Ben daha önce hiç sessiz film izlememiştim. Küçüklüğümden beri film aşkı ile yanıp tutuşan ve şuanda da film sektöründe çalışan biri olarak bunu utanç içinde söylüyorum… Geçtiğimiz günlerde, ilk sessiz film deneyimimi Michel Hazanavicius’un yönetmenliğini üstlendiği, başrollerini Jean Dujardin ve Berenice Bejo’nun paylaştığı The Artist ile yaşadım.

The Artist

84 yaşındaki babaannemin koluna girdim ve 15.00 seansında birlikte bu muhteşem filmi izledik. 1927 yılında açılan The Artist ilk olarak babaannemin gözlerini doldurdu. Doğduğu seneye geri gitmesiyle birlikte bütün anıları canlandı. Siyah beyaz ekrana baktıkça heyecanlandı, güldü, ağladı; sanki yanımda bir kere daha çocukluğunu yaşadı. Ben ise tamamen yabancı olduğum; ait olduğum jenerasyona çok “uzak” bir deneyimle karşı karşıyaydım. Dünyamızda bugün herkes asla susmayacakmış gibi konuşuyor. Herkesin söyleyecek bir şeyleri var. Hiçbirimiz bir saniye susup kendimizi, içten gelen sesimizi dinlemiyoruz. Aslında neyin önemli neyin önemsiz olduğunu anlayabilmek için sessiz kalmamız gerektiğini farkında değiliz. Hislerimizi doğru ifade edemediğimizi, kelimelerin çevremizdeki etkisini, hayatımızı nasıl şekillendirdiklerini göremiyoruz çünkü susmuyoruz. Sinemadan çıktıktan sonra neden bu kadar duygulandığımı anlamam biraz zaman aldı.

The Artist

Ben bir tiyatro salonundaki heyecanın içinde büyüdüm. Kulisteki telaşın içinde bulunmak, ileride hayatıma vereceğim yönü belirledi. Görüyorum ki -ne yazık ki- sahnedeki oyuncularla kurduğumuz iletişimin özelliği her geçen gün yok oluyor. Bir oyuncu ile seyirci arasındaki bağ değil artık önemli olan. Sinema dünyasında seyirci bir perde ile baş başa kalıyor. Tiyatrodaki samimi ortamı sinema salonunda yakalamak mümkün değil diye düşünüyordum ta ki The Artist’i izleyene kadar.

Sinemanın yok olacağını savunanlara karşı ortaya atılan bir teori sinemanın toplu bir aktivite olduğu dolayısı ile bir ritüel olduğudur. İnsanlar birbirlerinin enerjisinden, kahkahasından ya da gözyaşlarından etkilenir; dolayısı ile ortaya kolektif bir enerji çıkar, bu da sinemayı evde bir filmi izlemekten farklı kılar.

Bu teorinin gerçekliğini bana The Artist kanıtlamış oldu. Transformers gibi bir filmi izlerken asla etrafımdaki seyircilerin varlığını fark etmeyen ben, The Artist’i izlerken, samimi bir ortamın içinde buldum. Bazı sahnelerde çıt çıkmazken bir anda hiç tanımadığım seyirciler ile kendimi konuşurken, onların duygularını paylaşırken buldum.

Bana içinde büyüdüğüm tiyatro salonunu, kaybettim sandığım heyecanı yaşattı. İzlediğim günden beri Oscar gecesine damgasını vuracağını, sinema dünyasında yeni bir sayfa açacağını savunduğum film beni yanıltmadı. Gişe başarısı olarak Oscar tarihinde en başarısız filmler arasına girmesine rağmen sanat kavramını bize tekrar hatırlatan bir film The Artist. İzlemeyen kalmasın…