sebeple oldukça özgün bir ses. Not: Ben kitabi İngilizce baskısında anadilinde okudum, Türkçe çevirisi ile ilgili bir yorum yapamıyorum. 

Kitaptan beğendiğim bazı alıntılar:

  • Başkalarına iyi davranıyor muydum? Buna karar vermek zordu. Şayet bir kişiliğim olduğu ortaya çıkarsa bunun kötücül kişiliklerden biri olacağından korkuyordum. Yoksa bu soruyla ilgili endişe etmemin tek sebebi, bir kadın olarak başkalarının ihtiyaçlarını kendiminkilerin önüne koymak zorunda hissetmem miydi? “İyi kalplilik” çatışma esnasında boyun eğmenin başka bir adı mıydı yalnızca? Ergenliğimde günlüğüme bu tür şeyler yazıyordum: Bir feminist olarak kimseyi sevmeme hakkına sahibim.
  • Nick’in boşalttığı bir bardak gibiydim ve o an içimden dökülen her şeye bakmam gerekiyordu: kendi değerime ilişkin tüm hezeyanlarıma ve olmadığım biri gibi davranma heveslerime.
  • Acı çekiyor olmak beni özel kılmayacaktı, acı çekiyormuş gibi yapmak da beni özel kılmayacaktı. Bu konuda konuşmak, hatta yazmak bile acı çekmeyi yararlı bir şeye dönüştürmeyecekti. Hiçbir şey dönüştürmeyecekti.

Kapak Fotoğrafı: thelast-magazine.com

İlginizi çekebilir: Cemre Akman’dan Sorun Bende Mi Diye Sorgulatan Kitaplar

Bu Barbie Ne Zaman: Sinemaya Gitti veya Kitap Okudu Ki

Bu sonuçların niçin pek çok kişiyi dehşete düşürdüğünü; bu sonuçların  niçin ciddi bir rahatsızlık yarattığını anlıyorum. Bir ülkede yetişkinlerin %85’inin sinemaya gitmediğini, neredeyse %70’inin hiç kitap okumadığını kabul etmek zor. Örneğin AB ortalamasına baktığımızda (16 yaş üzeri için) herhangi bir kültürel aktiviteye katılma oranının yaklaşık olarak %42, sinemaya gitme oranının ise %45 olduğunu görüyoruz. Hatta sinemaya gitme oranı Danimarka için %65’in, bir kültürel aktiviteyi/mekanı ziyaret oranı da İsveç için %67’in üzerine çıkıyor.

Fotoğraf: Linkedin

29 Haziran – 7 Temmuz arasında Viyana’daydım. Bu seyahatimin bir bölümü Kurban Bayramı’na denk geldiğinden etrafta sürekli Türkiye’den bayram tatili için şehre gelen turistleri gördüm. Bir süredir pek çok kişinin sosyal medya hesaplarından paylaştığı ve TUİK’in yayınladığı ‘2022 Yaşam Kalitesi Modülü’ istatistiklerini içeren ‘Bu Barbie sinemaya gitmiyor’ mesajını gördüğümde Viyana’da karşılaştığım Türkler aklıma geldi. Euro’nun bu kadar yüksek olduğu ve ciddi bir ekonomik krizin ortasında yer alan ülkeden bunca insanın, muadili diğer şehirlere, örneğin Paris ve Londra, göre daha ucuz olmasına rağmen Viyana’da ne işi var diye düşünmüştüm. Öyle ya herkes döviz kurunun yüksekliğinden dolayı yurtdışına çıkamamaktan şikayet ediyordu. Sonra elbette krizin herkese aynı oranda etki etmediği gerçeğini düşündüm. Herkes kendi gerçekliğine göre yaşıyordu krizi ve elbette 85 milyonluk bir ülkede birkaç bin kişi tatilde yurtdışına çıkabilecek bir gelir düzeyine ve finansal rahatlığa sahipti; tıpkı yüksek fiyatlarına rağmen birkaç bin kişi konser salonlarını ve sinemaları doldurduğu gibi.

Bir konu/bir olgu ile ilgili genel durumu ortaya koyan bir istatistik yayınlandığında birçokları çıkar, o bilgilerin yanlışlığını çevresindeki veya karşılaştığı istisnaları örnek göstererek kanıtlamak ister. Benzer bir eğilimi Türkiye’nin mevcut duruma ait olumsuz bir istatistiğin yayınlanması veya bir gelişmenin ortaya çıkması sonrasında gerçek tarihsel bilgiye dayanmadan onu geçmiş ile kıyaslayıp ‘ah o eski günler’ nostaljisi içinde girildiğinde de görmek mümkün. Nitekim bu son ‘Bu Barbie sinemaya gitmiyor’ paylaşımlarında da benzer bir yaklaşımı görüyoruz.

Fotoğraf: unsplash.com/@kristsll

Konuya ilgili tartışmaya girmeden önce söz konusu çalışmanın sonuçların hızlıca bir hatırlayalım. TUIK  2022 Yaşam Kalitesi Modülü’ne göre Türkiye’de yaşayan 15 yaş üzerindeki kişilerin

  • %85’ü sinemaya gitmemiş
  • %93,7’si canlı bir gösteriye katılmamış
  • %69’u hiç kitap okumamış

Bu sonuçların niçin pek çok kişiyi dehşete düşürdüğünü; bu sonuçların  niçin ciddi bir rahatsızlık yarattığını anlıyorum. Bir ülkede yetişkinlerin %85’inin sinemaya gitmediğini, neredeyse %70’inin hiç kitap okumadığını kabul etmek zor. Örneğin AB ortalamasına baktığımızda (16 yaş üzeri için) herhangi bir kültürel aktiviteye katılma oranının yaklaşık olarak %42, sinemaya gitme oranının ise %45 olduğunu görüyoruz. Hatta sinemaya gitme oranı Danimarka için %65’in, bir kültürel aktiviteyi/mekanı ziyaret oranı da İsveç için %67’in üzerine çıkıyor.

Bu mevcut durum.. Bir de yakın tarihe bakalım…. 1990’dan itibaren bakıldığında Türkiye’de en yüksek sinema seyircisi sayısına 2017 yılında ulaşılmış: 68,5 milyon. 2017’den itibaren ise düzenli bir düşüş söz konusu. 2020-2022 arasında Pandemi etkisi elbette dikkate alınmalı ama 2020 öncesinde başlayan bir düşüşten bahsediyoruz, başka bir deyişle ekonomik krizin etkilerinin henüz çok hissedilmediği bir dönem. Daha da geriye gidelim; Türk Ekonomisi’nin çok hızlı büyüdüğü ve genel olarak krizin ardından (2001 Krizi) yükselişte olduğu 2000-2010 arasında bir bakalım. Faruk Şüyün, 2010 yılında Fida Film Yönetim Kurulu Başkanı Murat Akdilek ile Türkiye’de Sinema Sektörü’nün 2000 yılından itibaren 10 yıllık gelişimine yönelik bir görüşme gerçekleştirmiş. Akdilek, 20 yıllık bir sürece bakıldığında seyirci sayısının zigzaglı bir gelişim izlediğini ifade ediyor o röportajda. Düşüşlerin en yoğun olduğu yılların 1995 ve 2002 yıllarında, yani krizlerin ardından gerçekleştiğini ifade ediyor. Sonrasında da hiçbir zaman dramatik bir artış olmadığını, artışın zamana yayılan bir şekilde azar azar gerçekleştiğini belirtiyor. Ayrıca o sene gösterime giren yapımların da seyirci sayısında etkili olduğunu; büyük yapımların veya yerli filmlerin sayısının çok olduğu yıllarda seyirci sayısında artış olduğunu da ekliyor.

Akdilek’in verdiği ilginç bir bilgi de açılan sinema salonu sayısı ile seyirci sayısı  arasındaki orana dair. Bu konuya ilişkin olarak Akdilek şöyle diyor: “Seyirci sayısında 2009’a kadar yüzde 32’lik bir artış söz konusu. Sinema ve salonda ise bu rakam, yüzde 70’e ulaşıyor.” Akdilek’in verdiği bu rakam seyirci sayısının açılan salon ile doğru orantılı olarak artmadığını ortaya koyuyor. Dolayısıyla da son yıllarda kapanan sinema salonlarının ve azalan koltuk sayısının nedeni sadece Pandemi değil aynı zamanda doğru oranda artmayan talep.

Nüfus ile satılan bilet sayısının nüfusa oranı söz konusu olduğunda da Akdilek şu bilgiyi veriyor: “Bizde nüfusun yarısı kadar sinemaya gidiliyor. Yurtdışında, Amerika’da nüfusun 6,5 katı bu oran. İngiltere ve Fransa’da yaklaşık 2 katı. Biz, Avrupa bölgesine bakıldığında nüfustan daha az bilet satan 8 ülkeden biriyiz. Burada nüfusa en yaklaşık bilet satabilecek ülkeler Rusya ve Polonya. Onlar, birebir nüfuslarına yaklaştılar. Romanya ve Bulgaristan’ın ilerisindeyiz, ama Hırvatistan, Slovenya, Rusya, Polonya ve Litvanya’nın trend olarak da gerisinde duruyoruz.”

Akdilek o görüşmede sektörün hedefinin 72 milyon seyirci olduğunu ifade ediyor. Rakamlara göre sektör bu hedefine 2017’de yaklaşmış ama ondan sonraki düşüş dramatik bir hale geliyor. 2021’de Pandeminin de etkisiyle 12,5 Milyon’a düşüyor. 2022’de ise bir önceki döneme göre %187 artarak 36 milyon’a yaklaşıyor. Bu artışın temel nedeni elbette Pandemi’nin etkisinin tamamen ortadan kalması. Öte yandan bu rakam 2008 yılının (38,2 milyon) bile altında ki o sene ülke nüfusunun 71 milyon olduğu düşünülürse satılan bilet oranı nüfusun yarısının altında kalıyor.

Fotoğraf: unsplash.com/@siora18

Okuma oranlarına geldiğimizde ise 2016 yılında Güngör Uras’ın konu ile ilgili Milliyet Gazetesi’nde yazdığı makale konuya ilişkin bazı temel bilgileri içeriyor:

  • Türk çocukları kitap okumada Afrika ülkelerinin gerisinde kalmış durumda.
  • Dünyada kişi başına kitap harcaması 1.3 dolar. Türkiye’de ise çeyrek dolar.
  • Kişi başına kitap sayısı 60 yılda artmamış; bilakis  önemli ölçüde gerilemiş durumda. 1945-1950’lerle kıyaslanamaz ölçüde geniş tanıtım ve iletişim olanaklarına, daha yüksek okullaşma oranına, on katı artmış bir eğitimli nüfusa, dış dünyayla gittikçe artan etkileşime, sayısı artan üniversitelere karşın, okurluk düzeyi yarı yarıya gerilemiş.

Tüm bu rakamlar bize ne gösteriyor? Elbette son yıllardaki ekonomik krizin ve yüksek döviz kurunun etkisiyle göreceli olarak kültür-sanat faaliyetlerine katılımda gözle görülür bir düşüş söz konusu. Yükselen enflasyon ve onunla doğru orantılı olarak artmayan gelirler yüzünden toplumda göreli yoksulluğun artması, geçmişe göre bütçesinden bu faaliyetlere belirli bir miktar ayırabilen orta sınıfa mensup bireylerin de bu faaliyetlerden mahrum kalmasına yol açıyor. Öte yandan toplumun geneline baktığımızda geçmiş yıllara ait rakamlar gösteriyor ki aslında Türk Halkı’nın sinemayla kitapla ilişkisi öyle sanıldığı kadar kuvvetli olmamış. Başka bir deyişle ekonomik durumdan bağımsız olarak Barbie hiç bir zaman öyle bol bol sinemaya gitmemiş, kitap okumamış. TUIK 2022 Yaşam Kalitesi Modülü biraz detaylı incelendiğinde bu durum daha bir belirgin hale geliyor. Keza, kültürel etkinliklere katılmamanın ilk nedeni hem yoksulluk veya sosyal dışlanma riski altında olanlarda hem de olmayanlarda ortak olarak ‘ilgisinin olmaması’ görülüyor. Yoksulluk riski altında olmayanlarda ikinci sırayı ‘zamansızlık’ alırken, risk grubunda fiyat artışlarına bağlı olarak ‘maddi yetersizlik’ bulunuyor. Başka bir deyişle maddi gücü olsun olmasın toplum genel olarak kültür-sanata ilgi duymuyor. Bu tarihsel, kültürel ve sosyolojik olgu topluma hakim ‘Türkiye’de kültürlülerin parasız paralıların kültürsüz olduğu’ inanışını haklı çıkarıyor mu? Başka bir araştırmanın ve yazının konusu.

Kapak Fotoğrafı: Pinterest

İlginizi çekebilir: Bülent Tunga Yılmaz’dan Dünyanın En Yaşanılmaz Şehirleri

Çok Satanlar: Sorun Bende Mi Diye Sorgulatan Kitaplar

Beni yakinen tanıyanlar, ortalıkta “Çok Satanlar okumuyorum, kendime sözüm var” diye gezindiğimi; ama her seferinde de konuşulanlara kanıp bir Çok Satanlar kitabına şans verdiğimi bilirler. Gelin görün ki, sonuç hiçbir zaman değişmez, her seferinde herkesin öve öve bitiremediği o kitap benim için bir hayal kırıklığı olur ve hikayemiz benim kendime bir kez daha söz vermemle sonlanır. Az sonra okuyacağınız yazıda da işte bu kitaplardan bir seçki yer alıyor. Yazıya geçmeden önce, tehlikeli miktarda spoiler’a maruz kalacağınızı belirtmeliyim, zira bu kitaplar hakkındaki hislerimi bazı detaylara girmeden anlatmak zor olacak.

Çok Satan Kitaplar | Fotoğraf: The Honeycombers

Çok Satan Kitaplar Üzerine Bir İnceleme

Gece Yarısı Kütüphanesi, Matt Haig

Toplum olarak Kişisel Gelişim kitaplarına duyduğumuz açlık her geçen gün daha da artıyor. Neredeyse her ay bir “yazar” bu açlığı doyuracak kitap yayınlayınca da ipin ucunu tutmak doğal olarak imkansız hale geliyor. Mevzubahis kitabımız ise arka kapağından kişisel gelişim kitabı olduğunu asla çaktırmıyor ve aslına bakarsanız gayet de başarılı bir kurgu vaat ediyor. Hayatına son veren ana karakterimiz Nora, kendini bir gece yarısı kütüphanesi olarak betimlenen bir arafta buluyor. Bu kütüphanede, farklı seçimler yaptığı takdirde yaşayacağı farklı hayatların kitapları yer alıyor ve Nora bu hayatlardan istediklerini deneyimleyebiliyor. İşte fazlasıyla alışılmadık duyulan kurgumuz ne yazık ki burada son buluyor.

Kitapta o kadar fazla boşluk var ki, hangisinden bahsetmem gerektiğine karar veremiyorum… Deneyimlediği hayatlardaki benliğine bürünen Nora’nın o hayatlara dair en ufak bir fikri olmaması mesela. Bazen birkaç gün, bazen birkaç saat geçirdiği bu hayatlardaki ailesine, arkadaşlarına ve hatta kendi karakterine dair en ufak bir fikri olmadan nasıl seçim yapabileceği tam bir muamma. Bir süre sonra Nora’nın her deneyimden yaptığı çıkarımlar da birbirini tekrar etmeye başlıyor ve yazarımız, bizim mesajları anlamayacağımızdan korkmuş olacak, çıkarım bile yapmamıza izin vermeden mesajları adeta listelemeye başlıyor. Biz listeyi takip ederken, kurgu masadan ayrılıyor ve bizi klişenin de klişesi bir kişisel gelişim kitabıyla yalnız bırakıyor. Kitabı okumayıp yazıyı bu cümleye kadar okuduysanız, kitabı okuyup okumama kararını vermeniz için ben de sizi yalnız bırakıyor ve bir sonraki kurbanıma geçiyorum.

Vejetaryen, Han Kang

Sıradaki kitabımız, bırakın arka kapağı, adıyla bile alakası olmayan bir yerden giriyor konuya. Evet, vejetaryen olmuş bir ana karakterimiz var doğru. Bir gece gördüğü kanlı ve vahşi rüyadan sonra bir daha asla hayvansal gıda tüketmeyeceğine karar veriyor ve hayatı bir anda değişiyor. Buraya kadar her şey kitabın adını destekler gözüküyor. Maalesef ki bu anlattıklarıma kitabın ilk 20-25 sayfasında şöyle bir değiniliyor ve ardından neye yoracağınızı bilemediğiniz bir olaylar silsilesi başlıyor. Karısı vejetaryen oldu diye damatlarına karşı kendini mahcup hisseden kayınvalide ve kayınpeder mi istersiniz, karısının bu değişimini ve ruhsal çöküşünü kabullenemeyip onu boşayan bir koca mı? Ya da baldızının bir doğum lekesi olduğunu öğrenince ona ilgi duymaya başlayan ve ikisinin de vücutlarına çizilmiş çiçekler ile cinsel ilişkiye girdikleri bir video iş üreten bir enişte de olabilir. Tabii bir de ertesi gün kocasıyla kardeşini aynı yatakta bulan bir ablamız var. 

Bütün bunlar olurken vejetaryen karakterimiz ise kendini bir ağaç sandığı için fotosentez yapmak amacıyla kendini çırılçıplak güneşin karşısına atıyor ya da amuda kalkıp kollarından toprağa kök salmaya çalışıyor… Bilmiyorum arkadaşlar, gerçekten bilmiyorum. Bir yandan yazarın eleştirmeye çalıştıklarını anlıyorum: ataerkil toplum düzeni, yeme bozuklukları, psikolojik rahatsızlıklar, istismar… Sadece bütün bunları tek bir kazanda kaynatmaya gerek var mıydı, düşünmeden edemiyorum.

Saç Örgüsü, Laetitia Colombani

Yine herkesin bayılarak okuduğu sıradaki kitabımız 3 farklı coğrafyadan, 3 farklı kadının hikayesini konu alıyor: Hindistan’dan Smita, İtalya’dan Guila ve Kanada’dan Sarah. Yazar, teoride bu kadınların yaşam mücadelesini ve özgürlüğe olan inançlarını üçünün hikayesini de ortak bir paydada birleştirerek anlatmayı amaçlamış. Başarmış başarmasına ama bana sorarsanız hikayeler yer yer klişe kalmış. Kanadalı tanınmış bir avukat olan Sarah’nın hikayesi neredeyse A’dan Z’ye Suits dizisindeki Jessica Pearson’ı anımsatıyordu mesela. Bu durum yazarın aslen bir senarist olmasını öğrenmemle açıklığa kavuştu 🙂 Kurgu ise karakterlerin tanıtıldığı saniyede anlaşılıyor ve kitabın sonunu anında tahmin ediyorsunuz. Nasıl mı? Hemen anlatayım: Kızını Hindistan’da yaşadığı düzenden kurtarmak isteyen sırma saçlı Smita, babasının ölümünün ardından aile işleri olan peruk fabrikasının başına geçen Guila ve kısa süre önce kanser olduğunu öğrenen Sarah. Boşlukları doldurmanız için bir mola veriyorum…

Kısacası, karakterlerin alışılmış sterotiplerden öteye gidemediği, kurgununsa bir sayfa önceden bile tahmin edilebildiği bir okuma deneyimi yaşatıyor bu kitap bize. Ben de kara kara niye yine Çok Satanlar’dan bir kitap aldığımı sorgularken buluyorum kendimi.

İmkansızın Şarkısı, Haruki Murakami

Sıradaki kitabımız, kitap kulübümüzle Mayıs ayı için seçtiğimiz Haruki Murakami’nin İmkansızın Şarkısı adlı eseri. Yazarın ilk kitabı olan ve dünya çapında ünlenmesini sağlayan İmkansızın Şarkısı kendisi hakkında söylenenlerin aksine, bu sene en zor okuduğum kitaptı. Ana karaktere ve gençlik bunalımlarına ne yazık ki bir saniye bile hak veremedim, hatta kendisini fazlasıyla itici bulduğumu söyleyebilirim. Beyimiz, lisedeki en yakın arkadaşının intiharının ardından onun kız arkadaşıyla yakınlaşıp kıza aşık oluyor. Genç kızımız ise hem ablasının hem sevgilisinin intiharına tanık olduğu için fazlasıyla “sorunlu” bir tip. “Oğlum ben seni üzerim” ile “sorunlarını benimle de paylaş, ben senin her zaman yanındayım”ın aşk hikayesi diyebiliriz. Gelin görün ki, karakterlerimiz bunlarla da kalmıyor, beyimizin hoşlandığı ve hayatında bir başkası olan ikinci bir kızımız daha var. Diğer karakterlere görece daha ilginç olan bu karakterimiz de tabii ki bolca aile travmasıyla boğuşuyor.

Asıl kızımızın kaldığı rehabilitasyon merkezindeki oda arkadaşı da fazlasıyla nevi şahsına münhasır bir karakter. Onun hikayesi biraz homoseksüellik, biraz pedofili ve bolca ruhsal rahatsızlık içerdiği için detaylarının keşfini size bırakmak istiyorum. Son olarak da çok eşliliğe inanan ve bu inancını her fırsatta deneyimlemeye çalışan bir zengin aile çocuğu karakter listemizin tuzu biberi oluyor diyebiliriz. Sözüm ona 1969-1970 yıllarındaki öğrenci direnişlerine ve Tokyo’nun o yıllardaki toplumsal gerçekliklerine ışık tutan kitabımız, bana sorarsanız cinsiyetçi ve bencil karakterleriyle çarpık cinsel birlikteliklerin ve anlamsız gençlik buhranlarının ötesinde bir atmosfer yaratmaktan öteye gidemiyor.

Bir Son Duygusu, Julian Barnes

İçimden bir ses, en çok tepkiyi bu kitap için alacağımı söylüyor. Kitap kulübümüzle Nisan ayında da yanlış bir seçim yaparak Bir Son Duygusu’nu seçtik… Yukarıdaki kitaplar kadar sert yorumlarım olmasa da, Bir Son Duygusu da hakkındaki yaygarayı anlayamadığım bir kitap oldu açıkçası.  Alt alta yazınca fark ediyorum, bu kitabımızda da İmkansızın Şarkısı’nda olduğu gibi 2 erkek 1 kızdan oluşan bir aşk üçgeni var. Yine yeni yeniden liseli bir arkadaş grubu ve yine gruptan birinin intiharı. Fakat bu kitapta, İmkansızın Şarkısı’ndan farklı olarak, yakınlaşma intihardan önce gerçekleşiyor. Ana karakterimiz Tony bir senedir beraber olduğu ve bahsi geçen lise grubuyla tanıştırdığı sevgilisi Veronica’dan ayrıldıktan sonra Veronica bu arkadaş grubundan Adrian ile beraber oluyor. Tahmin edeceğiniz üzere Adrian arkadaş grubunun intihar eden üyesi.

Asıl hikayemiz, Adrian’ın vefatından 40 yıl sonra Tony’e Adrian’ın günlüğünün miras bırakılmasıyla başlıyor. İşin garibi ise Tony’e bu günlüğü bırakanın Veronica’nın annesi olması. Bu gariplikler ışığında geçmişinde bir yolculuğa çıkan Tony anılarının gerçekten kendisinin hatırladığı gibi olup olmadığını sorgulamaya başlıyor. Kısaca anlatmak gerekirse sorgu, benim asla anlamlandıramadığım bir şekilde, Tony’nin Veronica’nın başına gelenlerden ve hatta Adrian’ın intiharından kendini sorumlu tutmasıyla sonuçlanıyor. Sonunda öğrendiğimiz gerçek ise “plot twist” yaratmak için son dakikada serpiştirilmiş hissi vermekten öteye geçemiyor. Gece Yarısı Kütüphanesi’nin aksine, bu kitapta kurgunun aradan çekilmesini ve yazarın geçmiş, anılar ve tarih ile ilgili sorgulamalarıyla baş başa kalmayı kesinlikle tercih ederdim…

Kitap okumak ve seçmek tamamen kişisel bir deneyim olması gerekirken hepimiz durmadan birbirimize kitaplar öneriyoruz. Yukarıdaki gibi kitaplar aşırı konuşulmuş ve Çok Satanlara girerek “tescillenmiş” olduğu için haliyle biz de büyük bir beklenti haline giriyoruz. Naçizane amacım, bolca spoiler vererek :), bu gibi kitaplar hakkındaki düşüncelere biraz olsun çeşitlilik katmak. Çünkü bir kitabı beğenmek ne kadar doğalsa, beğenmemenin ya da yarıda bırakmanın da o kadar doğal bir durum olduğunu unutmamak gerekiyor.

Beğendiğiniz, hatta ve hatta öve öve bitiremediğiniz kitaplara sert yorumlar yaptıysam özür diliyorum, fakat takdir edersiniz ki ben bu yazıdan sonra yine kendime Çok Satanlar almama sözü veriyorum. Ama korkmayın, bu sözü daha önce o kadar çok bozdum ki bu seriyi devam ettirecek kocaman bir liste var elimde 🙂 Bir sonraki yüzleşmemize kadar kendinize iyi bakın!

Kapak Fotoğrafı: Unsplash @jessicaruscellooqsctabgksy

İlginizi çekebilir: Şura Nur Savranoğlu’dan Gece Yarısı Kütüphanesi