Soluna ile: Madrid-İstanbul Arasında Geçen Şifalı Bir Serüven
Çocukluk arkadaşım Gökçe, Madrid’e yerleşti ama sadece yerleşmekle kalmadı, Soluna isimli bir marka kurdu. Tütsüler, sabunlar, kristaller ve daha neler neler var Soluna’da bir bilseniz… Madrid ve Soluna’yı Gökçe’yle konuşmak için, sizi hayali salonumuzun misafir koltuğuna bekliyoruz, Gökçe’nin ilhamını ve heyecanını anlamak için bize katılın!
Bilmeyenler için kısa bir özet geçerek başlamak istiyorum yazıma, 18 sene Beşiktaş’ta yaşadıktan sonra ODTÜ’yü kazanınca Ankara’ya taşındım. Beşiktaş, mahalle ruhunu hissedeceğiniz, kasabı, manavı, terzisi, çiçekçisi, kitapçısı herkesle ahbap olabileceğiniz bir ilçe. Ihlamurdere Caddesi üzerinde oturduğumuz için tüm çarşıyı çok iyi bilirim. Hatta dükkanlar, esnaflar zamanla değişse, kahve dükkanları eski kitapçılarımızın yerini alsa da hâlâ “ev” denilince aklıma ilk Beşiktaş gelir.
Çok şanslı bir çocuk olarak ilkokulu ve ortaokulu evimize yürüme mesafesindeki Büyük Esma Sultan İlköğretim Okulu’nda okudum. Ihlamurdere Caddesi üzerinde yürüyerek yaklaşık 10 dakikada ulaşırdık okulumuza ama önce Mısırlıbahçe Sokak’ın köşesinde Zeynep ve Gökçe’yle buluşurduk. Yazın dondurma kışın Oktay Fırını’ndan, Olimpia’dan kurabiye ya da açma alırdık, okul yolunda da yerdik. Hâlâ her anımsadığımda gülümsüyorum, ne şahane günlermiş! Zeynep evlenip yine Beşiktaş’ta yaşamaya devam etti, Gökçe ise Madrid’e yerleşti ve bir yandan da Soluna’yı kurdu, hadi gelin hep birlikte çocukluk arkadaşımın markasını yakından tanıyalım.
Hola canım! Çok heyecanlıyım bize Soluna’yı anlatacağın için. Çünkü ben de ilk kez bu kadar detaylı dinleyeceğim. Önce bize biraz kendinden bahset sonra da Soluna’dan… Bu fikri nasıl oluştu, süreç nasıl ilerledi?
Canan, annelerimizin hamileyken tanışmaları ve sonraki süreçte de okul hayatımızın birlikte geçtiğini de düşünürsek hayatım boyunca en uzun soluklu tanıdığım dostumsun desem yanlış olmaz herhalde… İyi ki varsın diyerek başlamak istedim röportaja.
Şimdi gelelim Soluna’ya… Ben, Soluna markasını kurmadan önce, birçok şirkette çalıştım. Hayatımın her döneminde kendi işimi yapmak istemiştim ama bu bir türlü hayata geçiremedim, erteledim, cesaret edemedim. Fakat bir gün artık bu olmalı dedim, o an nasıl geldi hiç bilmiyorum. Aslında uzun yıllardır planlıyordum. Doğayla olan sevgimiz ve sürekli yeni şeyler üretip denememiz, ablamın da benim de sürekli aldığımız eğitimler ve iyileştirmeyle ilgili konulara merakımız hep vardı, hep öğreniyorduk. Ben doğal kozmetik ve aromaterapi eğitimleri aldım. Ablam ise uzun zamandır kendi atölyesinde seramik üretmeye devam ediyordu. Benim de sanat hep hayatımın bir parçası oldu. İyi bir takipçiyim, elimden geldiğince de burada da seramik ve resim işleri üretmeye devam ediyorum. Ve tabii daha pek çok şey. Kristal taş şifacısıyız ikimiz de, bu konuda da uzun soluklu eğitimler aldık. Yani demem o ki çokça konuya elimiz değdi ancak hepsi de birbiriyle bağlantılıydı. Heybemizde çok şey biriktirmişiz farkında olmadan. Bizi ister istemez Soluna’ya getirmiş hayat…

Sonra Madrid yaşantısı… O da hayatıma bir anda giren önemli bir değişiklik oldu. Madrid’e yerleştim ve kurumsal işimi bıraktım. Hiçbir şeye sahip olmadan zamanlar geçirdim. Sadece kendimi dinledim diyebilirim. Çokça okudum, ilham topladım. Hayat bana “işte şimdi ne yapabiliyorsan yap” diyeceği bomboş bir sayfa ile karşıma çıktı ve ablam ile beraber yıllarca hayalini kurduğumuz Soluna için bir gecede düşünüp başlamaya karar verdik. Sonrasında buradaki arkadaşım İlkem de bizlerle beraber çalışmaya başladı. O da doğal kozmetik konusunda uzman ve aynı zamanda bir mühendislik geçmişi var. Bize başka bir bakış açısı getirmiş oldu. Heybemizdekileri önümüze döktük ve işte Soluna bir anda doğuvermişti. Hep ertelediğim hayallerimin kapısından bu şekilde girdim.
En doğala, en eskiye, insana en iyi gelene odaklanarak bir hayalin peşine düştük… Soluna, güneş ve ay demek. Güneş ve ay bütün geleneklerde eril ve dişil olanın birleşimi, evrendeki sonsuz bütünlük ve olmuşluk halini anlatır. Güneş, kutsallık, ışık, bilgi, ay ise, yenilenme, aydınlanma ve varoluşu sembolize eder. Gönül verdiğimiz bu iki sembol ile logomuzu ve aslında felsefemizi oluşturduk.
Hepimizde olan farklı yetenekler sayesinde, ürün geliştirme ve üretim tarafında çok etkin bir durumdayız. Her konuda elimizden gelenin en iyisini ve en doğrusunu yapmaya çalışıyoruz. Bu nedenle, ürünlerimizi kendimiz üretiyor bunun yanı sıra web sitesinden, reklam çalışmalarına, fotoğraf çekiminden ürün sunumuna ve içerik hazırlanmasına kadar her şeyi kendimiz yapıyoruz.
Zaten profesyonel iş yaşamımızda ablam reklam ajansı tarafında, ben marka tarafında satış-pazarlama alanında, İlkem ise e-ticaret tarafında çalışıyordu ve bu deneyimler bizim için fırsata dönüştü diyebilirim.
Pandemi koşullarını düşünürsek, böyle zorlu bir dönemde marka yaratmak zor oldu mu?
Soluna’yı kurmak daha önce de bahsettiğim gibi hep aklımızda olan bir şeydi, aslında pandemide başlaması biraz denk geldi diyelim. Kendi aramızda konuşurken bunu, her şeyin olması gerektiği zamanda ve olması gerektiği şekilde olur diye ifade ediyoruz. Öncesinde insanların bu konular hakkında bakış açısı ve bilgisi daha azdı, şu an pandemi ile beraber bunun tamamen değişmeye başladığını fark ediyoruz. Artık gerçekten herkesin şifaya, iyileşmeye, doğal olana ihtiyacı var. Marka yaratmak uzun bir süreç ve Soluna şu an bebek bir marka. Yolumuz uzun ama bir şekilde yolun başlangıcı böyle bir döneme denk geldi. Pandemi bizim için bu dünyanın ve her şeyin durduğu enteresan zamanlardı. Aslında Soluna için çok daha fazla zaman bulmamız için bize fırsat yarattı.
Neden Madrid’de böyle bir iş kurmak istedin?
Aslında biz Soluna’yı Madrid ve İstanbul odaklı düşündük ilk başta ama şu anda Soluna mekandan bağımsız bir marka oldu. Güzel kargo anlaşmaları ile dünyanın her yerine makul gönderim ücretleri ile ürünlerimizi gönderebiliyoruz. Amerika’dan İsviçre’ye kullanıcılarımız var. Hatta İspanya özelinde satışlarımızın diğer ülkelere oranla düşük olduğunu söyleyebiliriz. Madrid’de böyle bir markanın olmasının tek sebebi ise zaten orada yaşıyor olmamdı.
Ürünlerinizden biraz bahseder misin?
Ürünlerimiz tamamen doğal içeriklerden oluşuyor, aslında bu konu en hassas olduğumuz şey diyebilirim. Doğal ürünün ne demek olduğu konusunda insanlar yeni yeni bilinçleniyor. Bu konuyu derinlemesine bilen az. Ne yazık ki, birçok ürün doğal adı altında doğal içeriklerden yoksun üretiliyor ve satılıyor. Bu sebeple ham maddelerimiz konusunda oldukça titiz davranıyoruz.
Biz ürünlerimizde herhangi bir koruyucu ve katkı maddesi kullanmıyoruz. Ürünleri ortaya çıkarmadan önce, planlama yaparak; sürdürülebilir, kaliteli, faydalı ve doğa dostu olması için uğraşıyoruz. Önceliğimiz bu. O kadar ki ilk siparişlerimizi gönderirken acaba kargoya alternatif ne yapabiliriz diye çok düşündük. Kargo malzemeleri bile içimizi acıtıyor. Her şeyin geri dönüştürülebilir olmasına gayret ediyoruz. Hatta kullanıcılarımızdan da bu inceliği bekliyoruz.
Ürünlerimize gelecek olursak Soluna’da; tütsüler, doğal mumlar, balmumları, seramikler, lip balmlar, losyon barlar, sabunlar, yüz temizleme pedleri, doğal taşlar bulunuyor. Yani özünde iyileştiren, iyi hissettiren, kadim bilgilerden, eski şifa yöntemlerinden, unutulmuş öz bilgilerimizden doğan ürünler diyebiliriz bizimkilere.
Sertifikalı doğal kaynaklardan temin edilmiş, içimize sinen malzemeler ile ürünlerimizi oluşturuyoruz. Mesela bir susam yağı seçmek için dahi pek çok üretici ve ürün denedik. Esansiyel yağlarımızı her birini yerel ve güvenilir üreticilerden tedarik ediyoruz. Her şeye çok titizlendik, çok önem verdik. Ürün isimleri belirlerken bile saatlerce konuştuğumuzu hatırlıyorum. Her bir ürüne çokça emek ve zaman harcadık.
Ancak şunu şu konseptte yapalım, ah şu da şöyle olsun diye düşünmedik. Konsept bizim ruhumuzdan kopan, gerçekten inandığımız ve yaşamımızın bir parçası olan konulardı. Bir şekilde ortaya çıktılar. Temiz, sakin tasarımlar, doğal içerikler. Evrende var olan elementler. Özünde insana iyi gelecek bir misyon taşımasıydı bizim için önemli olan.
Madrid’de ve İstanbul’da birer atölyemiz var ve üretim yapıyoruz. Ancak gelecek hedeflerimizde büyük bir şirket olmak yok açıkçası. Kalitemizin ve enerjimizin bozulacağı noktalarda büyüme hevesine girmiyoruz. Kendi içimize sinmeyen, çocukların dahi kullanabileceğimiz ürünler ortaya çıkarmak ilk amacımız. Bu noktadan uzaklaştığımızda, hayallerimizden de uzaklaşmış oluruz.
Sanırım Soluna bilincini yaymak için bir şeyler hazırlıyorsunuz? Sosyal sorumluluk projelerinizden bahseder misin?
İleriye yönelik olarak sosyal sorumluluk projelerinde yer almak, insan eşitliği, iklim krizi gibi konularında destek olmak için Soluna olarak çeşitli projeler düşünmekteyiz. Özellikle iklim krizi ve sürdürülebilirlik ile ilgili bir proje hazırlıyoruz şu anda. Detayları oluştuğunda seninle de paylaşacağım. Artık gerçekten bir şeyler yapmalı, hep konuştuğumuz ve asla adım atmadığımız konular arasında kalmamalı sürdürülebilirlik… Biraz da bu noktadan yola çıkaraki insanlara bu konu ile ilgili kolay yöntemlerle, kendi evlerinde, işlerinde, yaşam alanlarında nasıl destek olabileceklerini gösteren, eğitim içerikli bir proje olacak. Çeşitli dernekler ile görüşmelerimiz oldu. Umarız bu hayalimizi de gerçekleştirebiliriz.
Madrid hakkında ne düşünüyorsun? Şehir sana neler hissettiriyor? İşinle ilgili nasıl ilham veriyor?
Madrid mutlu bir şehir bence, en çok bu özelliği seviyorum diyebilirim. Farklı enerjileri içinde barındıran, sosyal bir şehir. Bir gün neşeli bir teras partisindesiniz mesela, ertesi gün parkta tanımadığınız kişilerle sohbet ederken bulabiliyorsunuz kendinizi. Madridliler sosyalleşmeyi çok iyi biliyor diyebilirim. Yaşayan bir şehir burası ve haliyle bu da beni besliyor.
İspanyollar keyfine, eğlenmeye düşkün insanlar. Öğlen saatleri siestaya giren kurumlar ile işiniz yoksa bu durum benim için çok keyifli diyebilirim. Biraları, sangriaları, tapasları da es geçemeyeceğim. Ancak bir turist olarak geliyorsanız “No hablo ingles” cümlesini sıkça duyabilirsiniz. Çünkü İngilizce konuşma oranı çok düşük bir şehir Madrid.
Soluna ile Madrid’de sıradan bir günün nasıl geçtiğini de merak ediyorum.
Madrid insani rahatlatan bir şehir, kimsenin hiçbir şeye acelesi yok gibi. Burada eğlenmek ya da dışarıda vakit geçirmek için, insanlar sadece hafta sonunu tercih etmiyor. Bu nedenle hafta içi Pazartesi, Salı gibi günlerde bile akşamları iş çıkışında insanlar dışarıda vakit geçiriyorlar. Evler küçük ve balkon kültürü çok olmadığı icin kafelerin barların teraslarında insanlar bir şeyler içmek için buluşuyorlar. Ben de bazı günler fotoğraf çekimleri ve ürün çalışmaları için atölyeye gidiyorum. Akşamları ise,ilgili olduğum konularla ilgili eğitimlere devam ediyor, okumalar yapıyorum. Bazı akşamlar arkadaşlarımla dışarı çıkıp bir şeyler içip vakit geçiriyorum. Haftada 2 gün seramik atölyesine gidiyorum.
Madrid’de yemek saati çok geç ve genellikle restoranlar akşam 8:30’dan önce açılmıyor, artık bu düzene alıştığım için, genellikle o saate kadar zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum. Madrid kozmopolit bir şehir, bu nedenle çok fazla kültürü tanıma fırsatım oluyor. Birçok değişik ülkeden arkadaşlarımız var. Bunun işimize katkısı ise, dünyada birçok yere gönderim yaptığımız için bize nerede neyin daha çok istendiğini daha iyi anlama fırsatı sunuyor. Madrid turistik açıdan çok zengin bir yer değil, belli başlı müzeler var, ancak birçok sergi düzenleniyor. Buraları gezmekse bana ilham katıyor ve sıklıkla yapmaya çalışıyorum. Bir yerden başka bir yere gitmek zor değil, özellikle İstanbul trafiğinden sonra. Bisikletle şehri gezebiliyorsunuz, bazen sabah bisikletle Retiro parkına gidip, orada vakit geçiriyorum. Aslında şöyle diyebilirim. Madrid’de günlerim sıradan bir gün olmuyor. Hepsi birbirinden farklı, rengarenk enerjiler taşıyor. Ve ben de her sabah kollarımı açıp o günün getirdiklerini karşılıyorum.

Okuyucularımıza Soluna’dan öğrenip evde günlük hayatlarında uygulayabilecekleri tavsiyeler verir misin?
Aromaterapi ve iyileştirici diğer disiplinlerin hepsinin özünde ruh, beden, zihin dengesi bulunur. Yani önce farkındalıkla başlar her şey ve “Benim neye ihtiyacım var?” sorusunu cevaplayabilmekle. Esasen işin en zor kısmı bu. Çünkü hızlı hayatlarımızın içerisinde, en çok da kendimizi fark etmeden yaşıyoruz. Mesela ben iyileştirici öğretiler ile tanışmadan önce, birkaç hastalık yaşadım ve hastalıklarım beni bu noktada çözüm aramaya itti. Hasta olmayı beklemeden kendimizi, ruhumuzu, vücudumuzu duymayı bilmeliyiz. gerekirse biraz yavaşlamalıyız.
Bu süreçte meditasyonların çok faydası oluyor. İç sesimizi duymamızda ilk adım bence meditasyon. Hayat içerisinde her an meditasyon yapabileceğimizin farkına varıyoruz daha sonra. En sonunda sonsuz bir meditasyon hali, an’ın içerisinde yaşamayı gerçekten ve bilinçli bir şekilde öğrenmiş oluyoruz.
Ben de bu yolculuğa yıllar önce başlarken kendime odaklandım, “bana ne iyi gelir?” düşüncesiyle başladım. Okuyuculara en büyük tavsiyem bu olur. Önce kendine odaklanmaları gerek! Meditasyon dışındaki birkaç ritüelimden de bahsedeyim. En yüksek frekanslı uçucu yağ olan gül yağı ile buhurdanlık yakarım. Adaçayı, defne, üzerlik kullanarak evimi ve yaşam alanlarımı haftada bir veya ihtiyacıma göre birkaç kez tütsülerim. Dönem dönem kullandığım çeşitli kristal taşlarım var ve her zaman yanımdan ayırmadığım kristal kuvarsım. Taşların hikayesi uzun. Zaman zaman içerik olarak vermeye çalışıyoruz; ancak haftalarca konuşsak bitmeyecek kadar bilgi saklıyorlar içerlerinde. Onlar evrenin DNA’ları. Okuyucularına kristal taşların şifasından da faydalanmalarını tavsiye ederim. Benim ve tanık olduğum pek çok kişinin hayatlarında ciddi değişimler yarattılar.
Bazı günler modum düşük olduğunda narenciye kokuları tercih ediyorum. Narenciye kokuları yaşam enerjimizi yükseltir. Mum yakmak hem koku duyumuza şifa sağlarken, ateşe bakmak da yüzyıllardır atalarımızın yaptığı gibi odaklanmamızı sağlar ve ateş elementimizi yükseltir. Ayrıca küçük sprey şişelerine sularının içerisine, o gün ihtiyaç duyulan esansiyel yağlardan damlatıp kendi aura spreylerini yaratabilirler.
Cilt ürünlerinde tutarlı ve devamlı hareket etmelerini tavsiye edebilirim. Ayrıca sentetik ve parfümlü ürünleri hayatlarından çıkarsınlar. Cildin kolay yaşlanmasına neden olan kanserojen zehirli içeriklerden mümkün olduğunca kaçınsınlar. Gün içerisinde bilgisayar başında uzun kaldıklarında lavanta keselerini kullanabilirler. Lavanta her türlü strese karşı inanılmaz bir yatıştırıcıdır. Mesela anksiyete tedavisinde dahi yardımcı bir kokudur. Örneğin evimin içerisindeki radyasyon yayan aletler için shungit taşı ve kaktüslerim var.
Çok karışık zihinli olduğum günlerde tütsü yakar, yüksek frekanslı müzikler açarım. Tarot da kişisel hayatımın bir parçası, tarot eski Mısır’dan beri uygulanmış bir inisiye yöntemi, kahramanın yani insanoğlunun ruhsal yolculuğunu anlatır ve buna semboller aracılığı ile katkı sağlar. Meditasyonlarıma tarot, taşlar, aromaterapi, nefes çalışmalarımı da dahil ederek bitmeyecek olan bu yolculuğuma devam ediyorum. Özet olarak kendini duymayı ve sevmeyi öğrenmekle başlıyor aslında… Sonrasında kişi kendi ihtiyacına göre, kendi yolunda gidiyor ve ihtiyaçlarını seçiyor. Bunların dışında, hayatlarımızda yaşam tarzımızı ve alışkanlıklarımızı değiştirmek için kendimize karşı sabırla ve anlayışla yaklaşmalıyız. Küçük tavsiyeler vermeye çalıştım, umarım ihtiyacı olan kişilere faydası olur.
Kendi markasını kurmak isteyen kişilere cesaret veren önerilerin olur mu?
Kendi markasını oluşturmak isteyen ve bizden ilham alan tüm kişilere söyleyebileceğimiz şey adım atmak için beklememeleri ve sonrasında sabırlı ve kararlı olmaları, işin şifresi bu. Hayat içerisinde ruhunuza iyi gelmeyen pek çok durumla karşı karşıya kalıyoruz. Bazı kişiler, olaylar, yaşam planınızda sizin zorunuzla duruyorlar. Onları bırakınca ise, özgürce akıp gidiyor her şey. Olaylar olması gerektiği zaman ve yerde oluyor. Ancak akıntıyla gitmek, beklemek de demek değil. Olacak diye beklemekle de olmuyor. Ne istiyorsak hemen şimdi harekete geçmeliyiz. Kendimize ve işimize inancımızı hiç kaybetmeden sabırla devam etmeliyiz. Bizi oluşturan temel değerler bunlar.
Hayal etmek, cesaret etmek ve devam etmek… Harekete hemen şu an geçmek, çünkü biliyoruz hayat sadece şimdide. Ayrıca tabii ki keyifle yapmak da önemli. Neşe ve kahkaha ile yapılan her şey mucizesiyle geri dönüyor. Çok yakında kişisel gelişim, şifa ve ezoterik bilgiler konularında bir dizi eğitimde sunacağız. Yıllar içerisinde kendi hocalarımızı, çevremizde pek çok ruhsal alanda uzmanları biriktirmişiz. Bu bilgileri, Soluna’nın seçeceği, onun frekansına uygun kişiler ile birleştirerek bir topluluk olmayı hayal ediyoruz. Bir yandan da ruha ve bedene iyi gelecek bütüncül şifa sunan yeni ürünler, yeni formüller, yeni tasarımlar üzerinde çalışıyoruz.
Yolun açık olsun Soluna!
Kapak Fotoğrafı: Soluna
İlginizi çekebilir: Hatun Vera Altunöz’den Homemade Aromaterapi Üzerine
Pedro Almodovar: İlhamını Madrid’den Alan Yönetmen
Festival filmlerine bilet alırken heyecanla öncelik verdiğimiz İspanyol sinemasının duayeni Pedro Almodovar, bizlerle son olarak geçtiğimiz ekim ayında Acı ve Zafer filmiyle buluştu. Almodovar’ın adı bile yetiyor desek yanlış olmaz, afişte adını görür görmez hikayesine bakmadan buna gitmeliyim dedirten yönetmenlerden.

Pedro Almodovar Filmleri Üzerine İnceleme
Cannes film festivalinde ödül alan yapım, Almodovar’ın yönetmenliğinde Antonio Bandreas ve Penelope Cruz üçlüsünün efsanevi geri dönüşüne eşlik etti. Bütünüyle otobiyografik bir yapım olmasa da Almodovar’ın hayatından esinlenilmiş çok fazla kare vardı; izleyiciyi bu kadar bağlayan noktalardan biri de buydu.
İzleyici hayran olduğu yönetmenin hayatından esinlenilmiş bu hikayeyi, Almodovar’ı anlamak istemişti belki de. Filmin ismi ve iki saat boyunca size eşlik eden sahneleri hüzünlü bir hikaye gibi dursa da benim için hüzünden çok bir keşif hikayesiydi. Orta yaşı geçmiş, kariyerinde önemli aşamalar kaydetmiş bir yönetmenin, geçmişiyle hesaplaşmaları ve kendisini tekrardan keşfetme çabasının hikayesiydi.

Almodovar’ın eşsiz oyuncu kadrosunda Penelope Cruz, Antonio Bandreas ve Carmen Maura’yı sık sık izlemişsinizdir. Almodovar’ın kendisi için böylesine özel olan hikayenin başrolünde ise tabi ki Antonio Bandreas vardı. Almodovar’ın filmlerinde sık sık işlediği konulardan biri geçmişle hesaplaşma aslında; bu konuyu sadece Acı ve Zafer’de değil, Juileta ve Hable con Ella gibi filmlerinde de görebilirsiniz. Bu filmlerin hikayesi için “sanki geçmişte bir şey arar gibi, sanki geçmişle hesaplaşıp bugünü iyileştirmeye çalışır gibi” diyebiliriz.

Almodovar’ın yeteneği, sahne geçişleri ve eşsiz oyuncu kadrosu bir yana filmlerini kült hale getiren başka bir şey daha var; güçlü kadın hikayeleri. Tüm dünyada sinema sektörünün çoğunda başrollerde erkek oyuncular varken kendisi kariyeri boyunca kadın başrollere ağırlık verdi. Farklı hikayeler, birbirini hiç tanımayan ama ortak bir amacın mücadelesini veren kadın karakterleri bizlerle buluşturdu. Yönetmenin güçlü kadın hikayelerinin ve Penelope Cruz’un en iyi performansını izleyebileceğiniz yapımlardan biri “Volver”.
Madrid: Almodovar’ın İlham Kaynağı
Bugün adını ezber bildiğimiz tüm sanatçıların, bilim insanların hayatlarında kulaktan kulağa gezen bir dönüm noktası var. Almodovar’ın ki ise rengarenk Madrid. Evet, doğru okudunuz! Almodovar henüz 16-17 yaşlarındayken tek başına Madrid’e yerleşti. Madrid’e yerleştikten yıllar sonra ise birinin onu keşfetmesiyle yıldızının parladığını düşünüyorsanız, fena halde yanılıyorsunuz! O 16 yaşındaki gencecik çocuk ne istediğini bilerek Madrid’e gelmişti. Eğitimini tamamlayıp sinema dünyasına girecekti! Hayallerini gerçekleştirene kadar çeşitli işlerde çalıştı, farklı hayatlar gördü. O dönem yaşadıkları, gördükleri de bugünkü Pedro Almodovar’ı oluşturdu. Küçücük bir kasabadan gelen Almodovar, İspanya’nın farklı bir yönüyle tanışmıştı.

Hayallerine giden bu süreçte ‘Los Goliardos’ isimli tiyatro topluluğuna katıldı. Peki bu toplulukta kiminle yolu kesişti dersiniz: Carmen Maura! Pedro Almodovar’ın güçlü kadın oyuncularından olan Carmen Maura ile daha hikayeleri başlamadan tanışmışlardı. Yaşadıkları dönem, Franco yönetiminin İspanya kültüründeki yankıları, Almodovar’ın büyüdüğü küçük kasaba ve kendini keşfettiği rengarenk Madrid karşımıza “Pedro Almodovar”ı çıkardı.
Yaşadığınız şehir ne kadar önemli olabilir? Eğer o şehir tüm farklılığına ve zorluğuna rağmen; sizi olduğunuz gibi kabul ediyor ve o macera dolu hayatına sizi de katıyorsa, yaşadığınız şehir her şeydir. Kim bilir Pedro Almodovar için ne kadar önemli?
Kapak Fotoğrafı: artnewspress.com
İlginizi çekebilir: Sine Magger’dan Almodóvar Filmleri
Madrid’de Sanat Rotası: Mutlaka Görmeniz Gereken 3 Müze
Madrid’de yaşadığım zamanlarda en sevdiğim boş zaman aktivitesi sanat galerileri ve müzeleri gezmekti. Madrid’de 50’den fazla müze ve sanat galerisi bulunduğunu göz önünde bulundurursak benim gibi düşünenler için oldukça fazla seçenek var. O halde Madrid’de sanat yolculuğu için önemli duraklara bir göz atalım.

Biliyorum halen mümkün oldukça evdeyiz, birçoğumuz incelikle planlanmış bir sürü seyahatimizi iptal etmek zorunda kaldık. Bir süre daha evimizde, kendimizle meşgul olacağız ve bu zamanlar elbet bitecek. Tekrar ucuz bilet peşinde koşacağız. Ben de seyahat opsiyonlarımızın sınırlı olduğu bu zamanlarda bana en iyi gelen bir yeri, Madrid’i, size anlatmak istiyorum. Yazıyı kaydedip 2021 planlarınıza dahil edebilirsiniz, belki karşılaşırız, kim bilir.
Madrid, Prado Müzesi veya Picasso’nun “Guernica” adlı eserini de bulunduran Reina Sofia Müzesi gibi popüler müzelere ev sahipliği yapar ve Madrid’de sanat müzelerinin çoğunun “free entry” günleri vardır, yani haftanın belli günlerinde ya da belli saatlerde bu müzeleri ücretsiz gezebilirsiniz. Ben yazımda bu özel giriş saatlerinden de bahsedeceğim ama siz yine de ziyaret etmeden önce tekrar kontrol edin.
Madrid’de Sanat Müzeleri
1- Prado Müzesi (Museo Del Prado)
Eğer Madrid’de zamanınız kısıtlı ise ve sadece bir müze gezmeye vaktiniz (ve bazen sabrınız) varsa onun Prado olmasını öneririm. 1819’da açılan Prado Müzesi, İspanya’nın ulusal sanat müzelerinden biridir ve bu müzede İspanya’nın tarihini resmeden, sembollerle dolu bir sürü eseri görebilirsiniz. Ek olarak, bu müzede sadece resimler, tablolar yok; ünlü heykeltıraşların eserlerini de görebilirsiniz.
Bu müzede benim mutlaka görülmeli diye düşündüğüm eserlerden biri Velazquez‘in “Las Meninas“‘ı yani “Nedimeler” adlı eseri ve Bosch‘un “Garden of Earthly Delights” yani “Dünyevi Zevkler Bahçesi” adlı eseri. Müzeye, her gün 18:00-20:00 saatleri arasında ücretsiz giriş yapabilirsiniz. Müze oldukça büyük olduğu için 2 saatte her yeri görebileceğinizi düşünmeyin, içeri girmeden hangi eserleri görmek istediğinizi belirlerseniz ziyaretiniz daha rahat ve verimli geçer.
2- Kraliçe Sofia Müzesi (Museo de Reina Sofia)

Eğer bir sanatseverseniz, İspanya’nın en prestijli eserlerinin yer aldığı Reina Sofia müzesini mutlaka görmelisiniz. Bu müze Prado’daki eserlerden daha yeni eserleri (20. yüzyıl ağırlıklı buradaki tablolar) kapsıyor. Müzenin iki ana binası var; birinde sadece Dali ve Picasso’nun eserleri sergilenirken diğerindeki tablolar değişiklik gösteriyor.
1937’de İspanya İç Savaşı sırasında Nazi Almanyasına ait bir uçak İspanya’nın Guernica şehrini bombalıyor, böylece iç savaş Avrupa’da daha fazla dikkat çekiyor. Picasso’nun Guernica adlı tablosu, savaş trajedilerinin ve savaşın bireyler üzerindeki acı verici etkilerinin bir özetidir. Bu etkileyici tabloyu da Reina Sofia’da görebilirsiniz. Seyahat edemediğimiz bu günlerde ise bu linkten müzedeki bazı bölümleri online olarak gezebilirsiniz.
3- Thyssen-Bornemisza Müzesi (Museo Thyssen-Bornemisza)
Thyssen-Bornemisza’da, Van Gogh ve Caravaggio gibi ünlü ressamlara ait 1500’den fazla eser bulunuyor. Burada daha çok modern sanat ve pop art örnekleri görebilirsiniz.
Salvador Dali’nin el yapımı rüya adını verdiği seriye ait olan ve eşi Gala’yı resmettiği “Dream Caused by the Flight of a Bee around a Pomegranate a Second Before Wakening Up” yani “Narın Etrafında Uçan Arının Sebep Olduğu Rüyadan Bir Saniye Öncesi” adlı tablosu da bu müzede yer alıyor.
Sonraki yazılarda görüşmek üzere. Benim seyahatlerimi Instagram’dan da takip edebilirsiniz. Unutmadan yorumlarda buluşalım; siz Madrid’de en çok hangi müzeyi sevdiniz? Ya da hangi müzeyi gezmek istersiniz?
Kapak Fotoğrafı: Wikipedia
İlginizi çekebilir: Anıl Ekin Özdemir’den Farklı Bir Madrid Deneyimi
Farklı Bir Madrid Deneyimi
İspanya dediğimde insanların aklına ilk olarak Barselona, ardından da başkent Madrid geliyor. Tabii bu şehirler tapas, sangria, paella gibi lezzetler, gezilmesi gereken ünlü meydanlar, flamenko gösterileri, İspanyolların rahat ve samimi havası, gece hayatı gibi keyifli detaylardan ayrı düşünülmüyor. Bu detayları tamamen atlamadan deneyimlemeye ve keşfetmeye çalıştığım şehir Madrid’den oldukça keyifli anılarla ayrıldım. Bende tekrar tekrar gitme isteği uyandıran, gezinizi renklendireceğine inandığım o mekanları sizinle paylaşmak istedim.

Madrid’deki favori mekanlarım genelde şehrin daha genç ve yaratıcı mahallesi diyebileceğim Malasaña’da bulunuyor. Bu mahallenin yaratıcı tarafını konsept dükkanlarında, barlarında, kafelerinde, restoranlarında görmek mümkün.

Tasarım ve içerik olarak keyif veren mekanlara sahip olan Malasaña’daki üç favori mekanımdan birincisi Crack isimli bar. Healthy Dinner ve Bar konseptlerini birleştiren mekan sipariş ettiğiniz yemekleri masadaki herkesin paylaşacağı şekilde servis ediyor. Organik şaraplarınızın veya biralarınızın yanında bir-iki çeşit yemek paylaşmanızı tavsiye ederim. Balkabaklı ve mantarlı risottosu ile pancar salatası benim fazlasıyla hoşuma giden iki lezzetti. Keyifle sohbet edip güzel bir yemek yerken, mekanın tasarımının da etkisiyle kapanana kadar orada oturmak isteyeceksiniz. Farklı bir atmosfer yaratan ışıklandırması, ferah masaları, arkada çalan keyifli müzikleri (genelde indie folk tadında) ve cuma akşamı bile gitseniz fazla kalabalık olmayan mekanın sevimli müşterileri ile samimi bulacağınıza inandığım bir mekan Crack. Fazla büyük ve kalabalık olmaması sebebiyle müşterilere gösterilen ilgi de mekanın bir diğer güzelliği.
Bahsetmeden geçemeyecağım ikinci mekan ise bir sokağın köşesinde konumlanmış olan kafe Hanso. The Barn Berlin’den gelen kahve çekirdeklerinden yapılmış bir americano ve yanında bir kase sıcacık yulaf ile Hanso’da başlamıştım Madrid macerama. Çekirdeklerini aldığı The Barn ise Berlin’de gitme fırsatım olan, kahve içmeyi adeta bir ritüel olarak gören bir kafeydi. Kahve çekirdekleri arasındaki farkı hissettiğim, damağımda çiçekli notalar bırakan mekanın kahvesini burada görmek beni zaten heyecanlandırmıştı. Sonra bir kahve almak veya menüdeki diğer kahvaltılık seçenekleri de deneme bahanesi ile yolumu birkaç kez daha Hanso’ya düşürdüm. Madrid’deki son sabahımda Hanso’da müzik eşliğinde tek başıma kahvaltı ettim ve kocaman pencerelerin önüne oturup gelip geçenleri izledim. Büyük olmadığından mis gibi bir kahve kokusunun hakim olduğu sevimli ve sıcak bir mekan olan Hanso‘ya en azından bir kahve içmek üzere uğramanızı öneriyorum. Kahvemdeki kavruk tat, kahvaltı için lezzetli seçenekleri ve mekanın samimiyeti ile bende özel bir yer edindi Hanso.
Üçüncü ve son mekanımız Vega tamamen vegan menüye sahip bir restoran. Sevdiğiniz yemeklerin vegan opsiyonlarını deneyebilir, veya tamamen vegan mutfağa özgü tatlarla tanışabilirsiniz. Zaten vegan veya vejeteryansanız buraya bayılacağınızın garantisini verebilirim! Lezzetli yemeklerin yanında çalışanlar da kıpır kıpır ve memnuniyetiniz için herkes elinden geleni yapıyor. Ayrıca ortamın hafif loş olması da ayrı bir samimiyet katıyor mekana. Vega’ya dair iki tavsiyem, gitmeden önce rezervasyon yaptırmanız ve 2-3 kişi giderseniz yemekleri paylaşacak şekilde söylemeniz.

La Central, La Fabrica ve Panta Rhei ise bir müze gezecek kadar vakit ayırdığım üç kitabevi. Eğer kitaplara dair bir zaafınız varsa siz de ister istemeze zamanınızın büyük bir kısmını buralarda geçireceksiniz. La Fabrica fotoğraf kitapları basan bir yayınevi, mağazasında da sanat kitaplarından romanlara çeşitli yayınevlerinin kitapları mevcut. La Central, Reina Sofia Müzesi’ne ait, yeni açılan kocaman bir kitabevi. Panta Rhei ise daha yerel, ara sokakta konumlanmış olan sevimli bir kitabevi ancak burada ağırlıklı olarak İspanyolca kitaplar bulunuyor.

Madrid’e dair birkaç tavsiyem daha var: Retiro Park’a bir öğle vaktinizi ayırmalısınız, biralarınızı veya şaraplarınızı alıp çimlerde uzanabileceğiniz bu park, kış güneşinin tadını çıkarmak için birebir. Vaktiniz olursa Retiro Park gibi doğayla yakınlaşabileceğiniz bir diğer huzur verici alan olan, Madrid Botanik Bahçesi’ne de uğramalısınız. Ayrıca parka da, botanik bahçeye de pek uzak olmayan Prado Müzesi’nde Bosch, El Greco, Velazquez, Goya eserlerini; Reina Sofia Müzesi‘nde de Picasso’nun Guernica adlı eserinin yanı sıra Damien Hirst, Francis Bacon, Salvador Dali, Rene Magritte, Man Ray, Yves Klein, Max Ernst’in eserlerini de görmelisiniz.

Madrid planlarınızı yaparken theMagger’daki birçok tavsiyeyi not etmek için farklı yazılar okumayı unutmayın! Buraya tıklayın.
Endülüs Seyahatnamesi Final: Dönüş Yolunda – Madrid
Madrid’i tanımlayan tek bir sembol anıt, bina, meydan yoktur. Paris’in Eiffel’i, Barcelona’nın La Sagrada’sı, Roma’nın Colosseum’u gibi ikonik bir yapıya sahip değildir ama onu oluşturan mimariden gastronomiye her bir parça sonuçta Madrid’i muhteşem bir şehre dönüştürür. Madrid, uzun ve görkemli bir tarihin olduğu kadar büyük meydanların, geniş ve uzun caddelerin, canlı sokakların, parkların, dünya çapındaki müzelerin, gastronominin, kraliyet asaletinin ama aynı zamanda gündelik yaşamın canlılığının şehridir. Tüm bu yoğunluğuna ve büyüklüğüne rağmen mükemmel metro ve ulaşım sistemi, temizliği ile aynı zamanda dünya üzerinde yaşam kalitesi en yüksek şehirler arasında yer alır.
[[konum_1]]
“Suyun üzerine yapıldım. Duvarlarım ateşten…”
(Madrid Arması’nın Üzerindeki Yazı’dan)
Endülüs gezimiz Cadiz’den başlayarak 5 kadim şehri, Malaga, Sevilla, Cordoba, Granada, ziyaret ile sona eriyor ve başladığımız yere, Madrid’e geri dönüyoruz. Madrid, Avrupa standartlarında dev bir şehir; bir metropol… Madrid, eski ve modern İspanya’nın başkenti, Ortaçağ’da Castilla ve Aragon’un merkezi, Arap – İslam Endülüs’ün ezeli düşmanı… Madrid, Endülüs’ün, başka bir deyişle İber Yarımadası’na hakim olan Arap-İslam İmparatorluğu’nun bir parçası olarak kuruldu. Emir I. Muhammed tarafından 865 yılında Arapların ‘Mayrit’ (Al-Majrit) olarak adlandırdıkları bölgeye bir kale yaptırılır ve etrafında da bir kale-şehir inşa edilir. Bu şehir günümüzdeki Madrid’in temelini oluşturur. 1083’e kadar İslam İmparatorluğu’nun egemenliğinde kalan şehir Castilla Kralı VI. Alfonso de Leon tarafından ele geçirilir ve o tarihten 1492’de Granada’nın düşüşüne kadar İber Yarımadası’na damgasını vuran Hristiyan – İslam Mücadelesi’nde Hristiyanlığın karargahlarından biri haline gelir. Öte yandan Madrid’in Büyük İspanyol İmparatorluğu’nun ihtişamlı merkezine ve başkentine dönüşmesi Kutsal Roma İmparatoru Charles V (İspanya Kralı olarak ise Carlos I) iki büyük Hristiyan Krallığı’nı, Castilla ve Aragon’u birleştirdikten sonra gerçekleşir. Charles V, Carlos I olarak İspanya Kralı olduğunda başkent olarak Endülüs’ün merkezi Sevilla’yı düşünür ancak sonradan tahta çıkan oğlu Philip II sarayını ve maiyetini Madrid’e taşıyarak şehri fiilen başkent yapar. Şehir, İspanya’nın altın yüzyılı (siglo de oro) olarak bilinen 17. Yüzyıl’da zenginliğinin ve ihtişamının doruğuna ulaşır; aynı zamanda Avrupa’nın en önemli kültür ve sanat merkezlerinden biri haline gelir, muhteşem mimarlık şaheseri yapılarla donatılır. Tarihinin getirdiği bu sanatsal, kültürel ve politik derinlik Madrid’i Londra, Paris, Viyana, Roma ve Lizbon gibi Avrupa’nın en önemli ‘emperyal’ ve güzel şehirlerinden biri yapar.

Madrid’i tanımlayan tek bir sembol anıt, bina, meydan yoktur. Paris’in Eiffel’i, Barcelona’nın La Sagrada’sı, Roma’nın Colosseum’u gibi ikonik bir yapıya sahip değildir ama onu oluşturan mimariden gastronomiye her bir parça sonuçta Madrid’i muhteşem bir şehre dönüştürür. Madrid, uzun ve görkemli bir tarihin olduğu kadar büyük meydanların, geniş ve uzun caddelerin, canlı sokakların, parkların, dünya çapındaki müzelerin, gastronominin, kraliyet asaletinin ama aynı zamanda gündelik yaşamın canlılığının şehridir. Tüm bu yoğunluğuna ve büyüklüğüne rağmen mükemmel metro ve ulaşım sistemi, temizliği ile aynı zamanda dünya üzerinde yaşam kalitesi en yüksek şehirler arasında yer alır.
Madrid’i meydanları, caddeleri ve sokaklarında yapılacak uzun yürüyüşler ile keşfetmek gerekir. Madrid’te rehberlerde, tanıtımlarda önerilenler dışında bu gezintiler sırasında keşfedilmeyi bekleyen bir sürü mekan bulunmaktadır. Arada dinlenmek için keşfedilen bu mekanlarda verilecek kısa süreli molalar bu gezileri daha bir güzelleştirir.

Madrid’in meydanları, cadde ve sokakları ne kadar kalabalık olsalar da ferahlık duygusu verir insana. Bir cumartesi öğleden sonra Plaza Mayor ve Puerta del Sol’un kalabalığı ve canlılığı şehri damarlarınıza kadar hissetmenizi sağlar. Plaza Mayor’un simetrik dikdörtgen mimarisi ve etrafını çevreleyen binaları Madrid tarihini gözler önüne serer. Plaza Mayor, Madrid’in en bilinen spesiyallerinden biri olan kalamar sandviç yemek için ideal bir yerdir. Şehrin belki de en popüler ve yoğun yeri olan Puerta del Sol ise gerçek anlamda da Madrid’in ve İspanya’nın merkezidir. Tarihsel olarak İspanya’nın sıfır noktası sayılır.

Her iki meydandan da birkaç dakikalık bir yürüme ile Madrid’in en bilinen bulvarı Gran Via’ya ulaşılır. Şehrin ana damarı, alışverişin ve iş dünyasının merkezlerinden biri olan Grand Via 20. Yüzyıl’ın ilk dönem modernizmini yansıtan mimarisi ile New York caddelerini andırır. Nitekim İspanyol Broadway’i olarak da adlandırılan cadde Avrupa’nın en canlı ve yoğun caddesi olarak da kabul edilebilir. Sabah 05.00’de bile kalabalık olan caddeden o saatte de müzik sesleri, canlı şarkılar duyulur. Cadde Calle de Alcala’yı, Plaza de Espana’yı bağlar.

Calle de Alcale 10,5 km uzunluğu ile Madrid’in en uzun caddesidir. Puerta de Alcala, Plaza de Cibeles, Instituto Cervantes, Banco de Espana gibi şehrin en önemli mimari yapılarından bazılarına ev sahipliği yapar. Cadde Madrid’in merkezi meydanlarından biri olan ve şehrin en bilinen turistik yerlerinden biri olan Buen Retiro Park’ın da bulunduğu Plaza de la Independecia ile birleşir.

Ve Salamanca… Madrid’in en lüks ve şık bölgesi. Calle de Alcala ve Paseo de la Castellana tarafından sınırları çizilen bu bölgedeki cadde ve sokaklar şehir kaşiflerine Madrid Burjuvaları arasına karışarak şehrin zerafetini keşfetmeleri için müthiş zamanlar vadeder. Bölgenin ana caddeleri olan Calle de Serrano ve Calle de Jose Ortega y Gas, diğer benzerleri Via del Corso, Lafeyette, Via Monte Napoleone veya Kohlmarkt gibi dünyanın en tanınan lüks markalarına evsahipliği yapan birer ‘alışveriş’ merkezi gibi gözükseler de Madrid’in kendine has havasını yansıtırlar. Salamanca içinde yer alan Calle de Lagasca, canlı havası, irili ufaklı şık ve fiyat açısından ulaşılabilir butikleri ile belki de en ilgi çekici caddedir. Calle Claudio Coello gibi 20 Euroya ayakkabı alabileceğiniz mağazalar ile Canali’nin komşu olabildiği güzel caddeler de bölgedeki çeşitliliği yansıtır. Bölgedeki restoranlar ve kafeler de gastronomik bir zenginlik sunar ziyaretçilerine. İspanyol mutfağının yaratıcılığı ile geleneksel mutfağın bir arada yer aldığı Madrid, İspanya’nın farklı yörelerine ait lezzetleri bir araya getirir.

73 müze ve 46 kütüphanesi ile dünya üzerinde ancak birkaç şehir Madrid kadar ihtişamlı, kapsamlı ve aşkın bir sanat ve kültür ortamı sunar ziyaretçilerine. Bu 73 müze içinde ise üç tanesi, Paseo de Arte’deki ‘Altın Sanat Üçgenini’ oluşturan Prado, Reina Sofia ve Thyssen-Bornemisza Madrid’i sanatseverler için bir mabed haline getirir. İspanyol Kralları’nın ‘altın dönemin’ zenginliği ve ihtişamını ölümsüz kılmak için verdikleri destekle yaratıcılık ve sanatlarının doruğuna ulaşan Velazquez ve Goya; İspanyol resminin kurucusu kabul edebileceğimiz El Greco; mistik resmin en büyük isimleri Zurbaran ve Murillo’nun klasik İspanyol sanatını oluşturan resimleri yanında Flaman, İtalyan ustalar; modern dönemin Picasso, Dali, Miro, Tapies, Sorolla, Gris gibi büyük İspanyol sanatçıları ve her ekolden, her dönemden, her ülkeden sanat tarihinde iz bırakmış neredeyse bütün isimlerin yapıtları bu üç müzenin duvarlarında sergilenirler. Sanat tarihinin en önemli, simge tablolarından bazıları bu müzeleri sanat meraklıları için neredeyse mitolojik yerler hale getirir. Madrid’i tanımlayan tek bir sembol seçmek gerekirse bence tek seçenek olan Prado, tüm zenginliği yanında Velazquez’in Las Meninas tablosuna ev sahipliği yapar. Thyssen-Bornemisza ise Bruegel’den Rubens’e; Gaugin’den Munch’e; Hopper’den Braque’a, Modigliani, Kandisky, Schiele, Böcklin, Pisarro ve Degas’a kadar en büyük isimlerini bir araya getirerek bir resim tarihi geçidi yaptırır. Reina Sofia ise belki de sanat tarihinin en bilinen, en tartışılan savaş resmi olan Picasso’nun Guernicası’na sahiptir. Reina Sofia sadece bir müze değil aynı zamanda İspanya İç Savaşı’ndan günümüze modern İspanyol Tarihi’nin belgelerle aktarıldığı bir kültür merkezidir de.
Madrid müzeleri söz konusu olduğunda, şehrin altın üçgenini oluşturan bu müzeler dışında farklı mimarisi ve içeriği ile CaixaForum Madrid’ten de söz etmek gerekir. Altın üçgenin bulunduğu bölgede, Paseo del Prado’da yer alan ve ’eski bir elektrik santralinden İsviçreli Mimarlar Herzog ve Meuron tarafından yeniden yaratılan bina sadece bir müze-sergi alanı değil aynı zamanda bir sanat ve eğitim merkezi; sanatseverlerin buluştuğu bir çok-işlevli mekandır. Hemen yanında yer alan ve botanist Patrick Blanc tarafından tasarlanan Dikey Bahçe, Avrupa’nın kendi alanındaki en önemli yapıtıdır.

Madrid, konumu ile de çok önemli bir şehirdir. İspanya’nın en tarihi ve ilgi çekici bazı şehirlerine birkaç saatlik uzaklıkta yer alır. Madrid’ten günübirlik gezilerle Avila, Segovia, Salamanca ve efsanevi şehir, El Greco’nun memleketi, İspanya Krallığı’nın ilk başkenti Toledo ziyaret edilebilir. Özellikle Toledo kesinlikle görülmesi gereken bir şehirdir. Arap-İslam İspanya’sı dönemindeki adıyla Tuleytula günümüz İspanya’sındaki en ilgi çekici, en otantik ve özel şehirlerden biridir. Arap-İslam hâkimiyeti sona erip de şehir Hristiyanlar’ın eline geçtikten sonra Toledo İspanya’nın dini ve kültürel merkezi haline gelmiştir. Dünya üzerinde Ortaçağ atmosferini, tarihi ve kültürel geçmişi bu düzeyde yansıtan çok az şehir vardır. Gerçek tarih meraklıları için Toledo’ya günübirlik bir ziyaret yeterli değildir.
Normalde seyahat yazılarımda mekan önermem ama Madrid için bir istisna yapıp birkaç öneri yapacağım:
Hızlı, ayaküstü bir kahvaltı için Plaza de Independencia’da yer alan fırın Harina, kahve molası için Toma Cafe, öğle veya akşam yemeği için İspanyol mutfağını dünya mutfağı ile birleştiren ve daha kozmopolit-evrensel bir atmosfer sunan Lateral, daha otantik bir atmosfer için La Candelita rahatlıkla tercih edilebilecek yerler. Elbette Madrid’in en eski ama aynı zamanda popüler ve bohem bölgesi, Barrio La Latina’daki irili ufaklı tapas barlara, kafelere uğramak gerek.
Özellikle mutfağı ile öne çıkan, şefinin ‘gayri-resmi yüksek mutfak’ olarak tanımladığı bir gastronomi anlayışına sahip otel De Las Letras Gran Via’da olması nedeniyle merkezi bir konumda da yer alıyor.
Madrid alışverişin zevkli bir uğraşa dönüştüğü şehirlerden biri kuşkusuz. Salamanca Bölgesi dünya üzerinde bir benzerini ancak İtalya’da yaşayabileceğiniz en otantik lüks alışveriş deneyimlerinden birini sunar. İspanya, özellikle erkek giyiminde ve ayakkabı tasarımda İtalya’dan sonra dünyanın en iyisidir. Bu açıdan Salamanca sokaklarında sırf ‘vitrin alışverişi’ yapmak bile insana haz verir.

Her pazar ve tatil günlerinde La Latina Bölgesi yakınlarında kurulan açık hava pazarı El Rastro’nun ziyareti de bir Madrid ritüelidir. El Rastro’da yorulan bünyeler La Latina’nın tapas barlarında Madrid’i yeniden keşfe çıkmak için gerekli enerjiyi toparlayacaklardır.
Tabii bir de futbol meraklıları… Madrid dünyanın en büyük futbol kulübüne, Real Madrid’e ev sahipliği yapar. Futbolseverler Madrid’te Real Madrid ile ilgili muhteşem bir deneyim yaşayabilirler. İyi bir futbolseverin şehrin bir diğer takımı Atletico Madrid’i de atlamayacağını düşünüyorum.
Madrid, dünya üzerinde ziyaret etmek isteyeceğiniz kentlerden biri. Bir altın şehir…
Endülüs ve İspanya, dünyanın köklü müzik geleneklerinden birine sahip. Endülüs dendiğinde akla elbette Flamenco geliyor. Nitekim Flamenco’nun büyük büyük ustaları da Endülüs’den çıkmıştır. Geleneksel Flamencocular, Paco Pena ve Paco de Lucia en otantik Endülüs Müziği’ni büyük bir ustalıkla icra ederler. İspanyol Klasik Müziği’nin kurucusu ve ruhu diyebileceğimiz Isaac Albeniz ile gelmiş geçmiş en büyük İspanyol besteci olarak kabul edebileceğiz Cadiz doğumlu Manuel de Falla başta olmak üzere Joaquin Rodrigo, Joaquin Turina, Federico Mompou gibi önemli İspanyol besteciler de Endülüs temalarını kullandıkları yapıtlar ortaya koymuşlardır. Bizet’ten Lalo’ya; Borodin’den Rimsky-Korsakov’a, Debussy’e, Ravel’e kadar klasik müziğin pek çok büyük bestecisi Endülüs ve İspanyol müziğinden esinlenmiştir. Luigi Boccherini gibi İtalyan olmasına rağmen müzik yaşamını İspanya’da sürdürmüş ve yapıtlarında gitarı yoğun olarak kullanmış bir ilginç örnek de bulunmaktadır müzik tarihinde. Miles Davis bile ‘Sketches of Spain’ albümüyle bu müziği modern caz ile buluşturmuştur. İspanya seyahatim sırasında ve bu seyahatleri kaleme alırken dinlendiğim, zamanla eklemeler ve çıkarmalarla son haline gelen bu liste Endülüs ve İspanyol Müziğini merak edenler için bir başlangıç olabilir sanıyorum.
Endülüs ve Madrid için Spotify’da hazırladığım müzik listesine buradan ulaşılabilir.
Madrid’i farklı zevkler ve farklı bakış açılarıyla keşfetmek isterseniz theMagger’da bu yazıdan fazlası var, burayı tıklayın!
Madrid: Keşfetme Duygumuzu Fazlasıyla Arttıran Şehir
Hep söylüyorum; bir şehri yeme-içme yerlerini keşfederek, ara sokaklarında kaybolarak, barlarında insanlarını gözlemleyerek gerçek anlamda anlarsınız. Madrid tam da öyle deneyimlenmesi gereken bir şehir. Keyfine düşkün, pek İngilizce bilmeyen ama yine de yardımcı olmaya çalışan insanları, hareketli gençliğiyle Madrid, benden yüksek puan aldı. Bu arada Barcelona ve Madrid’i karşılaştıranlara sözüm: İkisinin hiçbir alakası yok; iki şehrin de kendilerine has özellikleri var. Tek ortak noktaları aynı ülkede olmaları 🙂 Şimdi, hadi gelin Madrid’i kısa notlarımda keşfedelim.
Chueca [[konum_1]]

Yazıma en sevdiğim yerden başlayayım: Madrid’te favori bölgem kesinlikle Chueca oldu. “Gay District” diye geçen büyük bölgede yer alan Plaza Chueca, özellikle geceleri muhteşem hareketli oluyor. Şarap barları, cafeler, clublar, güzel restoranların hepsi bu tarafta. Buraya gittiğiniz zaman ortamını görmeden dönmeyin dediğim mekan ise Kirk Keller. Yüksek tavanı, minimalist mimarisi ile bira içmek için ideal bir mekan olan Kirk Keller’de sandalyeleri beğenirseniz satın alabiliyorsunuz. Mekanda müzik çok güzel, ayrıca müziğin sesi çok ideal yükseklikte. Ayakta veya yer bulursanız satılık sandalyelere oturarak saatlerce arkadaşlarınızla sohbet edebilirsiniz. Burayı mutlaka not alın. Onun dışında Chueca bölgesinde daha sakin bir şarap keyfi yapmak için Valentina’yı tercih edebilirsiniz.
Room Mate Hotels [[konum_2]]

Yine Chueca bölgesinde güzel kokteyl içmek, Madrid’de bir rooftop deneyimi yaşamak isteyenler için tavsiyem Room Mate Hotels’in teras katı. Yazın burası aynı zamanda havuzu ile ünlüymüş. Isıtıcıların olduğu terasa Room Mate’in otel girişinden çıkılıyor. Her sene ödül alan kokteyllerinden tavsiye edeceklerim; meyveli kokteyl sevenler için The Passport, daha rahat içimli bir kokteyl isteyenler için Kerem (evet, kokteylin adı Kerem, biz de inanamadık 🙂 veya daha tatlı kokteyller tercih edenler için de Kolada. Bu rooftop’a iyi servisi ve leziz kokteylleri için uğramanız ŞART.
Ten Con Ten [[konum_3]]

Eşim Tuna’nın Madrid’e her iş seyahatinde sektirmeden gittiği Ten Con Ten için sürekli kurduğu “Sen buraya bayılacaksın” cümlesi beni oldukça heyecanlandırmıştı. Tuna, gerçekten beni iyi tanıyor! 🙂 Ten Con Ten şık ortamıyla beni benden aldı. Menü içeriği ve konsept olarak biraz Lucca’yı andıran Ten Con Ten’in atmosferi kadar yemekleri de harika.

Biz gittiğimizde siyah trüflü risotto yedik; müthişti! Bu arada menüde risotto geçmesine rağmen yemeğin biraz daha arpacığı andıran bir kıvamı vardı. Tadı damağımda kaldı diyebilirim. Ayrıca ördekli spring roll ve dilimlenmiş enfes bir et söyledik. Madrid seyahatinizde bir gecenizi Ten Con Ten’de geçirmek istiyorsanız en erken 2 hafta önceden rezervasyon yaptırmayı unutmayın. Ve buraya da kesin gidin, çok beğeneceksiniz.
Mercado San Ildefonso [[konum_4]]

Madrid’de bizim karşılaştığımız iki adet yemek marketi vardı. Bir tanesi Mercado San Miguel. Burası oturma yeri olmayan, özellikle turistler arasında çok popüler bir “yemek pazarı”. San Miguel’in kapısından içeri girdiğiniz anda mideniz guruldamaya başlıyor! Etraftaki tüm deniz mahsullü tapaslardan tatmak istiyorsunuz. Genelde insanlar bir şarap standıyla tura başlayıp etraftaki diğer standlarda değişik İspanyol lezzetleri deniyorlar. Mercando San Miguel gayet keyifli bir market ancak ben daha lokal ve kesinlikle daha genç bir ortamı olan bir yer arayanlara Mercado San Ildefonso’yu öneriyorum. Yine Chueca bölgesinde yer alan bu 3 katlı markette oturmak için ısıtmalı açık alanlar bulunuyor. Ildefonso’da San Miguel’deki kadar yemek seçeneği yok ama bence daha sempatik bir yer burası. Ben gittiğimde hiç turist görmedim; 25-35 yaş arası Madrid gençliği şarap ve biralarıya buranın açık kısmında vakit geçiriyorlardı.

San Ildefonso’da ne yemeliyim diyenlere tek bir önerim var: (tabii et yiyorsanız.) Bovinus! Antrikot ve Pork Steak’in gerçek anlamda çok başarılısını yapan bu standın sırasına girin, istediğiniz et yemeğini sipariş edin. Ardından hemen soldaki şarap standından güzel bir İspanyol şarabı alıp oturma yerlerine geçin. Bu marketteki en sevdiğim şeylerden bir tanesi de Pazar akşam gittiğimiz zaman canlı DJ performansı olmasıydı. DJ tek kelimeyle mükemmel çalıyordu. Etlerimiz ve şaraplarımızla mest olurken, müziğin ve ortamın keyfini çıkardık. Burayı da Madrid listenize eklemeyi lütfen unutmayın.
Madrid’de Kahvaltı

Madrid’de kahvaltı için size önerebileceğim iki yer var: Federal ve Toma Cafe. Federal, hip ortamıyla ün salmış, eggs benedictleri, kruvasanları çok lezzetli olan bir cafe. Buraya mutlaka erken saatlerde gidin (Örneğin hafta sonu gidiyorsanız en geç 10:30-11de orada olmaya çalışın, sonrasında baya kuyruk artıyor.) Muz, hindistan cevizi sütü, chia ve tarçından oluşan içeceğini içmenizi tavsiye ederim.

Toma Cafe ise İstanbul’da son zamanlarda özellikle Kadıköy, Galata, Cihangir ve Topağacı taraflarında görmeye alıştığımız ve bazılarını gerçekten çok sevdiğimiz 3. nesil kahveciler tarzında. Toma, İstanbul’da olsa baya severdik yani 🙂 Laptoplarını açmış, kahvelerini keyifle içen Madrid gençliğinin takıldığı bir mekan burası. Flat White’ı çok lezzetliydi, aklınızda bulunsun. Bir de Toma’da sabah kahvaltısı olarak avokadolu tostu yedik, müthişti. Giderseniz mutlaka deneyin.
Steakburger [[konum_5]]
Bizim eşim Tuna’yla her Avrupa seyahatimizde vazgeçemediğimiz bir alışkanlığımız, şehrin en ünlü burgercisini bulmak ve bir akşam üstümüzü orada en az 2 burger yiyerek geçirmek. Madrid’deki burger tercihimizi şehirde birkaç şubesi bulunan Steakburger’den yana kullandık. Canınızın gurme burger çektiği bir günde Steakburger’i kesinlikle deneyin derim.
Retiro Park ve fazlası
Retiro Bank, fikrimce Madrid’in bence en büyük şansı. Londra’nın Hyde Parkı, New York’un Central Parkı gibi şehrin büyük bir bölümünü kaplayan bu parka kesinlikle 3 saatinizi ayırmalısınız. Biz etraftaki marketlerden biramızı aldık ve Retiro’da önce çimlerin üzerinde, sonra da parkın içerisindeki büyük (yapay) gölün yanındaki merdivenlerde oturup biramızla sohbet edip, etraftaki sokak sanatçılarını dinledik. Of, çok güzeldi!
Önemli Not: Retiro Park’ının çıkışında sizi görkemiyle karşılayacak olan Prado Müzesi’nde sanata doymayı da unutmayın. El Greco, Velazquez, Goya eserlerini görebileceğiniz bu müzeye en az 2 saatinizi ayırın.
Madrid hakkındaki diğer notlarım:
Konaklamada hip ve canlı bir bölgede kalmak istiyorsanız bence Chueca bölgesindeki hotel veya hostellerde kalın. (Hostel dediğime bakmayın, buraları büyük binaların belirli katlarında yer alan tek kat oteller. Oda yalnızca kendinizin. 🙂 Ben gitmeden önce Madrid’i çok iyi bilmediğim için daha sakin bir bölgede otelimizi ayarladım. Chueca’ya göre daha kuzeyde yer alan Sercotel Grand Hotel Conde Duque adlı otel klasik bir Avrupa oteli. Merkeze yakın olup daha sakin bir konaklama yaşamak isteyenlere fiyat-performas açısından burayı öneriyorum.
Benim tarzımı biliyorsunuz klasik turist kitaplarındaki bilgileri vermeyi sevmiyorum seyahat yazılarımda. Evet, Gran Via, Plaza Royal, Plaza del Sol gibi bölgeleri de gezebilirsiniz. Bu konu hakkındaki söyleyeceklerim bu kadar; bkz. tripadvisor 🙂

Biz Madrid’e gitmişken yarım saat uzaklıkta olan Toledo şehrini de görelim dedik. Madrid’in Atocha Tren istasyonundan yarım saatte bir kalkan Renfe trenlerine binip günümüzü Toledo’da geçirdik. (Unutmadan söyleyelim, Atocha istasyonu müthiş mimari yapısıyla görülmeye değer. Kullanmayacaksınız bile yakınından geçiyorsanız içine girip, içindeki botanik bahçeyi görmenizi öneririm.)
Toledo, bana bir İspanya şehrinden daha çok Cortona, San Gimignano gibi İtalyan kasabalarını andırdı. Şehirde birkaç katedral ve sinangog gezmekten başka yapabileceğiniz en iyi şey ara sokaklarında kaybolmak. Toledo’ya 5-6 saatinizi ayırsanız gayet iyi bir şekilde yetiyor. Ama ne yapın edin, Madrid’e gitmişken Toledo’yu ziyaret edin. Klasik bir Yahudi tatlısı olan Mazapanlardan tatmayı ihmal etmeyin.
Kısaca Madrid’i sevdim ben… Ama turistik yerlerini değil; ara sokaklarını, yeme-içme yerlerini ve eğlenceli gençliğini sevdim. Şehrin turistik yerleri bana “Güzel bir Avrupa şehri”nden fazlasını vermedi. Chueca’yı, şehrin hızlı akan sokakları, restoran ve barlarda karşılaştığım enerji dolu insanları ve Retiro’nun pozitifliğini gördüğüm zaman Madrid’i sevenlere hak verdim. Bu güzel şehre keşfetme duygunuzun arttığı bir dönemde gidin derim. Herkese sevgiler xx
Madrid: Avrupa’da Yok Böyle Hızlı ve Canlı Bir Başkent!
İspanya denince insanın aklına ilk olarak Barselona, ardından da başkent Madrid gelir. Bununla birlikte sangria gelir, paella gelir, tapas gelir, gezilecek nice meydanlar, izlenecek flamenko gösterileri ve bir de İspanyanın rahat havası ve hızlı gece hayatı gelir. Bunlar insanın aklına bir geldi mi de bir daha gitmez!

İspanya’ya kısa süreli bir tatil düşünüyorsanız ve Barselona’yı görmüşseniz, o zaman vakit kaybetmeden Madrid’e gitmelisiniz. Az zamanda bu şehri ve yansıttığı İspanyol kültürünü hızlandırılmış bir şekilde görmeniz için de belirli adımları gerçekleştirmeniz gerekiyor.
Bu adımları izlemeden önce peşinen söylemekte yarar var, birisi Madrid’i Ankara’ya benzetmiş ve herkes de daha görmeden nedense bu söylentiye inanmış. Yok öyle bir şey! O söyleyen kişi ya Madrid yerine başka bir Avrupa başkentine gitmiş ya da Ankara’ya hiç gitmemiş. Tek ortak özellik var, o da her ikisinin başkent olması. Bunun dışında duyduğunuz başka benzerlikleri unutun veya duymazlıktan gelin.
Madrid’de izlenecek adımlar da işte şöyle:
İlk Adım: Meydanları Gezmek ve Meydana Çıkan Caddeleri Arşınlamak
Madrid, baştan sona meydanlardan oluşan bir şehir. Bir meydandan diğer meydana geçiyorsunuz. Geniş caddeler sizi mutlaka bir meydana bağlıyor. Her meydanda birbirinden güzel binalar, hareket ve bereket var. İlk meydan, Sol (Güneş) Meydanı. Gerçekten güneş gibi parlayan bir meydan burası. Şehrin kalbi burada atıyor. Canlılık da buradan diğer cadde ve meydanlara akıyor. Bu meydan, şehrin simgesi haline gelmiş çilek toplayan ayı heykeliyle biliniyor. Biraz sevimsiz bir heykel ama n’apalım seçmişler bir kere! Önündeki caddeden devam ederseniz ki, bu caddenin ismi Mayor Caddesi, Mayor Meydanı’na gelirsiniz. Bu meydanın özelliği tek bir bina ile çevrelenmiş olması. Binanın başlangıcı veya sonu yok, dört köşesi var. Her köşeden de başka bir caddeye geçiyorsunuz. Noel döneminde gittiğimiz için burada Noel pazarı kurulmuştu. Çok şey kalmamakla birlikte kırmızı ve yeşil yılbaşı süsleriyle yine de ışıl ışıldı.
Mayor Caddesi’nden aşağıya doğru inerseniz bu sefer Almudena Katedrali ve Kraliyet Sarayı’nın olduğu meydana gelirsiniz. Bu meydan da, katedralin ve sarayın tüm görkemini yaşatıyor. Saray oldukça büyük bir bina, herhangi bir süslemesi yok ama yine de estetik duruyor. Katedralin geniş yapısı ve göğe kadar yükselen çanı büyülenmeniz için yeter de artar bile. Bir de bu sarayın yanında es geçmemeniz, Madrid’i hatırladığınızda ilk aklınıza gelecek Sabatini Bahçesi bulunuyor. Ortasında havuzuyla şehrin en sakin köşesi. Biz gittiğimizde, hava karardığı için kapanmıştı ama yukarıdan bakmak bile en az içindeymiş gibi huzurlu hissettirdi.
Sarayı arkanıza alıp yukarıya doğru yürüseniz Isabel II Meydanı’na meydanına gelirsiniz. Noel sebebiyle sadece yiyecek standları kuruluydu ve cıvıl cıvıldı. Meydanı gezip yukarıya doğru ilerlemeye devam ettiğinizde yine Sol Meydanı’na gelirsiniz ve meydanı kesen sokaktan devam ederseniz Gran Via Caddesi’ne varırsınız. Burası da bir nevi İstanbul’un Osmanbey’i gibi. Sağlı sollu alışveriş mağazaları, minik bar ve otellerle dolu büyük bir cadde. Caddeyi boydan boya geçtiğinizde de Cibilles Meydanı’na ulaşmış olursunuz. Bu meydanda kocaman ve upuzun binalar var. Metropolis binasının da ilginizi çekmemesi mümkün değil. Cibilles Meydanı da başka bir merkez çünkü buradan havaalanına giden otobüsler kalkıyor ve müzelere giden cadde de bu meydandan başlıyor.
Son olarak da tren istasyonunun olduğu Atocha Meydanı var. Tarım Bakanlığı’nın binası oldukça görkemli. Tren istasyonu da içinde botanik bahçesi bulunan farklı bir bina. Bir istasyonda neden bir bahçe olur anlamadık, bir de bu kadar ağacın arasında yolculara kendilerini neden Afrika’daymış gibi hissetirmek istemişler onu da anlamadık ama bu istasyon yine de görülmeye değer.
Tüm bu meydanlarda dolanmanız, meydana inen sokakları gezmeniz gerek. Kaybolma gibi bir şansınız yok. Mutlaka bir meydana çıkarsınız, oradan da gitmek istediğiniz başka bir meydana rahatlıkla geçersiniz. Meydanların ve sokakların isimlerini her biri sanat eseri niteliğindeki seramik tabelalardan okuyacak ve İspanyolların estetik duygusuna hayran kalacaksınız.
İkinci Adım: Paella ve tapasını yemek, tatlılarla keyfi ikiye katlamak
İspanya mutfağının başrolünde tabii ki paella var. Deniz mahsülleri, et, tavuk, sebze ya da bunların hepsini karıştırdıkları pilava verdikleri isim. Benim ağız tadıma bu kadar çok karışık yemek uymadı ama yine de buraya gelmişken tatmak gerek. Bir de İspanyolların diğer yemeği tapas var, yemek dışında gelen her şeye tapas deniyor. En güzel tapas da bence kalamar. Yanında ise yeşil kızarmış minik biberlerden söylemeyi unutmayın. Bir de patatas bravas var. İsterseniz domates soslusunu söylüyorsunuz ya da sade istiyorsunuz sonra da yemeye doyamıyorsunuz. Sadesi her zaman tercihim çünkü domates sos, patatesin tüm çıtırlığını alıyor. Birçok restoranda zaten bu söylediklerimizin hepsi var.
İlk gün Mayor Meydanı’nın sol köşesinde yer alan tarihi değil, karşısındaki en modern restorana geçtik. İçerisi ferah, hizmeti normal hızda seyreden bir mekandı ve tavsiye ederim. Tapasların ekmek üstündeki haline pinchos diyorlar. Üstünde her türlü meze olabiliyor. Ton balıklı, domates-fesleğenli, peynirli-cevizli ya da hangisini sunarlarsa. Hepsi güzel, bira yanı harika bir atıştırmalık. Pinchos içinse Gran Via Caddesi üzerindeki Quilombo’ya uğranmalı. Mekanın kendisi de hizmeti de o kadar güzeldi ki, akşamları tek adresimiz oldu. Madrid’e geldiğinizde siz de burayı mesken edinmelisiniz.
Yemek konusunda ayrıca uğramanız gereken yer Mercado San Miguel. Burası dört tarafı camla kaplı bir yemek pazarı. Burada yiyecek değil yemek alıyorsunuz. Pazar gibi kurulmuş standlar var, hepsi başka yemekler sunuyor. İçki ve kahveler de istemediğiniz kadar bol. Tercihinize göre elinize alıp bir şeyler yiyebilirsiniz veya orada oturabilirsiniz. Böylece gezmeye ara vermiş ve karnınızı doyurmuş olursunuz. Dolaşırken, o güzelim yemek kokuları sizi cezbedecek ve karnınız acıkacak, benden söylemesi.
Madrid’de yemek açısından ‘tapaslardan sıkıldım, paellayı zaten sevmedim ve artık bana biraz protein lazım’ diyorsanız, merak etmeyin bu ihtiyacınıza da cevap var. Birçok restoranın vitrinine parça parça etler, koca koca butlar koymuşlardı. Tabi bu çiğ etlerle dolu kasap görüntüsü iştahımızı kapattı ama bir o kadar da meraklandırdı. Ne alaka derken ve deniz ürünlerinden sıkılmışken girdiğimiz restoranda sipariş ettik ve etin lezzetine inanamadık. Et konusunda fazla seçici olan ben bile beğenmişsem bu lezzette de başarılı oldukları doğrudur. Atocha tren istasyonunun karşısında ismi İtalyan ama mutfağının ne olduğunu sorguladığımız restoran Casa Luciano’yu düşünebilirsiniz. Biz düşündük ve memnun kaldık.
Yemekten bahsettik ama sabah kahvaltısıyla ilgili de bir not iletmek gerek. İspanyollar kahvaltıda İspanyol omlet yerler. Bizdeki yumurtalı patatesin aynısı. Onu hatta dilim olarak kesip peynir gibi sandviç ekmeklerinin arasında koyabiliyorlar. Çok farklı ya da bizimkilerden daha lezzetli değil ama en azından tadına bakın derim.
Yemek bittiğine göre artık tatlıya geçebiliriz. En ünlü tatlıları ismini bir türlü telaffuz edemediğim churros’ları. Görünüşü bizdeki tulumba tatlısına benziyor, tadı da waffle gibi. Bunu yemenin de bir şekli şemali var. Yanında sıcak çikolata geliyor, batırıp öyle yiyorsunuz ve mutluluktan dört köşe oluyorsunuz. Mayor caddesi üzerinde sadece bu tatlıyı sunan Chocolate&Churros isimli bir mekan var, bazı cafelerde de yine görebilir, yiyebilir, doymayıp ikinci bir porsiyon sipariş edebilirsiniz. Şahsen Noel pazarında satılan churrosları beğendim. Sıcak sıcak pişirip kese kağıdına koydular, içine toz şeker serpiştirdiler. Yanında da kağıt bardakta sıcak çikolatayı aldıktan sonra bir köşeye çekilip pazarın hareketini seyretmek keyfimi ikiye katladı. Noel zamanı gelirseniz, churros yeme ritüeliniz bu olmalı.

Tatlı konusunda churros’tan ziyade beni cezbeden, aklımı başımdan alan başka bir tat var ki, o da picatostes. Sıcak çikolata istediğimizde yanında geldi. Tadını kızarmış şekerli ekmek gibi düşünebilirsiniz. Sıcak çikolataya batırıp hem yiyorsunuz hem de çikolatanızı yudumluyorsunuz. Gerek picatostes’i gerekse sıcak çikolatası bakımından tek geçtiğim mekan Cafe de Oriente. Kraliyet sarayının karşısında yer alan bu cafenin dantelli koltuk örtüleriyle sıcacık bir atmosferi var. Her gün buraya gelip sıcak çikolatamı içip tüm picatostesleri yiyebilirim çünkü bugüne kadar içtiklerim sıcak çikolata değilmiş onu gördüm. Burayı lütfen not edin ve gelin.
Üçüncü Adım: Sangria İçmek, Crianza ve Reserva Şaraplarında Sınır Tanımamak
İspanya’nın meşhur içkisi sangria, Madrid’deki gezme molalarımızda ve günümüzün finalinde başroldeydi. Meyveli şarap kokteyli sangriayı başlı başına serinletici ve rahatlatıcı bir içki olarak her yerde bulabilirsiniz. Sunumunu tadından daha çok sevdiğimi söyleyebilirim. Buzla doldurdukları bardağa bazı yerlerde de kadehe sangriayı boşaltıp elma, limon ve portakal dilimleriyle servis ediyorlar. Bir bardak ya da kadeh de asla kesmiyor. Bence dünyanın en güzel sangriası Mercado de San Miguel’in yan çıkış kapısındaki standda. Tüm meyve parçacıklarıyla kocaman bir kavanoz içinde beklettikleri sangria, görüntüsüyle sizi çağırıyor, bu çağrıya da duyarsız kalmanız imkansız.
Sangrianın bu kadar güzel olmasının nedeni tabi ki özünde şaraplarının güzel olması. İspanya’da kırmızı şaraplar, crianza ve reserva diye ikiye ayrılıyor. Crianza daha meyveli bir tada sahipken ve tek başına içilebilen bir şarapken reserva, daha buruk ve yemeklerle güzel gidiyor. Marketlerde de bolca bulabileceğiniz bu şaraplardan bavulunuza koymayı ihmal etmeyin.
Adım 4: Goya’dan El Greco’ya kadar sayısız sanatçılarla sanata doymak
İspanyollara özel sanat yeteneği, bizi Goya, El Greco, Picasso, Miro ve ismini daha sayamadığım sayısız sanatçıyahayran bırakıyor. Madrid’e geldiğinizde tabi, ki bol bol gezin tozun ama müze ve galerilere de gitmeden dönmeyin. Üç müze var ve üçü de aynı hat üzerinde. İlk olarak Thyssen Müzesi’ne gidebilirsiniz ama çok kalmayın çünkü Goya’nın eserlerinin sergilendiği Prado Müzesi’ne geniş bir zaman ayırmak gerek. Bu müzeye geldiğinizde de tüm eserleri göreceğim, iyice inceleyeceğim diye uğraşmayın; bırakın bir gününüzü, otuz gününüzü ayırsanız gene bitiremezsiniz. Goya’nın müthiş eserleri, el Greco’nun kırmızının hakimiyetindeki renkleri ve İspanyolların dünyaca ünlü sanatçıları sizleri büyüleyecek. Dizleriniz ağrıyabilir, gözleriniz yorulabilir ve beliniz de uzun süre ayakta kalmaktan kopabilir ama böyle bir sanat ziyafetine değer. Sonra da Atocha bölgesindeki Reina Sofia Müzesi’ne geçerseniz klasikten modernizme ve postmodernizme de arada boşluk olmadan geçmiş olursunuz. İki uç akım arasında sanat şoku yaşayabilirsiniz ama merak etmeyin kısa sürüyor. Bu müzede Picasso’dan Miro’ya kadar ne kadar uçuk ve modern eser varsa hepsini görebiliyorsunuz. Bu kutsal üçlüyü gezdikten sonra da sanatı damarlarınızda hissederek günü sonlandırmış oluyorsunuz. Bu sanat ziyafeti sizi uzun süre beslemeye devam edecek.
Adım 5: İspanyol Ateşinin Temsilcisi Flamenko Gösterisini İzlemek ve Gece Hayatıyla Kopmak
Gündüz Madrid’de gezdiniz, tüm bu dört adımı da tamamladınız, sıra geldi gecesini yaşamaya. İspanyollar kesinlikle gece hayatı için yaratılmış. Gündüz herkes işinde, gücünde, sokaklar sakinken akşam altıdan sonra birden kendilerini sokaklara ve meydanlara atıyorlar. Sol Meydanı, Mayor Meydanı ve buralara çıkan tüm sokaklar o kadar kalabalık ki, değil bir yer bulup oturmayı, o yerlere ulaşamıyorsunuz bile. İstiklal Caddesi’nin yılbaşındaki gibi kalabalık ve hareketliliğini bu şehir sanırım her gece yaşıyor. Bu hareketlilikte hiçbir zaman ne bir taşkınlığa ne de bir kavgaya rastladık. Yani, Madrid eğlenmeyi bilen bir şehirmiş.
Malum İspanya’dayız ve bir gece mutlaka ne izlemeliyiz, tabi ki flamenko! Bunun içinse tek adres Corral de la Moreria. Holywood ünlülerini ağırlayan bu restoranda sergilenen flamenko gösterisi Times dergisinin ‘ölmeden önce görülmesi gereken 100 şey’ listesinde yer alıyor. Performans müthiş; şarkıları, duygusu, danslarıyla gösterinin her karesi hafızama kazındı. Katedralin sağındaki köprüden yürüyorsunuz, bitirir bitirmez hemen sağa dönün, göreceksiniz. Cuma ve Cumartesi akşamları yapılan bu gösteri için rezervasyon yaptırmak şart. İki ayrı saatte gösterim var. Geç olanı tercih etmekte ve yemek almayıp sadece gösteriyi izlemekte fayda var. Tek olumsuz yanı, gösteri sırasında yemek servisinin yapılmasıydı. Konsantrasyonum biraz bozuldu.

Madrid gecesinin finali ise Joy gece kulübünde yapılmalı. Sol Meydanı’na çıkan Arenal Caddesi’ndeki bu kulüp gece 12’de kapılarını açıyor. Ortam inanılmaz güzel, DJ performansı başarılı. Şarkıları dinlemeye doyamadım. Bir gece kulübü için ne derece doğru bir tabir olacak bilmiyorum ama nezih olduğunu belirtmeden edemeyeceğim. Herkes kendi halinde, her yaştan insan gelmiş ve herkesin tek bir derdi var, dans edip eğlenmek. Bunu da fazlasıyla başarıyorlar. Ne yapıp edin buraya gelin, bir arkadaşa bakıp çıksanız bile kapısından içeri girin.
Birkaç Küçük Not:
_Madrid’de otel seçenekleri çok fazla. Sol Meydanı veya Gran Via üzerindeki otelleri seçebilirsiniz. Biz Catalonia Gran Via Oteli’nde kaldık. Oldukça merkezi ve hizmeti de süratli bir oteldi, düşünebilirsiniz.
_Havaalanı-şehir merkezi arasındaki ulaşımı özel otobüsler sağlıyor. Şehir içinde ulaşım için metroyu kullanabilirsiniz ama metronun bazı durakları gideceğiniz yere ters kalabiliyor. Fiyatları uygun olduğu için taksiyi her daim tercih edebilirsiniz. Beyaz renkli ve kırmızı şeritli taksileri her yerde bolca görebilirsiniz, şaşırmayın. Sadece Madrid’de kayıtlı 3.000 taksi varmış. Bir şehir nasıl bu kadar çok taksiyi kaldırabiliyor, bilemedim.
_Bu şehirde beni şaşırtan başka bir detay ise piyango bayilerinin çok her bayi önündeki kuyruğun uzun olmasıydı. Bizdeki Nimet Abla misali. Ayrıca sokakta da yan yana bilet satan insanlar dizilmişti. Yılbaşı ikramiyesi kaç Euro merak ettik doğrusu, öğrenmek için sıraya bile girdik. Ancak sıfırları sayamadığımız için merakımızı gideremedik . Seyahat arkadaşım Gonca’nın dediğine hak vermeden edemedim. Bir ülkenin gelir seviyesine bakmak için piyangoya ilgisine bakmak lazım.
_Barselona’nın aksine Madrid’de İngilizce bilenlerin sayısı oldukça az. Derdinizi uzun uzun İngilizce anlatacağım diye uğraşmayın, anlamıyorlar. Tarzanca konuşun, onlar da bildikleri üç beş İngilizce kelimeyle karşılık veriyorlar. İspanyolca da olsa yine de bir şekilde yardımcı oluyorlar. Bu davranışları, Akdeniz insanının sıcakkanlılığına da bir örnek teşkil ediyor.
Tek başına gerçek İspanyol kültürünü tanıtmayı üstlenmiş Madrid, atılacak beş adımı, zengin detayları ve hareketli yaşamı ile seyahat rotanızda olması gereken bir şehir. Siz kararınızı verin, planınızı yapın. Gerisini de bu şehre bırakın.
Madrid’de 48 Saat: Tapas, Futbol ve Sanat
Ronaldo’nun üçüncü golü Madrid yolcuğuluma noktayı koymuştu. Hızlı geçen bir uzun hafta sonundan sonra doyasıya yemiştim, gezmiştim, eğlenmiştim ve artık havaalanına yol almanın vakti gelmişti. Geçen hafta iş için gidip hafta sonunu bağladığım Madrid gezimden sonra Avrupa şehirlerinin ne kadar kompakt ve yürünesi olduğunu tekrar hatırlamış, İspanyolların ne kadar neşeli ve hayatı doya doya yaşadıklarnı öğrenmiştim.
Madrid’de Ne Yapılır?
Genelde her seyahatimden önce New York Times’ın “36 Hours in….” başlıklı yazılarına hızlıca göz atıp, en kritik yerler nereleri, en güzel bölgeler nerede öğrenmeye çalışırım. Madrid seyahati de hiç farklı değildi ama maalesef bu sefer karşıma çıkan yazı hem biraz eski, hem de çok kapsamlı değildi. Yine de Foursquare, şans ve tesadüfe güvenim tamdı. Avrupa’nın en güzel yanlarından biri merkezi bir noktadan çıkıp yürümeye başladığınızda elbet güzel bir cafe, lezzetli bir yemek veya önemli bir turistik nokta karşınıza çıkıyor. Bu sefer de hiç farklı olmadı. Madrid’de “Peurta del Sol’den” başlayıp herhangi bir yöne yürümeye başlayınca her türlü güzellik karşınıza çıkıyor. Bu seferki seyahatim biraz yeme-içme ağırlıklı oldu. İspanyolların “tapas” kültürü (ufak porsiyonlarda, bol çeşit) çok farklı yemeği denemeye elverişli olunca gittiğiniz her noktada yeni bir tatla karşılaşabiliyorsunuz. En beğendiğim mekanları kısaca sıralamak gerekirse;
Tximziri
Cuma gecesi karnım acıkınca Foursquare üzerinden (yurtdışında en iyi yerleri bulmak için birebir, İspanyolca yorumları anlamasam da bol ünlemli, bol gülen suratlı comment’leri görünce iyi olduğunu hemen anladım) bulduğum bu ufak mekanda ister arkadaşlarınla standlarda birkaç tapas tadarak bir şeyler içebilirsin veya bir masa kapıp uzun uzun lezzetli ana yemekler yiyebilirsin. Standart tapasların yanında günlük değişen bir menüsü olan Tximziri’de çıtır tempura (Japon usulü kızartma) hamburger ve İspanya’da yaygın olan Bacalao balığını (Morina) mutlaka tavsiye ederim. Barda oturmayı tercih ederseniz barmenler çok sıcak ve muhabbeti seviyorlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde menüde olmayan bazı özel tapaslardan ikram edebilirler!
Chocolateria San Gines
Madrid’e gitmemden önce “mutlaka gidip yemen lazım” denilen tek yer burasıydı. Sabah saatlerinde Puerta del Sol’dan yola çıkarak küçük bir ara sokakta bulduğum bu mekanda İspanyolların çıtır çıtır, hafif şeker ve tarçınlı churros’larını yeme fırsatı bulabilirsiniz. Çikolataya bandırarak yenilen churroslar tam paylaşımlık. Çikolatası sanki “Sos mu olsam, sıcak çikolata mı olsam?” sorusuna takılıp arada bir yerde kalsa da bol bol yürüyüş yapacağınız bir gün için mükemmel bir başlangıç. İçeride ödemenizi yaptıktan sonra hemen dışarıda bir masaya konuşlanıp etrafı gözlemlerken hoş sürprizlerle karşılaşabilirsiniz. Madrid öyle bir yer ki sokakta biri akordion çalarken önünden geçen bir adam bir anda durup onunla duet patlatabilir. Chocolateria San Gines civarındayken Palacio Real (Saray) ve Catedral de la Almudena tam görmelik yerler. Görkemli taş yapılar ve fotoğraflık yerlerle dolu bu bölgede içeri girip gezmek isterseniz uzun kuyruklar için hazırlıklı olun.
Madrid’de Bir Pazar: Mercado de San Miguel
Biraz turistlik yaptıktan sonra ayaklarım beni Mercado de San Miguel’e götürüyor. Burası 15-20 tezgahın olduğu büyük bir pazar. İspanyollar haftasonları burada bir ellerinde şarap, diğer ellerinde tapasla ayakta sohbet edip haftasonunun keyfini çıkarıyorlar. Tezgahlar arasında peynir, balık, croquette, şarküteri, hamburger, kahve, pasta… kısacası her türlü yemeği satan ustalar var. İnsan bu kadar çeşidin arasında kalınca birkaç tur atmadan karar vermekte zorlanıyor. En iyisi en kalabalık tezgahları bulup gözünüze çarpan tapasları yiyip bir sonrakine geçmek. Hem tadımlık, hem hediyelik için en iyi yerlerden biri burası olabilir. Şanslı olup pazarın orta yerinde yapılan flamenco tanıtımlarına denk gelirseniz ayaküstü bir gösteri de yakalamış olursunuz. Mercado de San Miguel’de açlığınızı bastırdıkan sonra şehrin doğu kısmına yönelerek sanat, park, alışveriş üçlüsüne geçebiliriz.
Museo del Prado, Parque del Retiro, Salamanca Bölgesi
Puerto del Sol’ün doğusuna geçip 15-20 dakika yürüyüşten sonra kendinizi Prado sanat müzesinde bulursunuz. Burada Goya ve Velazquez gibi ünlü İspanyol sanatçıların yanında birçok farklı Avrupa ülkesinden gelen eserleri görebilirsiniz. Sanata ilginize bağlı olarak burada istediğiniz kadar uzun veya kısa vakit geçirebilirsiniz. Girişte birkaç Euro fazla vererek müze kataloğunu almanızı tavsiye ederim; böylece biletiniz neredeyse bedavaya geliyor.
Hava güzelse Prado’yu biraz kısa kesip (bir sonraki gelişe bir şeyler kalsın!) Retiro Park’ına geçmek şart. Şehrin ortasında yeşillik içerisinde güneşlenenler, bankta oturanlar, sokak sanatçıları, gölde kayıklar, koşu yapanlar, bisiklet kiralayanlar, her şeyiyle muhteşem bir park burası. İstanbul’un betonlaşmasına alıştıktan sonra böyle parklar kesinlike insana iyi geliyor.
Alışveriş tutukunları parkın içinden kuzeye dönerek meşhur Salamanca bölgesine yol almak isteyebilir. Nişantaşı gibi burada da lüks butiklerin yanında ilginç hediyelik eşyalar satan ufak mağazalar bulabilirsiniz. Serrano Bulvarı ve iki yanındaki paraleller en güzel mağazaların olduğu caddeler.
Madrid’de Nerede Ne Yenir?
Mama Framboise
Bu kadar yürümenin ardından kendinizi ödüllendirip biraz dinlenmek isterseniz Mama Framboise en iyi seçeneğiniz olabilir. Önündeki kalabalığı görünce farkettiğim bu mekan İspanyol malzemelerin ön plana çıktığı bir Fransız pastane. İçerideki kalabalıktan ötürü burada masalar paylaşılıyor, kime denk geleceğiniz belli olmuyor. Benim gibi şansınıza masanıza İngilizce bilen birileri düşerse tanışabilir, ilginç hikayeler dinleyebilirsiniz. Burada tatlılar üç boy geliyor – mini, tek porsiyon ve paylaşımlık. Çayınızı söyleyip reyondan tatlınızı seçtikten sonra burada uzun uzun oturabilirsiniz. Denemesem de menüdeki sandviç, quiche ve croissant’lar dikkatimi çekti, eminim hepsi mükemmeldir.
Mercado de la Reina
Otelinizde biraz dinlendikten sonra tekrar Puerto del Sol bölgesine dönerseniz gündüze göre bambaşka bir manzara ile karşılaşabilirsiniz. Akşamları hareketlenen bu meydan tam Taksim metro çıkışı gibi bir buluşma noktası. Tur grupları, İspanyol gençler, çiftler burada buluşup geceye devam ediyorlar. Puerto del Sol’e yakın ana caddelerden biri olan Gran Via (“Bia” okunur) üzerinde yürürken yine karşınıza bir kalabalık çıkabilir. Burası bir duvarı tuğla, karşı duvarı karatahta üzerine yazılı menüsü olan büyükcene bir lokanta/bar. Mutfaktan yükselen kokular ve ızgaradan gelen seslerin Nora Jones gibi müziklerle karıştığı bu mekanda herkese göre bir bölüm var. Kapıya yakın kısımda barda oturanlar tapas ve içki yudumlarken orta kısımda açık mutfak karşısında yemek yiyenler ve en arkada masalarında oturan grupları bulabilirsiniz. Açık mutfak karşısındaki taburelere oturduktan sonra elinize İngilizce menü tutuştursalar da hemen onu bir kenara bırakın ve karatahtada yazan “Menu 50 Aniversario Mercado de la Reina” (50. Yıl menüsü) istediğinizi söyleyin. İki kadeh İspanyol şarap ve 5 bölümden oluşan bu menüden sonra İspanyol mutfağında İberica Jamon’u ile başlayıp çorba, ahtapot, Bacalao ve Krem Katalan ile biten bir yolculuğu tamamlamış olacaksınız. Bence menünün yıldızı son derece basit bir şekilde hazırlanmış zeytinyağı, balzamik ve kekikli ızgara ahtapot. Her malzemesi son derece taze ve ayarında pişmiş ahtapot kesinlikle lastikimsi değil, ağızda dağılıyor. Yemekten sonra mekanın ön tarafındaki barda geceye devam edebilirsiniz veya biraz daha “cool” olan alt katındaki Gin Club’da (son yıllarda Madrid’de cin kokteyller son derece popülermiş) kokteyller deneyebilirsiniz.
Santiago Bernabeau
Programınız el veriyorsa gelmişken mutlaka Santiago Bernabeau’da bir Real Madrid maçı yakalamanız gerekiyor. Benim şansıma Pazar günü 12’de Real Madrid – Getafe maçı vardı ve akşamki uçağımdan önce Pazar gününü değerlendirmek için daha iyi bir program olamazdı. Yine de görkemli bir stat olan, 85 bin taraftar kapasiteli Santiago Bernabeau’daki İspanyollar kesinlike Türkiye’deki taraftarlarla yarışamaz. Daha sakin bir deneyim olsa da, dünyanın en güzel statlarından birinde dünyanın en iyi oyuncularını kaçırmamak lazım.
Pazar günü Real Madrid beni 4 golle (Ronaldo’nun hat-trick’iyle beraber) uğurladıktan sonra Barajas Havaalanına doğru yol alırken bir sonraki gelişimde nereleri göreceğimi, ne yiyip içeceğimin planlarını yapmaya başlamıştım bile. Bu şehri kaçırmayın derim.
*Real Madrid maç biletleri için en kolay yol www.ticketmaster.es sitesinden önceden satın almak. Gittiğiniz hafta maç yoksa turistler için düzenlenen stat turlarına da katılabilirsiniz.
12 Üzüm Ritüeli: Yeni Yılın İlk Küçük Meydan Okuması
Yeni yıl, dünyanın dört bir yanında birbirinden farklı ve renkli geleneklerle karşılanır. Kimileri büyük ateşler yakarak eski yılın karanlığını geride bırakır, kimileri ise gökyüzünü rengârenk havai fişeklerle aydınlatır. Her kültürün kendine özgü bir ritüeli olsa da bu gelenekler, tüm insanlığın ortak bir dilekte buluştuğunu gösterir: Daha şanslı, daha mutlu ve umut dolu bir yıl!

Yunanistan ve İskoçya’da, yeni yıla şans getireceğine inanılan bir gelenek vardır: Eve ilk adımı atan kişi mutlaka sağ ayağıyla girmelidir. Danimarka’da ise kötü ruhları uzaklaştırmak için sandalyeden atlanır. Brezilya sahillerinde, yeni yıla dair dileklerini yedi dalganın üzerinden atlarken fısıldayanları görmek mümkündür. Rusya’da, dilekler bir kâğıda yazılıp yakılır ve külleri şampanya kadehine karıştırılarak içilir. İtalya’da ise mercimek gibi yuvarlak yiyecekler, bolluk ve bereketin sembolü olarak sofraları süsler.
Bu zengin ve çeşitli geleneklerin arasında, hem mistik havasıyla hem de eğlenceli yönüyle dikkat çeken bir ritüel var: 12 üzüm yeme geleneği. Peki, bu eski ve ilham verici geleneğin ardında nasıl bir hikâye saklı?
Geleneğinin Kökenine Yolculuk
Hikâye bizi 19. yüzyılın sonlarına, güneşin çılgınca parladığı Alicante bölgesine götürüyor. O dönemde, üzüm üreticileri, fazladan kalan üzüm hasadıyla ne yapacaklarını bilemezken, bir yandan da bolluk ve bereketi kutlamak için bir fikir ortaya atıyorlar: Yeni yılın ışıldayan ilk saniyelerinde, 12 üzüm yeme fikri. Bu ritüel, hem o yılın bereketine şükür hem de yeni yıla umut dolu bir başlangıcın sembolü haline geliyor diyebiliriz.
Düşününce, her bir üzümün neyi temsil ettiği oldukça açık: Yılın 12 ayı. Ancak bu temsilin ötesinde, her bir üzümle yeni yıla dair dilek ve beklentilerimizi taşırız. Yenilen her üzüm, bir ay boyunca bizi bekleyen umutların birer yansımasıdır. Ritüelin ilginç yönü ise hız gerektirmesidir. Gece yarısı çan sesleri çalmaya başladığında, her saniyede bir üzüm yemek gerekir. Eğer bir üzüme takılırsanız ya da zamanında bitiremezseniz, inanışa göre o aya şanssızlık getirebilirsiniz. Bu basit gelenek bizim için, yeni yılın ilk küçük meydan okuması haline gelir.

Bu ritüel, zamanla İspanya sınırlarını aşarak Latin Amerika’ya ulaştığında, yeni bir anlam kazanır. Masanın altında üzüm yeme geleneği, yeni yılda aşkı ve istikrarı çekmek için yapılan bir ritüel olarak benimsenir. Bu hareket, yeni yılda sağlam ve güvenilir ilişkiler kurmanın bir sembolüdür. Masanın altında oturup üzüm yemek, eski yılı geride bırakırken, yeni umutlara sıkıca sarılmanın anlamlı bir ifadesi olarak görülür.
Puerta del Sol: Ritüelin Kalbi

İspanya’da, özellikle Madrid’in ünlü Puerta del Sol Meydanı, bu geleneğin en coşkulu şekilde kutlandığı yerlerden biridir. Meydanda toplanan binlerce kişi, gece yarısı çan sesleri eşliğinde üzümlerini yer ve dileklerini tutar. Bu gelenek, 1962 yılından bu yana İspanyol devlet televizyonları tarafından canlı olarak yayınlanarak ülke genelinde milyonlara ulaştırılmıştır. Günümüzde, sosyal medyanın gücüyle bu ritüel çok daha yaygınlaşmış, yaratıcı ve eğlenceli paylaşımlarla modern bir dokunuş kazanmıştır.
Peki, siz de yeni yılın ilk saniyelerini anlamlı bir ritüelle karşılamaya ne dersiniz? Her bir üzümle dileklerinizi fısıldayarak, yılın her ayına umut ve mutluluk serpmek… Belki de bu küçük ama güçlü gelenek, hayallerinizi gerçeğe dönüştürmenin ilk adımı olur. Denemekten zarar gelmez, öyle değil mi? Yeni yılınız sağlık, mutluluk ve bol şansla dolsun! 🍇✨
Kapak Fotoğrafı: Dilara Melisa Yaman
İlginizi çekebilir: Ezgi Şengel’den Tat ve Sanat
Dünyanın En İyi Şehirleri: 2025 Raporunun Kazananları
Suç oranı, nüfusa düşen okul, doktor sayısı, ulaşım ağı… Bir şehri yaşanılabilir kılan ya da onu “en iyi şehirler arasına sokan faktörler nelerdir? Resonance Consultancy’nin 2025 Dünya’nın En İyi Şehirleri raporu, bu soruları yanıtlarken sadece şehirlerin içsel dinamiklerini değil, aynı zamanda halkın ve ziyaretçilerin bu şehirler hakkında nasıl hissettiklerini de değerlendiriyor.
Yaşanabilirlik, çekicilik ve refah gibi faktörler üzerinden bir milyonun üzerinde nüfusa sahip 270’ten fazla küresel şehrin genel performansını değerlendiren raporda; listenin ilk sırasına Londra yerleşiyor. Onuysa sırasıyla; New York, Paris, Tokyo, Singapur, Roma, Madrid, Barselona, Berlin ve Sidney izliyor. Listeye bakıldığında görülen şehirler şaşırtıcı değil ancak düşündürücü çünkü dünyanın en popüler şehirlerinde popülasyonun da etkisiyle yaşamın “kolay” olmadığı konusunda hemfikiriz. Ancak bu Resonance Consultancy’nin değerlendirdiği faktörlerden yalnızca bir tanesi olan “yaşanabilirlik”i (yaşam maliyeti, sağlık hizmetlerinin kalitesi ve ağaç örtüsü gibi faktörler) etkiliyor. Diğer iki faktör olan çekicilik (gece hayatı, alışveriş olanakları, kültür ve turistik cazibe merkezleri) ve refah (şirket varlığı, üniversite sıralamaları, işsizlik oranları) bu on şehrin listenin zirvesindeki yerlerini korumalarını sağlıyor.