Bazı filmler vardır; her sahnede yüzünüz güler, bazı sahneleri gözünüzü doldursa da o an o orada filmi izliyor olmaktan o kadar memnunsunuzdur ki tebessüm sizi asla terk etmez. 32. İstanbul Film Festivali’nde gösterilen The Perks of Being A Wallflower da (Saksı Olmanın Faydaları) benim için öyleydi işte. Ben bu eğlenceli filmi izlerken her anından keyif aldım; bahsettiğim tebessüm ise çok uzun süre yüzümde asılı kaldı… Neden mi? Gelin biraz bu filmi konuşalım…

The Perks of Being A Wallflower

The Perks of Being A Wallflower, Logan Lerman’ın canlandırdığı Charlie karakterini tanımamızla başlıyor. Charlie, çocukluğunda çok sevdiği teyzesini ve birkaç sene önce en yakın arkadaşını kaybetmiş; bu geçirdiği kötü olaylardan dolayı kendisini asosyal hale getirmiş bir çocuktur. Lisenin yeni dönemi başlarken, okulda hiç arkadaşı olmadığından okula giderken her seferinde stres yaşar ve öğlen yemeklerinde tek başına oturur. Ta ki Sam (Emma Watson) ve Partick’le (Ezra Miller) tanışana kadar…

The Perks of Being A Wallflower

Film boyunca, Charlie’nin Patrick ve Sam ile arkadaş hatta dost olmasının ardından gelişimini ve değişimini izliyoruz. Charlie, yeni iki arkadaşıyla beraber yeni insanlarla tanışmaya, partilere katılmaya, sosyalleşmeye, zamanında yaşadığı kayıpların üzerinde olan etkisini daha az hissetmeye başlıyor. Ve zaman geçtikçe ilk andan beri bir şeyler hissettiği Sam’a daha da derinden aşık oluyor.

Charlie’nin film boyunca değişiminden çıkardığımız bir nokta ise de şu; arkadaşlarımız hayatlarımızdan ayrılabiliyorlar, birçok konuda önümüze engeller, sorunlar çıkabiliyor ama hayat bir şekilde devam ediyor. Bu düşünceden yola çıkan film, hepimizin “sonsuz” olduğunu bize eğlenceli bir şekilde gösteriyor.

The Perks of Being A Wallflower

102 dakika boyunca, kendi dünyalarında kayıp olan Charlie, Sam ve Patrick üçlüsünün birbirlerinin destekleriyle kendilerini bulmalarını izlemek izleyiciye inanılmaz bir keyif veriyor. İnsan bu güzel filmi seyrederken fark etmeden de olsa lise sıralarına ve gençliğinde “kayıp” hissettiği yıllara dönüyor…

Oyunculuklara gelince… Filmin 3 ana karakteri çok doğru seçilmiş. Bazen sorunlu, bazen asosyal, bazen aşık, bazen eğlenceli bir lise genci olan Charlie’yi canlandıran Logan Lerman film boyunca harika bir performans gösteriyor. Lerman, izleyiciyi, kendi dünyasından çıkarıp Charlie’nin iç dünyasının tam merkezine yerleştiriyor.

Ezra Miller

Ezra Miller’a gelince… Kendisine her filminde daha da hayran oluyorum. Eşcinsel, aşık olduğu Brad’le olan ilişkisini saklamak için birçok sıkıntı çeken çılgın bir gencin- Patrick’in- ruhuna bürünen Miller’la geçen her sahne ayrı keyifli oluyor. Bir de filmin en çok istenilen kızı Sam var… Güzel ver herkese göre seksi olan Sam çocukken üvey babasıyla yaşadığı problemler yüzünden sorunlu bir hayat sürüyor; kendinin birçok şeyi hak etmediğini, daha iyisine hiçbir zaman ulaşamadığını düşünüyor. Filmi seyrederken Sam’i canlandıran Emma Watson’ın çok doğru bir seçim olduğunu çok geçmeden anlıyorsunuz.

The Perks of Being A Wallflower dışarıdan bakıldığında her ne kadar bir “lise filmi” gibi dursa da, bizi eşcinsellikten ölüme, dostluktan aileye aşka kadar birçok konu ile karşı karşıya bırakıyor. Zaten bu yüzden festivalin sabırsızlıkla beklenenlerindendi ve bu yüzden IMDb notu 8.1.

The Perks of Being A Wallflower için benim notum ise 8.5.

Unutmayın… “We are infinite…” (Hepimiz sonsuzuz…)

theMagger’dan 32. İstanbul Film Festivali hakkında ilginç bilgiler…