Tokyo’ya ilk gidişimin üzerinden aşağı yukarı 1 yıl geçti. Bir kere tanıştıktan sonra sizi yalnız bırakmayacak şehirlerden Tokyo, bir gün mutlaka tekrar gitmek isteyeceğiniz şehirlerden. O yüzden okuyacaklarınızın bir kısmı dün gibi canlı aklımda, bir kısmı kafamda çok evirip çevirmekten zihnimin oyunu belki de. Şüphesiz ki, görmeden bilemezsiniz.

Konum

Bildiğimiz Dünyanın Sonu: Tokyo
Bildiğimiz Dünyanın Sonu: Tokyo

Eğer yüzyıllar önce sandıkları gibi dünya tepsi gibi dümdüz olsaydı, tepsinin kenarına denk gelecek, bildiğimiz anlamda dünyanın bittiği yer, Japonya’yı oluşturan adalar topluluğunun dışa doğru kavislendiği noktanın doğu kenarı, bugünkü Tokyo’nun olduğu körfez olabilirdi pekala. Hoş, dünyanın yuvarlak olması çok bir şey de değiştirmiyor, Tokyo’ya gidince bildiğimiz anlamda dünya bitiyor, başka bir alem başlıyor. Japonya’yı biraz bilen herkes ısrarla Tokyo’nun gerçek Japonya olmadığından dem vuruyor, ama kendi adıma bu bilgiyi doğrulayacak / çürütecek deneyime haiz değilim, benim baktığım yerden Tokyo bayağı Japonya gibi görünüyor. Tren istasyonlarındaki mahşeri kalabalığın İstanbul trafiğini utandıracak düzeninden tutun da, metroda yanınıza oturup makyajını tazeleyen animeden fırlamış Harajuku kızına, gecenin bir vakti kimonosuyla trene koşuşturan geyşa topuzlu genç bayana, New York’u minik bir maket gibi bırakan gökdelen ormanına kadar filmlerden, kitaplardan tanıyıp sevdiğimiz, bir gün yolum düşer mi acaba diye merak ettiğimiz Japonya işte!

Tokyo Metrosunda olağan bir akşam
Tokyo Metrosunda olağan bir akşam

Japonlar, çalışkan millet vesselam, o sebeptendir ki mesaiden ve jetlagden arta kalan zamanda koştura koştura gezip görebildiklerim & yiyip içebildiklerim okyanusta bir damla adeta. Mesela biz, bu kadar uzağa gelmişken bir Şinto tapınağı görelim dedik, şehrin göbeğine konuşlanmış Meiji tapınağına uğradık. Şehrin belki de en hareketli noktalarından birinde olmasına rağmen kapısından geçip ağaçların içinde yürümeye başlayınca tropik bir ormanın içine doğru ilerliyormuşsunuz gibi hissettiren Meiji tapınağının girişinde, İslam’daki abdeste denk düşen bir arınma pratiği dahilinde, pek estetik bir çeşmeden akan suda elimizi ve ağzımızı kötülüklerden arındırdık. Roma’da Romalılar gibi yapmak lazım malumunuz, el çırpıp eğilerek Şinto tanrılarına dua ettik. Yetmedi, ertesi sabah rahipler ilgili tanrılara iletsin diye ahşap tabletlere dilekler yazdık. Öte yandan vaktimiz yetmediği için Asakusa’daki devasa Buda tapınağına uzanamadık.

Yüksek mercilere dileklerimizi iletmenin rahatlığıyla hemen tapınağın yanındaki Yoyogi Park’a yayıldık. Tıpkı Batılı ülkelerdeki kardeşleri gibi, Tokyo da beni park ve bahçeler müdürlüğündeki arkadaşların işlerini iyi yapıyor olmalarıyla kıskançlık krizlerine sürükledi. Tokyo dünyanın en pahalı şehirlerinden biri malumunuz, özellikle sanat meraklısı gençlerin stüdyo kiralayacak paraları pek olmuyormuş, bu sebepten Yoyogi Park gibi şehir parkları, özellikle hafta sonları açık hava stüdyosu gibi, pratik yapmak için bir araya gelmiş Aikidoculardan, davulculardan, Kabukicilerden ve diğer enva-i çeşit performans heveslisinden geçilmiyor.

Bildiğimiz Dünyanın Sonu: Tokyo
Bildiğimiz Dünyanın Sonu: Tokyo

Bir deneyim olarak alışveriş atlanmamalı Tokyo’da. Bizdeki Japon Pazarı konseptinin atası, her şeyin 100 yen + KDV’ye satıldığı 100-yen dükkanlarından alışverişi zaten atlamamalısınız. Bunların en meşhuru Daiso, Harajuku’da bir şubesini bulabilirsiniz. Ama bir de benim favorim Tokyu Hands var. Yüzyıllardır “Japonlar yapıyor abicim” dememize sebep olan her şeyin tek bir çatının altında toplandığı, ilgi alanına göre ayrılmış katlarında kaybolmak ve bir daha bulunmamak isteyeceğiniz , sadece Tokyo’da eşine rastlayabileceğiniz bir hobi dükkanı kendisi.

Alışverişi keyifle birleştiren bir mekan da T-Site Daikanyama; müzik ve kitap alışverişleriniz için emrinizde. Çok yakınına dizili restoranlarda karnınızı doyurup, etrafında sıralanmış butikleri ziyaret edebilirsiniz. İngilizce kitap seçenekleri sınırlı ama özellikle anime kültürüne adanmış reyonları görülmeye değer.

Geçerken uğrama fırsatı bulduğumuz Harajuku, özellikle animelerden çıkmış gibi giyinmiş karakterleriyle meşhur. Londra’nın Camden Town’una tekabül edebilecek, hatta birlikte gezdiğim İngiliz’e “I thought Camden was special” dedirtecek bir mekan kendisi.

Şehrin bir diğer nev-i şahsına münhasır semti Roppongi çılgın geçe hayatıyla ve de “Roppongi’de olan Roppongi’de kalır” düsturunu benimsemiş ziyaretçileriyle biliniyor.

Harajuku’nun hemen yanındaki Shibuya ise şehrin kalbi. Şehirdeki bütün yollar Shibuya’ya çıkıyor, Tokyo deyince kafamızda oluşan belki de ilk görüntü Shibuya oluyor. Tokyo’da geçen hemen her filmde gördüğümüz meşhur yaya geçidi de Shibuya’da. Yaya geçidine en hakim nokta ise Shibuya Starbucks’ın yaya geçidine bakan penceresi.

Burada bir parantez açalım, her nev-i filmle bulanmış sinema meraklısı zihnimizi gezdirmek isteyebileceğimiz çok turistik üç mekandan bahsedelim.

İlki pek ünlü Hachiko filminde adı geçen, hani köpeciğin ölene kadar sahibini beklediği tren istasyonu Shibuya tren istasyonunun ta kendisi. Hatta istasyonun kapılarından biri Hachiko adıyla biliniyor, Hachiko’nun tunçtan bir kopyası hala orada bekliyor.

İkincisi Gonpachi; bilenler bilirler, Tarantino’nun sadece Kill Bill’deki değil, bütün filmografisindeki en önemli sahnelerden biri, The House of Blue Leaves ismiyle sinema tarihine geçmiş bir restoranda geçer. Rivayet şudur ki, Tarantino Nishi-Azabu’daki Gonpachi isimli restoranı o kadar sevmiş ki, Kill Bill’deki meşhur katliam sahnesini o restoran için yazmış, filmi çekerken de stüdyoya birebir benzeyen bir kopyasını yapmaktan çekinmemiş. Lucy Liu’nun biçildiği bahçeden eser yok tabii, ama duvarlardaki bizdeki kebapçı konseptine benzer şaşkın şöhret fotoğrafları, restoranın girişinde sergilenen, filmden tanıyacağınız bir takım objeler ve pek tabii hafif turist damak zevkine hitap etse bile enfes menüsüyle gönül rahatlığıyla uğrayabileceğiniz bir lokasyon kendisi.

Bildiğimiz Dünyanın Sonu: Tokyo
Bildiğimiz Dünyanın Sonu: Tokyo

Üçüncüsü ise Tokyo Hyatt Hotelinin barı; New York Bar. Lost in Translation’ın büyüsüne kapılıp, Tokyo’yu bir masal şehri sandıysanız, filmin atmosferine en az para harcayarak en çok yaklaşacağınız Tokyo deneyimi filmin ana karakterlerinden biri olan Park Hyatt Tokyo’nun New York Bar’ında, biriciğimiz, Charlotte’umuzdan esinlenilmiş Scarlet kokteylini yudumlayabilir, Tokyo’nun sonsuza doğru dalga dalga yayılan ışık seline hayran kalabilirsiniz. Yok benim çok param var, saçmaya doyamıyorum diyorsanız, otelin 5 günlük “Lost in Tanslation” paketi de var, 380,000 Japon Yeni karşılığında onu da deneyebilirsiniz pek tabii. (Türk lirasına çevirmeyi benim içim kaldırmadı, buyrun siz çevirin)

Kapa parentez.

Benim Tokyo’dayken Lost in Translation’ın Charlotte’u gibi varoluş krizlerine girecek pek vaktim olmadı. Ama son günün hiç uyku görmemiş sabahında, günün ilk ışıkları altında, 34. kattaki odamdan şehre şöyle bir baktım. Bir tarafım içinde kaybolmak, diğer tarafım ilk uçakla evime, aklımın erdiği bir işleyişe dönmek istedi, içimde bir lastik gerildi sanki. Bir dahaki sefere kadar, “Sayonara” dedim içimden, koskoca şehir, belinden bükülüp teşekkür etti.