13-23 Şubat tarihleri arasında devam eden 13. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’ndeki izlediğim filmlerden notlar bu yazıda…

Cutie and the Boxer (1)

Cutie and the Boxer (ABD, Zachary Heinzerling)

En İyi Belgesel dalında Oscar adayları arasında yer alan “Cutie and the Boxer”, aynı zamanda her ikisi de sanatçı olan ve yıllardır New York’ta yaşayan bir çifti konu alıyor.

Cutie and the Boxer (5)
Cutie and the Boxer (2013, Zachary Heinzerling)

40 yılı aşkın evliliklerinde birçok problemle karşılaşan, fakat halen birbirine aşık ve birlikte olan Ushio Shinohara ve Noriko Shinohara çifti, New York’ta yaşayan iki sanatçı… Film boyunca 80 yaşındaki Ushio ve 58 yaşındaki Noriko’nun eserlerini, bu eserlere yansıyan ortak yaşamlarını izliyor, aşkın tüm zıtlıklara rağmen iki insanı bir araya getiren ve ikisini bir arada değiştirip geliştiren bir güç olduğunu anlıyorsunuz. Aynı zamanda Chelsea’nin ve Chelsea galerilerinin fon oluşturduğu bir New York’ta gezebiliyor, sanat eserlerinin yapım ve alım-satım sürecine dair bilgiler edinebiliyorsunuz.

Cutie and the Boxer (2)
Cutie and the Boxer (2013, Zachary Heinzerling)

İki sanatçının ve uzun yıllardır süren aşklarının hikayesini başarılı bir kurguyla anlattığı hikayesinin yanında, canlı renkleri ve iyi seçilmiş müzikleri ile görsel ve işitsel olarak da tatmin edici bir film “Cutie and the Boxer”. Henüz diğer adayları izlememiş olsam da En İyi Belgesel kategorisinde yer almayı kesinlikle hak ediyor. Yalnızca sanatı ya da bir sanatçının hayatını belgeleyen bir belgesel olmakla sınırlamıyor çünkü kendini. Aşk hakkında, iki insanın birbirini nasıl değiştirdiği ve bu değişikliklerin nasıl kendilerini ve sanatlarını etkilediğini gösteriyor.

Shirley: Visions of Reality (Avusturya, Gustav Deutsch)

Shirley-Visions of Reality  (1)

Festivalin birbirinden ilginç gözüken sanat begeselleriyle dolu “Sanat Hayat İçindir” bölümünü incelediğimde, en sevdiğim ressamlar arasında saydığım Edward Hopper’ın eserlerinden ilham alan bir film görmek beni heyecanlandırmıştı. Ne var ki, “Shirley: Visions of Reality”, okuduklarımdan sandığımın aksine bir belgesel değildi; üstelik !f için gerçekten kötü bir başlangıç yapmama neden olan sorunlu bir kurmaca filmdi. Sorunlarının temeli Avusturyalı bir yönetmenin Amerikalı bir ressamın tablolarındaki Amerikalı bir kadını anlatmaya çalışması mıydı emin değilim. Fakat ressamın 13 tablosunda gözüken Shirley’nin episodik ve kurmaca hikayesi gerçekten soğuk, mesafeli ve sıkıcı… Ressam hakkında hiçbir şey öğrenmeyişimiz bir yana, bazen hayallerine bazen hayal kırıklıklarına bazense tiyatro aşkına tanık olduğumuz bu kadının yaşadığı anlar arasında bir bütünlük kurmak çok zor. Aynı zamanda filmin senaristliğini, kurguculuğunu ve prodüksiyon tasarımcılığını üstlenmiş yönetmenin başarılı olduğu tek alan prodüksiyon tasarımı. Film başlar başlamaz Edward Hopper’ın tablolarının içinde hissetmenizi sağlayan dekorlar, renkler ve objeler dışında filmi izlemenizi gerektirecek hiçbir sebep yok bana kalırsa.

Concussion (ABD, Stacie Passon)

Concussion (2)
Concussion (2013, Stacie Passon)

!f’i takip etmeye başladığım 2006 yılından beri festivalin en sevdiğim bölümlerindendir Gökkuşağı. Adındaki renklilik yalnızca LGBT karakterlerle ilgili filmlere yer verişinden değil, 4-5 filmlik bölümde her zevke, her renge hitap eden bir film bulunmasından kaynaklanıyor bence. Bu yıl programıma eklediğim iki Gökkuşağı filminden ilki olan “Concussion”, hikayenin belli bir cinsel yönelime bağlı kalmaksızın okunabilir olmasından dolayı ortalamının üzerinde bir filmdi. Lezbiyen, evli ve çocuklu bir çiftten Abby’nin hissettiği cinsel boşluğu ve açlığı karısı ile dolduramaması sonucunda fahişelerle birlikte olmaya, hatta hemen sonrasında düzenli olarak bizzat fahişelik yapmaya başlamasının ardındaki duygu ve sebepleri izliyor; bir insanın bedeniyle neler yapabileceği ve bunun ahlaki boyutu üzerine derinlemesine düşünme imkanı buluyoruz. Filmin başrolündeki Robin Weigert çok iyi oyuncu. Filmde beni rahatsız eden ve eksikliğini hissettiğim tek nokta ise şu: “Concussion”, adını Abby’nin filmin hemen başında başına aldığı darbeden alıyor. Sembolik olarak Abby’nin bu darbenin ardından değişimini görmemiz bekleniyor. Diğer yandan bu darbenin filmin hemen ilk sahnesi oluşu, Abby’nin karısı Kate ya da çocukları ile olan ilişkileri konusunda hiçbir ipucuna sahip olmamamıza neden oluyor. Yine de Stacie Passon’un ilk filmi “Concussion”, yılın benzer temalı François Ozon filmi “Jeune et jolie” ile kıyaslanacak denli başarılı.

El vals de los inútiles (Şili & Arjantin, Edison Cajas)

The Waltz of Useless Mass  (3)
El vals de los inútiles (2014, Edison Cajas)

Şili ve Arjantin ortak yapımı bu belgeselimsi yapım, 2011 yılında Şili’de yaşanmış bir halk hareketini gözler önüne seriyor. Devletin özel okullara verdiği desteğe ve paralı eğitimden yana oluşuna karşı çıkan öğrenciler ve halkın karşılaştığı orantısız polis şiddeti, ve yaptıkları yaratıcı eylemler ile  kamusal alan işgalleri anlatılıyor filmde. Ülkemizde yaşanmakta olan toplumsal değişikliklerle olan paralellikleri fark ettiğimizde, filmin evrensel bir boyutu olduğunu görüyorsunuz. Kamera çoğunlukla bir lise öğrencisini, geri kalan zamanlarda ise Pinochet diktatörlüğüne karşı hareketlerde rol almış orta yaşlı bir tenis öğretmenini takip ediyor. Filmin amatör bakış açısı ve gerçekçi tekniği kendinizi Şili’deki toplumsal hareketin bir parçası hissetmeniz için çabalasa da; hikayesizliği ve birbiri ardına kaydedilmiş görüntüleri, beni kendine çekemedi.

Swim Little Fish Swim (ABD & Fransa, Ruben Amar & Lola Bessis)

Swim Little Fish Swim  (4)
Swim Little Fish Swim (2013, Ruben Amar & Lola Bessis)

New York’un sanat ortamında kendilerini göstermeye çalışırken aileleri ve sanatları arasında kalan bir kadın ve bir adamın kesişen hayatlarını anlatıyor “Swim Little Fish Swim”. Bu iki sanatçıdan biri olan 19 yaşındaki video sanatçısı Fransız Lilas’ı canlandıran Lola Bessis, aynı zamanda filmin iki yönetmeninden biri. Filmin indie, hipster gibi kavramlarla tanımlanabilecek havası, sonuna kadar yüzünüzde bir gülümsemeyle izlemenizi sağlıyor. Diğer yandan şarkılarıyla, karakterlerinin birbirleriyle ilişkileriyle ve sanatçı tiplemeleriyle farklı, alternatif olabilen filmin senaryosundaki sıradanlıklar ve klişe sınırlarını zorlayan finali tüm bunlarla ters düşüyor.

short term 12 poster

Short Term 12 (ABD, Destin Cretton)

2013 boyunca birçok uluslararası festivali dolaşan ve birçok bağımsız film listelerinde yılın en iyileri arasında yer alan bir yapım oldu “Short Term 12”. Ödül sezonuna girdiğimizde Brie Larson’un performansını konuşur olduk.

short term 12

Yardıma ve ilgiye muhtaç, çoğunluğu aile şiddeti nedeniyle ailelerinden alınmış çocukların yaşadığı bir kuruma görevli olan 20’li yaşlardaki Grace’in çocuklarla empati kurdukça kendi psikolojisi ve kendi geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalıyor. Yönetmen Destin Cretton’un kendi kısa filminden uyarladığı “Short Term 12”, aile içi şiddetin açtığı psikolojik yaraları ve bıraktığı izleri hem çocuk hem de yetişkin karakterlerinde görmemizi sağlıyor.

short term 12
Short Term 12 (2013, Destin Cretton)

“Short Term 12”, oldukça karakter odaklı bir senaryoya sahip. Tamamı Grace’in etrafında dönen filmin ihtiyacı olan en önemli şey, bu karakteri anlayabilecek ve başarıyla canlandırabilecek bir oyuncuymuş. Ve Brie Larson sayesinde bunu yakalamış, başarılı olmuş. Bakımevindeki çocukların her biriyle olan inandırıcı yakınlığı ve diyaloglarında da, sadece Grace olarak da çok şey başarıyor Larson. Film, gözyaşı döktüren ve gülümseten sahneler arasındaki dengeyi de çok iyi sağlamış. Son yıllarda birbirinin kopyası olmaya başlamış filmler nedeniyle beni çokça hayalkırıklığına uğratan Amerikan bağımsız sinemasını neden sevdiğimi hatırlattı bana.

Test (ABD, Chris Mason Johnson)

test
Test (2013, Mason Johnson)

!f’in Gökkuşağı bölümünde bu yıl izlediğim ikinci film (ilki “Concussion”dı) “Test” oldu. 1985 yılında San Francisco’da geçen filmin ve karakterlerinin odağında, söz konusu onyılın kabusu olan AIDS korkusu var. Hastalığın henüz nasıl bulaştığının, etkilerinin ne olduğunun ve hatta nasıl teşhis edilebileceğinin dahi bilinmediği yıllarda bu bilinmezliğin yarattığı korkunun eşcinsel bireyleri nasıl etkilediğini anlatıyor “Test”. Hastalığın bir eşcinsel hastalığı olarak nam salması nedeniyle korkusunun yanında çilesini de eşcinseller çekiyor. Başroldeki Scott Marlowe (Frankie), henüz adını hiç duymamış olmamıza rağmen çok başarılı bir oyuncu. Filmin en önemli özelliği ise orijinal koreografileri… Frankie ve yakınındaki insanların bir dans kumpanyasındaki dansçılar oluşu nedeniyle filmde birçok dans sahnesi yer alıyor. Provalar ve sahne performanslarını detaylı ve derinlemesine izlerken karakterlerin arasındaki ilişkileri ve karakterlerin psikolojilerini de çözümleme fırsatı buluyoruz. Koreografi o denli önemli ki, filmin sonundaki kredilerde yönetmen ve yapımcıların adlarının hemen arkasından koreografın (Sidra Bell) adını görüyoruz. Walkman ve kasetlerden dinlenen müzikler filme iyi bir 80’ler atmosferi katıyor. Frankie’nin duyguları, korkuları ve endişelerine göre değişen renk ve ışıkla görüntü yönetmenliğinin de katkısı büyük. “Test”in !f 2014’ün en iyileri listemde yer alacağı kesin.

The Dirties (Kanada, Matt Johnson)

dirties
The Dirties (2013, Matt Johnson)

Sinemada beni en çok çekmeyi başaran temalardan biri, çocukların ya da ergenlerin şiddetle olan ilişkisini ve bunun sebeplerini sorgulayan, anlatan filmlerdir. Gus van Sant’ın “Elephant”ı ve Michael Haneke’nin “Das Weisse Band”ı da bu konudaki favorilerimdir. Kanada yapımı “The Dirties”, kolayca silahlara ulaşabilen ve bu ‘avantajını’ okulda bir katliam yapmak için kullanan çocukların/ergenlerin anlatıldığı filmlere bir yenisini ekliyor. Gerçekten amatörce çekilmiş olan filmin çıkış noktası, lisede sinema dersi alan ve tüm okul tarafından dışlanan, ezilen, aşağılanan iki arkadaşın dersleri için çektikleri kısa film. Matt ve Owen, okuldaki zorbalara haddini bildiren iki dedektifi canlandırdıkları film sınıfta gösterildiğinde, zorbaların eline alay konusu olmak için daha fazla koz vermiş oluyorlar. Bu da Matt’in psikolojisinin karanlık tarafa kaymasına, ikilinin arasının bozulmasına ve gerilimin artmasına neden oluyor. Farklı bir gerçeklik yaşamaya başlayan Matt, okulun planlarını ele geçiriyor ve kolaylıkla ulaşabildiği silahları bir çantaya dolduruyor. Belki benim türe olan ilgimden kaynaklanıyordur; fakat filmin başındaki uyarılar nedeniyle yaşananların gerçekliğini de, kamerayla ikiliyi izleyen üçüncü bir kişinin varlığını da uzun süre sorguladım, bu nedenle de zevkle, heyecanla izledim. Klasik hikaye anlatımından uzak olduğu için kolay izlenen bir film olmasa da, Matt ve Owen’ın temsil ettiği öğrenci psikolojisini çok iyi anlamış bir film var karşımızda. Bunun nedeni de tabii ki yönetmenin kendini canlandıran Matt olması.

The Spectacular Now (ABD, James Ponsoldt)

the spectacular now
The Spectacular Now (2013, James Ponsoldt)

“(500) Days of Summer”ın senaristlerinden bir film “The Spectacular Now”. Ayrıca başrollerde son dönem gençlik filmlerinin yükselen erkek oyuncusu Miles Telller ile “The Descendants”ta George Clooney’den rol çalan Shailene Woodley var. Bu iki bilgiyi okuduğumda kötü bir film izleyebileceğim aklımın ucundan dahi geçmiyordu. Fakat buhranlı Amerikan banliyö yaşamı, alkolik lise öğrencileri, hayallerinden korkan ve bu korkuyu kötü birer örnek olan ebeveynlerinin başrısızlıklarıyla ilişkilendiren karakterlerle dolu bu filmi tanımlayabilecek tek sözcük ‘sıkıcı’.

Tim’s Vermeer (ABD, Teller)

tims vermeer
Tim’s Vermeer (2013, Teller)

Sanat ve bilimin iç içe geçebilmesi, bir ‘Rönesans Adamı’ olmak kavramı Da Vinci’ye özgü, Rönesans’ta kalmış olgular değil. “Tim’s Vermeer” özetle bunu anlatan, son zamanlarda izlediğim en ilginç belgesellerden. Tim Jenison, elini attığı her işi başarabilen, her makinenin nasıl çalıştığını kolayca kavrayabilen, yeni makineler icat edebilen, her türlü yazılımı kullanabilen bir dahi. Başta televizyon yayını teknolojileri alanında olmak üzere bu yeteneğini ve yeteneğinin kazandırdığı parayı yeni icatlar yapmak için kullanmış. En çok merak ettiği şeylerden biri, sanat tarihçilerinin bir cevap bulamadığı Vermeer’in kullandığı teknik ve en çok istediği şeylerden biri, bir Vermeer tablosu yapmak. Hayatı boyunca hiç resim yapmamış olsa bile… Film, bilimi kullanarak hiçbir sanatsal yeteneği olmayan bir insanın nasıl sanat eserlerine imza atabileceğini canlı canlı kanıtlıyor, sanata ve bilime ilişkin çok ilginç bilgiler veriyor. Belgesel izlemeyi seviyor, sanata ve/veya bilime ilgi duyuyorsanız kesinlikle kaçırmamalısınız.

Dom Hemingway (İngiltere, Richard Shepard)

dom hemingway
Dom Hemingway (2013, Richard Shepard)

Jude Law’u bir antikahraman olarak izlemeyeli ne kadar oldu (ya da hiç oldu mu) bilemiyorum. Prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yapan, fakat adını muhtemelen 2014 yılı içerisinde ABD’de vizyona girmesiyle sık sık duyacağımız “Dom Hemingway”, 12 yıl hapiste kaldıktan sonra geride bıraktığı boktan yaşama geri dönen bir adamı anlatıyor. Dom Hemingway’in cinsel organına yaptığı uzun bir güzellemeyle, görkemli bir monologla başlıyor film. Hapisten çıktıktan sonra ise boşandığı karısı ile evlenen adamı dövmek, hapse girmesine neden olan patronuna sövmek, kendisinden nefret eden kızı ile arasını düzeltmeye çalışmak ve alkol-seks-uyuşturucu ile özlemini gidermekle uğraşıyor Dom Hemingway. Çok iyi yazılmış bir kaybeden hikayesi dinliyor, Londra sokaklarını izliyoruz. Ve tabii ‘değişik’ bir Jude Law…

filth

Filth (İngiltere, Jon S. Baird)

“Filth”in adını ilk kez İngiliz Bağımsız Film Ödülleri’nin (BIFA) aday listesinde görmüştüm. En İyi Yönetmen, Erkek Oyuncu, Yardımcı Erkek Oyuncu, Yardımcı Kadın Oyuncu ve Yapım kategorilerine aday gösterilen (ve daha sonra James McAvoy’un En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandığı) film, aynı zamanda bir Irvine Welsh romanı uyarlaması. Danny Boyle’un 90’larda çektiği “Trainspotting”i yakın geçmişte izleyip oldukça beğenen biri olarak filmi listeme almak için hiç düşünmeme gerek kalmadı.

?????
Filth (2013, Jon S. Baird)

Filmin Olayı: İskoç polis teşkilatında dedektiflik yapan Bruce Robertson, uyuşturucudan telefon sapıklığına dek her türlü pisliğe batmış, karısından arkadaşlarına etrafındaki herkese bir an bile düşünmeden ihanet eden, filmin/romanın adından da anlaşılacağı gibi tam bir “pislik”. Terfi zamanı geldiğinde, seçimin kendisinden yana yapılması adına tüm bu pislik halini ve ikiyüzlülüğünü gösteren bu anti-kahramanın birkaç haftalık dibe çöküşünü tüm çıplaklığıyla izlediğimiz bir film “Filth”.

???????
Filth (2013, Jon S. Baird)

Yeraltı edebiyatı kadar, tiyatro ve sinema uyarlamaları da fiziksel, psikolojik ve ahlaki bir şoka uğratır her zaman. “Filth” de tam olarak böyle bir film. 90’larda Danny Boyle’un bir Irvine Welsh romanına “Trainspotting” ile yaptığını Jon S. Baird “Filth” ile günümüzde yapmış. Karşılaştırmadan duramadığımız bu iki film arasında “Filth” de öncülü kadar iyi bana kalırsa. James McAvoy’un performansı ise “Trainspotting”in Ewan McGregor’unun bir, hatta birkaç adım önünde sanki. Yönetmenin kara film, komedi, drama ve deneysel film arasnda gidip gelen ve dengeyi çok iyi sağlayan başarısı en zorlu anlarında bile hikayeden hiç kopmamanızı sağlıyor. Filmi sevmeniz için Bruce kadar “pislik” bir anti-kahramana sempati duymanıza gerek kalmıyor. Shirley Henderson, Eddie Marsan, Imogen Poots ve Jamie Bell’in performansları da filmi heyecan verici kılan diğer unsurlardan. Filmin benim için tek olumsuzluğu, ağır İskoç aksanının katlanılmazlığı…

Dallas Buyers Club (ABD, Jean-Marc Vallée)

AMF_7243 (307 of 376).NEF
Dallas Buyers Club (2013, Jean-Marc Vallée)

“C.R.A.Z.Y.”, “Young Victoria” ve “Café de Flore” ile favori yönetmenlerim arasına girmeyi başaran Québecli yönetmen Jean-Marc Vallée, bu yıl iki oyuncusunun geçirdiği fiziksel değişim ve sergilediği oyunculuklar sayesinde Oscar yarışının önemli filmlerdinden biri olmayı başaran “Dallas Buyers Club” ile karşımıza çıktı. Film için, 80’lerin sonu ve 90’ların başında insan sağlığı açısından en büyük kabus olan AIDS ile mücadele etmeye çalışan insanların trajedisini anlatıyor diyebiliriz. Teksaslı bir elektrik mühendisi Ron Woodroof rolünde izlediğimiz Matthew McConaughey, hayatta kalma mücadelesine bir de ilaç endüstrisi ile mücadeleyi ekliyor. Bu zorlu yolda polisle, ilaç endüstrisi düzenlemeleriyle, doktorlarla, vergi memurlarıyla ve çok daha fazlasıyla karşı karşıya geliyor. Yanında ise çoğunluğu eşcinsel ya da transeksüel bireyler olan diğer AIDS hastaları var. Matthew McConaughey ve Jared Leto, geçirdikleri fiziksel değişimle yetinmeyerek oyunculuk yetenekleri ile de parlıyorlar. Filmse yalnızca fiziksel değişime uğramış oyuncularla anlatılan gerçek bir hikaye olmaktan çok daha fazlasını başarılı senaryosu ve kurgusuyla yapıyor. Filmin adaylık elde ettiği 6 daldan 3’ünde (En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ve En İyi Makyaj ve Saç Tasarımı) iddialı olduğunu düşünüyor, “Dallas Buyers Club”ı yılın en iyileri arasına ekliyorum.

Mavi Dalga (Türkiye, Zeynep Dadak & Merve Kayan)

Mavi Dalga  (4)
Mavi Dalga (2014, Zeynep Dadak & Merve Kayan)

!f 2014’ün Keş!f yarışmasındaki tek yerli yapım olmasının dışında, festivalin iki yıl önceki Sundance senaryo geliştirme atölyesine seçilen filmlerden olma özelliği de taşıyor. Bu yıl Berlin Film Festivali’nde Türkiye’yi temsil eden filmlerden biri de olan “Mavi Dalga”, arada kalan gençliği çok iyi anlayıp, bunu (çok değil) iyi bir şekilde perdeyi aktarmayı başaran bir ilk-film. Lise eğitimlerini Balıkesir’de sürdüren dört arkadaşın hayat, gelecek ve büyükşehire dair hayalleri, korkuları, arzuları ve sıkışıp kalmışlıkları var “Mavi Dalga”da. Senaryo sürecinde yönetmenle birlikte çalışmış genç oyuncuların metne ve metnin aktarmak istediği duygulara olan hakimiyeti ve seçilen başarılı müzikler filmin güçlü yanları. 7 Mart’ta Başka Sinema programına dahil olacak film izlenmeli.

Finding Vivian Maier (ABD, John Maloof & Charlie Siskel)

Finding Vivian Maier (3)
Finding Vivian Maier (2013, John Maloof & Charlie Siskel)

Benim açımdan !f 2014’ün en ilham verici filmiydi “Finding Vivian Maier”. Film, John Maloof adlı genç bir tarihçinin, bir müzayededen yok pahasına satın aldığı bir koli fotoğrafın peşinden giderek, yaşamı boyunca 100.000’i aşkın fotoğraf çekmiş ve adı hiç duyulmamış bir fotoğrafçıyı, Vivian Maier’ı ölümünün ardından sanat tarihine kazandırmasını belgeliyor. Maloof, kısa süre önce yayınlanan bir ölüm ilanının ardından Maier’a ulaşmak konusunda hayalkırıklığına uğrasa da, onun depolardaki eşyalarının, kolilerinin ve kutularının tamamına ulaşarak eşsiz bir fotoğraf ve video koleksiyonuna sahip oluyor. Tüm yaşamını çocuk bakıcılığı yaparak geçirmiş bu gizli-sanatçının çalıştığı tüm ailelerle görüşüyor, Maier’ın neler hissettiğini, nasıl bir insan olduğunu, karanlık yönlerini, nerelerde yaşadığını, hangi isimleri kullandığını ve en önemlisi neden fotoğraf çekip, neden çektiklerini kimseye göstermediğini araştırıyor. “Finding Vivian Maier” için bir proje, bir belgesel ya da bir bilimsel araştırma demek mümkün. Fakat tüm bunların ardında iyi bir biyografi ve duyguları halen tam olarak bilinmeyen bir insan var.

Miele (İtalya, Valeria Golino)

Honey (1)
Miele (2013, Valeria Golino)

İlk gösterimi Cannes Film Festivali’nde yapılan “Miele”, Valerio Golino’nun ilk filmi. “Bal” takma adıyla çalışan Irene’nin tüm yakınlarından sakladığı işi, ölümcül hastalığa sahip insanlara kendilerinin ve ailelerinin rızasıyla para karşılığında ötanazi yapmak. Film kısaca yaşam ve ölüm hakkını sorguluyor, bunu yaparken insanları yaşama bağlayan şeyleri düşündürtüyor. Irene’nin uğradığı her evde farklı bir hayatın kalıntılarını buluyor, Irene’nin kendisine baktığımızdaysa bambaşka duygulara rastlıyoruz. Müstakbel müşterilerinden Carlo Grimaldi ile kurduğu dostluğun bize ve Irene’ye anlattıkları, vaat ettikleri üzerinde uzun uzun düşünmeyi gerektiriyor. Diğer yandan filmin “Ölümünüzün soundtrack’ini seçme şansınız olsaydı, bu hangi şarkı olurdu?” sorusunu sorması da güzel ve düşündürücü bir detay.

Nymphomaniac (Danimarka, Lars von Trier)

Nymphomaniac (4)
Nymphomaniac (2013, Lars von Trier)

Lars von Trier, “Melancholia”nın ardından, oldukça fazla cinsellik içeren, hatta sansürlü ve sansürsüz iki kurgusu olacağını en başından beri bildiği uzun bir film çekeceğini duyurduğunda herkes gibi ben de heyecanlanmıştım. İki bölümden oluşan “Nymphomaniac”ın !f’te sansürsüz olarak gösterime gireceğini duyduğumda ise ilk bilet aldığım film olacağı belliydi. İki bölümü ardarda izlemek için festivalin son günlerini beklemek de yerinde bir karardı sanıyorum.

İki film, (kendisini bir nymphomaniac olarak tanımlayan) seks bağımlısı Joe’nun, bir gece boyunca tüm hayatını, zevklerini, hatalarını ve yaşadıklarını bölümler halinde yaşlı bir adama anlattığı bir bütünden oluşuyor. İnsan bedeninin ve seksin derinlemesine bir tartışması olarak da yorumlanabilecek “Nymphomaniac”, Joe’nun hikayesini sürekli olarak tarihi, felsefi, toplumsal ve bilimsel açıklamalarla kesen Seligman’ın yorumlarıyla kesiliyor. Filmin zengin oyuncu kadrosu ve altmetinleri onu kusursuzlaştırıyor.

Öncelikle toplam süresi 4 saati aşan film birçok Lars von Trier filminde olduğu gibi bölümlere ayrıldığından ve karşımıza çıkan karakterle sürekli kendini yenilediğinden, kesinlikle sıkıcılaşmadan izleniyor. Son Lars von Trier filmlerinde olduğu gibi görkemli, epik ve klasik müziğin fon oluşturduğu bir açılış sahnesi bekleyenleri, bu kez yine etkileyici olmayı başaran fakat daha farklı bir açılış bekliyor. Filmi tek bir parça halinde değerlendirmek gerekli, zira ikinci bölümü tek başına seyretmek fazla anlamlı olmayacağı gibi, ilk bölümün sonunda da ikinci bölümün teaserları gösteriliyor. Filmi çok beğenmiş olsam da, birkaç kişiden duyduğum “power point sunumu” benzetmelerine de katılmak zorundayım. Seligman’ın hikayeye müdahale ettiği açıklamalı bölümler ve hemen hemen her sözcüğü için kullanılan yerli ya da yersiz görseller filmi yer yer akademik bir ortama taşıyor. Joe’yu canlandıran Charlotte Gainsbourg’dansa Joe’nun gençliğini canlandıran Stacy Martin’in oyunculuğundan etkilendiğimi; filmin en başarılı oyuncusunun (ve sahnesinin) Uma Thurman (ve Uma Thurman’ın rol aldığı sahne) olduğunu söyleyebilirim. Filmdeki cinselliğin kesinlikle rahatsız etmediğini ve hiçbir cinsellik içeren detayın gereksiz ya da yersiz olmadığını da söylebilirim.

!f Notları

Kaze tachinu / The Wind Rises (Japonya, Hayao Miyazaki)

yoko_out
Kaze tachinu / The Wind Rises (2013, Hayao Miyazaki)

Uzakdoğu sinemasına da animelere de mesafeli hatta önyargılı yaklaşan biriyim. Anime ustası Hayao Miyazaki’nin son filmi olacağını açıkladığı, En İyi Animasyon dalında Oscar için yarışan “Kaze tachinu”nun, bu mesafeyi ve önyargıyı ortadan kaldırmak için iyi bir fırsat olacağını düşünmüştüm, fakat ol(a)madı. Objektif yaklaşmak gerekirse, Japon tarihi ve endüstrisi için önemli bir ismin biyografisini işleyen ciddi bir konusu var filmin. Çok iyi müzikleri, çokça emek harcanmış kaliteli çizimlere eşlik ediyor. Fakat en dramatik anları bile mübalağalı mimiklerle karikatürize eden animelere ısınmam konusunda bu ciddi hikaye de işe yaramadı. Miyazaki filmlerine aşık olanların ya da anime sevenlerin kaçırmaması gereken bir yapım “Kaze tachinu”. Bu dalda daha önce ödüllendirilmiş Miyazaki’nin son filmiyle Oscar alması da “Frozen”ı alt edebilirse mümkün olabilir. Yine de kişisel olarak, bu türe bir daha ne zaman şans verebilirim, bilemiyorum.

Under the Skin (İngiltere, Jonathan Glazer)

under the skin
Under the Skin (2013, Jonathan Glazer)

2004’te izlediğim ve beni büyüleyen “Birth”ten beri Jonathan Glazer’ın sıradaki işini merakla bekliyordum. Michel Faber’in romanından uyarlanan ve Scarlett Johansson’un tamamını omuzlarında taşıdığı “Under the Skin” ise benim için bir hayalkırıklığı, kötü bir deneyim, hatta açıkça söylemek gerekirse bir kabus oldu. Tamamı karanlığa boğulmuş sinematografisi, anlaması güç sahneleri, derinlerde saklı altmetni ile bir sinema filminden çok güncel sanat galerilerinde tüplü televiyonlarda gösterilen soyut bir video havasındaydı “Under the Skin”. Avcıyken av olmayı, insani duyguları ve güdüleri, “insan olmak” kavramını güçlü metaforlarla sunmaya çalışıp 108 dakikalık bir karabasan olmakla sonuçlanan bir deneyimdi.

The Double (İngiltere, Richard Ayoade)

The Double (1)
The Double (2013, Richard Ayoade)

Çok iyi eleştiriler alan 2010 yapımı “Submarine”i henüz izlemesem de, Richard Ayoade’nin yeni filmi “The Double”ı !f programıma eklemiştim. Jesse Eisenberg, Jesse Eisenberg ve Mia Wasikowska’nın başrollerini paylaştığı film modern bir Dostoyevski uyarlaması. Adeta görünmez bir adam gibi yaşayan, hoşlandığı kadın, patronu ya da sokaktaki adam tarafından fark edilmeyen bir insanın trajikomik hikayesini anlatıyor film. Bir gün, kendisinin bir kopyası olsa da herkes tarafından görünür birinin hayatına girmesiyle her şey sarpa sarıyor. Çaresizliği de, öfkesi de, fark edilme isteği de artıyor. Yönetmen, filmi günümüz plaza insanlarına da uyarlayabilecekken, distopik  ve zamansız/mekansız bir ortama uyarlamayı tercih etmiş. Hikayesi, söylemi ve oyunculukları ortalamanın çok üzerinde seyreden filme ısınamamdaki tek sebep bu tercih sanırım.

!f 2014 Top5

11 günde izlediğim 21 filmin ardından benim için !f 2014’ün en iyileri (belirli bir sıralama olmaksızın, alfabetik olarak) şu 5 filmi oldu:

  • Dallas Buyers Club
  • Filth
  • Finding Vivian Maier
  • Nymphomaniac
  • Short Term 12