Zeka en büyük silahtır. Bu cümleyi ilk söylediğimde yıl 2013 Mayıs ayıydı. Türkiye’nin o günkü gündeminde sosyal medyada yazılanları takip ederken okuduklarım bana bunu düşündürtmüştü. Silahla ya korunur ya da yok edersiniz. Bugün sahip olduğu bu gücü, zekasını topluma bir silah olarak çeviren adamdan, Edward Bernays’den “Century Of The Self” belgeseli vesilesiyle bahsetmek istiyorum.

Günümüzde herkes kendini iyileştirmenin peşinde. Hepimizin hayatlarının başrolünde artık; daha kaliteli beslenme, sağlıklı ve doğal yaşam, düzenli spor, içsel yolculuk, özüne dönme, detoks var. Ama görünenin ardına bakma hastalığına sahip olanlar farkındadır ki, tüm bunlar bile insanoğlunu oyalamanın yeni ve “kapitalizm”e hizmet eden yolları olarak hayatlarımızdalar. Her şey ticaret unsuru, hepimiz de buna hizmet eden ekonomik sermayeleriz. Trend olanın peşinde başkaları tarafından biçilen değerlerle şehir hayatında kendimize çıkış yolu bulmaya çalışıyoruz ama bir hamster’ın kafesinde yol almadan döndüğü küçük oyuncağındaki gibi sonuca varmadan koşturup duruyoruz. Kapitalizm, mutluluk hapları olarak cebimizde. Bu acınası hikayenin yazarı, Bernays ise bugünü görse kendisiyle gurur duyardı.

Birine istediğiniz her şeyi yaptırabilir misiniz? İstediğinizi satın alsın, istediğiniz gibi davransın, istediğiniz kişiye oy versin… Bizim bile farkında olmadığımız bilinçaltında yatan düşüncelerimize ve hislerimize seslenerek bunun yapılması mümkün mü?

Edward Bernays

Edward Bernays, hepimizin yakından tanıdığı Freud’un yeğeni. Dayısının insanın kontrol edilemez vahşi bir hayvan olduğu düşüncesinin aksine, insanı birey olarak görmeyen ve topluluk olarak ele alıp nasıl yöneteceğinin yolunu bulmuş, tüketim toplumunun mimarı. Freud’un insanların zihinleriyle değil omurilikleriyle hareket eden, asla eğitilemez vahşi varlıklar olduğu fikri üzerinden yayılan insanların kontrol altında tutulması gerektiği düşüncesi onları sermayeleştirdi. Sonrasında Freud’u bile Amerika’da kabul görmesini sağlayarak sermayeleştiren Bernays, insanların bilinçaltındaki arzularına seslenerek ihtiyaç dışı alışveriş yapma fikrini yaydı.

Örtünmek için giyinen, beslenmek için yiyen insan modeli; olmak istediği insana dönüşmek ve kendi profilini yaratmak için giyinen, durmaksızın tüketen insan modeliyle yer değiştirdi. Mutlu olmanın formülü aile ve sevgide değil, içsel arzuları tatmin etmekteydi. Tüm bunlar yalnızca ticareti arttırmak, markaların daha çok satması için ortaya çıktı zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Aslında asıl konu, başkaldırmayan ve düşünen değil, güdülen topluluklar yaratmaktaydı.

Century of the Self

Tam da bu konuyla ilgili, Century of the Self’ten bahsetmek istiyorum. Yukarıda bahsettiğim tüketim furyasının başladığı ilk yıllarda kıyafetlerin bir psikolojisi olduğundan bahseden, “içindeki seni ortaya çıkar” temalı sloganlarla derindeki arzulara seslenen reklam kampanyaları sonucu tamamen madde üzerinden tatmin olan insanlar yarattı ve arzular ihtiyaçları gölgede bıraktı. Kadın dergileri, markalar ünlü film yıldızlarını kullanarak kişisel olarak eksik olanlara tek bir ürünle hayalini kurdukları o hayata ulaşabilecekleri, o rüyalarındaki kişiye benzeyebilecekleri düşüncesini empoze etti. Kilit nokta; “bunu almaya ihtiyacınız var” değil, “bunu alırsanız iyi hissedeceksiniz”. Ve bugün de bu oyun devam etmekte. Diziler, reklamlar ve sosyal medya sıradan insanların hayal dünyalarını kendilerine sermaye olarak kullanmaya devam ediyor.

Siyasi yönden, iktidar mekanizması tüm bu yayın sürecini yaratmak istediği toplum ve insan modeli için aracı olarak kullanıyor diye düşünüyorum. Seçim propagandaları insanın doğduğu andan itibaren maruz kaldığı ve “değer” olarak kabul ettiği unsurlar üzerinden yapılıyor. Century of the Self’i izlerken tam bir dilemma yaşıyorsunuz. İktidar mekanizmasının demokrasiyi gerçekleştirme yolunun, derinde vahşi duygular besleyen insanı kontrol altında tutmak gerektiği düşüncesine 3. sayfa haberlerini, savaşları göz önünde bulundurarak hak veriyorsunuz ama bir yandan da bu durumun bir “Big Brother” kafası yaratması sizi kendi adınıza endişelendiriyor.

Özgürlük. Nasıl bir karaktere sahip olursanız olun, herkesin içindeki en büyük arzu nesnesi. Amerika’nın sembolü. Ve paraların üzerine basılan “liberty” yazıları, bu arzu nesnesinin nasıl kapitalizme hizmet ettiğinin en güzel örneği. Kadınların özgürlük duygularını dahi sigara şirketlerinin cirosuna hizmet etmek için kullanan Bernays, belki halkla ilişkiler, reklam, pazarlama gibi sektörlerde bir ilah olarak görülebilir, ama bu gizli despotizm ne kadar insani, üzerine düşünmek gerekli. Hitler’in propagandalarını yürüten Goebbels’in Bernays’in düşüncelerinden ilham aldığını söylemesi aslında bu sürecin ne kadar tehlikeli olabileceğini kanıtlar nitelikte. Ve arzulara, duygulara, insanların hassas noktalarına seslenişin bugünkü siyasi örneklerine baktığımızda tarih tekerrürden ibaret diyebilir miyiz? Bence evet.

“İnsan medeniyete uygun değildir, kontrol altında tutulması huzursuzluğa yol açar ama kaosun önlenmesi içinde insanın huzursuz olması gerekir.” Tamamen Freud’un bu fikrine bağlı siyasi süreçlerin sonunda bugün bu huzursuzluktan kurtulmaya ve medeniyet kelimesini yeniden anlamlandırmaya çalışıyoruz ama düzen içinde ekonomik büyümeye yardım eden makineler olmaya devam ediyoruz.

Mutluluk Makineleri, Rıza Mühendisliği, Kafalarımızın İçinde Bir Polis Var, Sekiz Kişi Kettering’de Şarap Yudumlarken isimleriyle dört bölümden oluşan belgeselin ana temaları; kitlelerin manipülasyonu ve Freud’un düşüncelerini kitleleri kontrol etmek için kullanan politikacılar diyebilirim. Bunun üzerinden ele alınan birden fazla konu ve detay var. Ama duyulan her cümle insanın kendi bilinciyle birleşince bir anlam kazanır. O yüzden detayları sizin seyrinize bırakıyorum. Adam Curtis’in çarpıcı anlatımıyla 4 saat süren bu belgeseli kesinlikle sindire sindire izlemelisiniz.

youtube play youtube play

İlginizi çekebilir: İrem Bali’den Heal