Güney Afrika, Zambiya ve Zimbabwe’ ye yapacağımız seyahat için küçük bir araştırma yaptığımızda değişik seyahat alternatifleri karşımıza çıkmıştı ama bizi en çok ilgilendiren Viktorya Şelalesi oldu. Safari kısmı da bize bir nevi bonus gibi gelecekti.

afrika 1

Afrika hep çekicidir; kendinizi kaptırdınız mı alimallah vazgeçemiyorsunuz, tıpkı bizim yaptığımız gibi, her yıl mutlaka bir veya iki kez gitme fikri oluşuyor aklınızda. Zaten amaç seyahat edip kendini geliştirmek değil midir, hepimiz her şeyi yollarda öğrenmedik mi? Paulo Coelho’nun son kitabı “Elif”te dediği gibi “bildiğim her şeyi yollarda öğrendim”…

Dinamik Afrika’ya seyahat etmek için hazırlıklarımızı hem safari hem yeni keşif modunda yaptık. Bu seyahatte Faik Çelik, Ertuğrul Kaplan, Faik Kaplan ve ben vardık. Haziran sonu ve temmuz başını kapsayacak gezimiz 12 gün sürmesini planlıyorduk. Önce THY ile Johannesburg’a 9 saatte gece uçuşu yaptık.

Güney Afrika’nın en büyük kenti olan Johannesburg sadece vahşi doğaya yakın bir kent değil aynı zamanda Afrika el sanatlarının kalbi olarak nitelendirilebilir. Güney Afrika‘da halkın %80’i İngilizce konuşuyor. 11 tane resmi dil var ülkede. Bu 11 resmi dilden birisi de İngilizce.

Johannesburg’dan sonra Güney Afrika’nın başkenti Preotorya’dan geçtik. Her şeyiyle yeni sayılacak yapıları, düzeni ve temizliği dikkatimizi çekiyordu. Şehircilik bu kadar güzel ifade edilebilir diye düşünmeden edemiyor insan. Geniş park alanlarını bu kadar büyük görünce bizim belediyecilerimizin burayı görmeleri gerektiğini konuştuk. Preotorya’daki heybetli bir camiyi uzaktan görüyorduk. Bu cami Selimiye Camii’nin bir kopyası resmen. Bir Türk iş adamı tarafından yaptırılıyormuş. Hakikaten çok ilginç ve gurur verici bir şey olarak bizi şaşırtıyordu.

Preotorya’da konaklamadan, vahşi yaşamın yoğun olduğunu bildiğimiz Waterberg’e hareket ettik. Waterberg, Kruger Park’la birlikte Güney Afrika’daki en büyük vahşi yaşam alanlarından biri. İçerisinde birçok yabani hayvanı barındırıyor ve tabii ki bizim gibi safari tutkunlarına da sık sık ev sahipliği yapıyor. Waterberg aslında farklı safari tarzı geliştirdiği için bizim ilk tercihlerimizden oldu. Çünkü atlı safari ve değişik alternatifler sunuyordu. Waterberg’e yaklaşık 4 saatlik bir araç yolculuğundan sonra ulaşabildik ve ulaştığımızda etrafta hayvan göremeyince umutlarımız biraz yıkıldı açıkçası. Yerleştiğimiz kamp etrafa hakim bir tepe üzerine kurulu olmasına rağmen, koca kampta bizden başka kimsenin olmaması garip geldi.

afrika 2

Kamp; etrafında yaban hayatının yaşandığı, uçsuz bucaksız toprakların göründüğü en iyi alana kurulmuştu. Hepimizin birlikte kalacağı büyük bir ev vermişlerdi ve evde kocaman bir şömine vardı. Güney yarım kürede olduğumuz için Türkiye’nin tam aksine yaz ayları oldukça soğuk kış mevsimini yaşıyordu ve bu yüzden bizi safari konusunda düşüncelere sevk ediyordu.

Sabah safariye çıktığımızda, etrafta birkaç hayvandan başka beklediğimiz 5 büyükten (safari tutkunlarının aslan, fil, leopar, bufalo ve gergedana taktığı bir lakap) sadece gergedan ve fil görebilmek bizi derinden sarsıyordu. Koca vahşi yaşam alanında nerdeyse boş boş dolaşıp duruyorduk, çünkü kurumuş bitkiler ve kış soğuğu hayvanların otlak alanlara göç etmesine neden olmuştu.Burada 4 gece kalma fikri bize artık cazip gelmiyordu. Bu bölgede gördüğümüz hayvanların ve birkaç köydeki insanların fotoğraflarını çekip onlarla sohbet ettik. Buraya yerleşmiş ve turistlere rehberlik yapan bir Mısırlı’yla tanıştık. Mısırlı “burada mutlu olduğunu ve burayı çok sevdiğini” söylüyordu.

3 gece kaldığımız Waterberg’de yaptığımız safari gezisi pek istediğimiz gibi olmasa da yeni tecrübeler edinerek bir gün önceden Johannesburg’a döndük.

Johannesburg, Güney Afrika’nın kalbi ve ticaretin döndüğü yerdir. Aynı zamanda ülkenin ekonomik başkenti. Şehir merkezi dışındaki tüm evlerin ve işyerlerinin etrafındaki yüksek korunaklı duvarlar dikkat çekecek kadar enteresan geliyordu. Eskiden siyahlar tarafından saldırılar olduğunu söylüyordu bize otelin yöneticisi. Kaldığımız otel Down Town’a yaklaşık 20 dakika mesafedeydi; otel, ağaçlar içerisinde olmasına rağmen etraftaki duvarlar bu yeşilliği görmemize mani oluyordu.

afrika 3

Johannesburg, düz diyebileceğimiz bir alana yayılmış. Bunu şehrin en yüksek binası olan Carlton Centre’a çıkarak daha iyi görebiliyorduk. Bu bina 1973 yılında yapılmış ve 220 metre yüksekliğinde. Buradan gördüğümüz kadarıyla şehirciliğin güzel örnekleri sunulmuş diyebiliriz. Geniş bir alana yayılan şehrin nüfusu 3 milyondan biraz fazla, Johannesburg dünyanın altın merkezi olarak da kabul edilmektedir. Ayrıca bu şehrin yemekleri gerçekten enfesti. Merkezde bulunan ünlü bir otelin lokantasında yediğimiz şatobiryan (chateaubriand) yanında domates, tereyağı, kızarmış patates ve sunumları bizleri farklı lezzetlere götürdü.

Johannesburg’tan Viktorya Şelalesi’ne gitmek üzere G.Afrika havayollarına ait bir uçakla Zambiya’nın başkenti Lusakaya hareket ettik. Lusaka’ya ulaştığımızda bizi şaşırtan eski ve küçük havaalanı oldu.

Lusaka’dan Viktorya Şelalesi’nin olduğu şehir Livingstone’a gitmek üzere küçük pervaneli bir uçağa bindik. Şelalenin üzerine geldiğimizde oldukça yükseğe çıkan su parıltıları çok güzel görünüyordu. Livingstone’a indiğimizde arkadaşlarımızla beraber havaalanı hatırası fotoğrafı çektirdik. Sonra şehrin içinde küçük bir tur atıp kaldığımız kampa hareket edecektik. Livingstone, Zambiya’nın Lusaka’dan önceki başkenti. Şehri 1855 yılında ziyaret eden ve Mosi-Oa-Tunya Şelalesi’ne “Viktorya Falls” diyerek kendi kraliçesinin adını vermiş olan İskoç kaşif Dr. David Livingstone’nun adı verilmiştir.

Viktorya Şelalesi’nin Livingston’a uzaklığı 10 km, ama kalacağımız kampın şelaleye yakın olduğunu söylüyordu bizi karşılayan rehber. Zambezi Nehri kıyısında kurulu Tongabezi Kampı’na yerleştik. Kamp geniş bir alana yayıldığı gibi nehrin içerisinde bulunan adalarda birkaç kamp yeri de vardı. Zambezi Nehri Afrika’nın 4. büyük nehri olarak geçiyor. Zambiya’da doğan nehir kıvrılarak birkaç komşu ülkeden geçtikten sonra Mozambik’te Hint Okyanusu’na dökülüyor. Yaklaşık 2700 km. uzunluğunda olan bu nehir zaman zaman 5 km. genişliğe kadar ulaşabiliyor. Bizim kaldığımız kamptan nehrin genişliğini görmek rahatlıkla mümkündü, çünkü nehrin içerisinde irili ufaklı birçok ada mevcut.

16.sayı_içler1

Kaldığımız kampta her birimize ayrı çadırlar verdiler. Etrafta adını sonradan öğrendiğimiz macaque (makak) maymunları oldukça fazlaydı. Gün batımı Tambezi Nehri’nde ayrı bir güzellikte karşımızda duruyordu. Bizim için hazırlanan nehir balığından yediğimiz zaman farklı lezzetlere yolculuk yaptık. Değişik soslu fıstık ezmesi tadında ve bitkilerden oluşan salata ve meyvelerden yedik.

afrika 5

Ateşin başında yediğimiz bu enfes akşam yemeği bizim için Viktorya Şelalesi’ne hoş geldin yemeği oldu. Tatlı bir sohbetten sonra tüm elektrikler kapatıldı, her birimize ayrı el fenerleri verildi, gece hayvanların sesleriyle uyuduk, sabah uyandığımızda güzel bir kahvaltı bizi bekliyordu.

afrika 6

İlk günümüzde araçlarla Zambezi Nehri’nin kıyısını takip ederek şelaleye ulaştık. Şelalenin döküldüğü derinlikten yukarı fırlattığı su parıltıları yerli halkın da dediği gibi “gürleyen duman” kilometrelerce uzaktan bile görülebiliyordu. Şelaleye ulaştığımızda inanılmaz bir su debisi vardı. Bizim gördüğümüz bu durum suyun en yüksek olduğu mevsimdi. Çünkü dökülen suların oluşturduğu su damlacıklarından sürekli yağmur yağıyormuş gibi bir hisle karşı karşıya kalmamıza neden oluyordu.

Viktorya Şelalesi, dünyanın en geniş şelalesi ünvanına sahip. 1.7 km. genişliğiyle, 120 metre yüksekliğiyle ve su debisiyle dünyanın harikalarından birisi olarak kabul ediliyor ve UNESCO dünya mirası listesinde yer alıyor. Zambiya ve Zimbabwe topraklarına dökülen sular birçok turistin buraya akın etmesini sağlıyor. Zambezi Nehri’nin etrafında birçok kamp ve otel inşa edilerek turistlere kalma imkanları sunulmuş, yanlış anlaşılmasın bu tür kamplar doğayı bozmadan ve kamufle edilerek hizmetlerine devam ediyorlar.

afrika 7

Şelalenin döküldüğü alanda müthiş bir gökkuşağı oluşuyor bu nerdeyse sürekli diyebileceğimiz bir şekilde, çünkü her gittiğimizde havada asılı duruyordu. Şelaleyi daha yakından görmek ve etraflıca dolaşmak için ayakkabılarımızı ve çoraplarımızı çıkartıp terliklerimizi giydik, üzerimize kalın ve uzun yağmurluklarımızı alarak şiddetli oluşan yağmur efektlerinin ve su damlacıklarının altında dolaşıp fotoğraflar çektik. İnanılmaz keyifli bir yer burası. Başka bir atmosferde suyun gücünü hissediyorsunuz. Suyun 120 metre yüksekten düşerken çıkardığı sesi ve suyun heybetini kavrayabiliyorsunuz. Çağlayanın sesi birbirimizle konuşmamızı engelliyordu, sanırım burada sadece suyun dili geçerliydi.

16.sayı_içler1

Viktorya Şelalesi’ni bir gün sonra da ziyaret etmek üzere ayrıldık. Şelalenin yukarıdan fotoğrafını çekmek amacıyla helikopter için başvurduk, kişi başına 1 saatlik gezinin 300 dolar olduğunu söylediler kabul ettik, fakat 5 gün boyunca doluymuş, bu bizim başka alternatifler aramamıza neden oldu. İkinci günümüzdeki safari turunda Waterberg’te göremeyeceğimiz kadar hayvan gördük. Etrafta kocaman ağaçlar ve ağaçların tepesinde oldukça fazla maymunlar, babunlar vardı. Ayrıca burada birçok fil de görme imkanımız oldu.

Safari süresince gördüğümüz köylere de uğrayarak onların yaşamlarını fotoğraflıyorduk. Buralarda gördüklerimiz, aslında buralara gelerek komple bir köyün her türlü bakımını ve eğitim giderini karşılayabileceğimizi düşündürüyordu bize. Bu aslında zor bir şey olmamasına rağmen bu tür bir girişimin nasıl olabileceği konusunda bizde soru işaretleri oluşturdu.

Yaşam alanları sadece topraktan yapılan evlerin içerisinde küçücük barınaklar, sanırım bizim gibi insanlar sadece geliyoruz ve bir kompozisyon öğesi olarak bunu görüp geri dönüyoruz, bu konuda keşke bir şeyler yapabilme şansımız olabilse.

Gittiğimiz köylerde etrafta birçok çocuk gördüm ve bu mahzunların elleri, yüzleri, kıyafetleri yıkanmamış, kir içinde. İnsani bir dokunuş yapmak isteseniz bile hastalık geçme riski sizi frenliyor. Keşke dünya Zambiya ve Zimbabwe’yi görüp gerçekten bir şeyler yapabilse. Çocukların ve kadınların hayat mücadeleleri, eminim ki bizim kadar buraya gelen herkesi derinden sarsmıştır. Safari turumuzdan sonra tekrar şelaleyi farklı açıdan görmek üzere Zimbabwe tarafına yöneldik. Zambiya ve Zimbabwe arasındaki köprüden, biraz daha yukarıdan ve farklı açılardan şelaleyi görüntületebiliyorduk. Birçok açıdan fotoğraflar çekerek helikopter arzumuzu törpülemeye çalıştık. Köprü yaklaşık 200 metre; yarısı Zambiya ve diğer yarısı da Zimbabwe’de kalmakta. Çelikten yapılan bu köprü İngilizler tarafından 1905 yılında inşaatına başlanarak bitirilmiş. Dünyanın en büyük bungee jumping atlayışlarından birisi kabul edilen bu köprü yaklaşık 110 metre yüksekliğinde. Biz köprüden geçerken birçok batılı genç atlamak için sıra beklemekteydi.

afrika 9

Zimbabwe’ye kısa bir giriş yaparak birkaç fotoğraf çektik. Zambiya’ya kıyasla daha fakir ve zor şartlarda yaşayan bir ülke Zimbabwe. Afrika’nın, dolayısıyla dünyanın kişi başına en az geliri olan ülkesi…

Kampa erken döndüğümüzde bizi kampın müdürü Mozambikli aslen Fransız kökenli olan Rudy Boribon karşıladı ve bize bir sürprizi olduğunu söyledi. Biz de sürprizin ne olduğunu öğrendiğimizde çok heyecanlandık ve hemen kabul ettik. Eşyalarımızı hemen toparlayarak nehrin kıyısında bekleyen küçük tekneye bindik.

Sürpriz şöyleydi; önemli misafirleri Sindabezi Adası’nda ağırlıyorlarmış. Biz de bu ilginç seyahatin değişiklik olacağını düşündük. Üçüncü gecemiz daha güzel geçecek diyerek tekneye bindik. Daha önce nehirde hiç seyahat etmediğimiz için önce tereddüt yaşadık. Çünkü nehrin kıyısında timsahlar, su aygırları oldukça saldırgan duruyorlardı.

Rehberimiz bize bunların sadece kıyıda yaşayabildiklerini, nehrin iç kısımlarına gidemedikleri için bize zarar veremeyeceklerini söyledi. Biz de buna istinaden can yeleklerimizi giyerek yolculuğumuza başladık. Zambezi Nehri hakikaten bu konuda çok tehlikeli ve bu konuyla ilgili yaşanmış bir çok hikayeye sahip. Su aygırları su yüzeyinde durabiliyorlar, maazallah kazara tekneye çarptığında tekneye zarar verebileceğini düşündük, fakat rehberimiz bizim rahat olmamızı söyledi. Tekneyi kullanan rehberimizin vücudunda birçok kesik görünce kesiklerin nedenini sordum. Daha önce timsah avcısı olduğunu söylüyordu.

afrika 10

Etrafta gördüğümüz su aygırlarının fotoğraflarını çekerek ilerliyorduk, nehrin kenarında gördüğümüz birçok filin de fotoğraflarını çektik. Gün batmadan önce yaklaşık 30-40 dakikalık bir nehir yolculuğundan sonra Sindabezi Adası’na ulaştık. Bizi karşılayanlar rehbere tekneyle ana kampa gitmesini söylediler ve koca adada yalnız kaldık.

Yaklaşık 1.5 km çapındaki adanın, büyük ağaçlardan mütesekkil ve kırık dalları göze çarpan ıssız bir görünümü vardı. Adada ayrıca bizim kampa ait 6 adet çadır görülüyordu, ince taneli kumlara basarak adaya çıktık. Gün aydınlık olduğu için ilk başta pek ürpermedik, bizi karşılayan görevliler her birimize ayrı çadırlar verdiler, ardından adanın ortasında yakılan ateşin etrafında toplandık. Görevliler bize bilgi vereceklerini söyleyerek şunları ifade ettiler: “Gece fillerin adaya geldiğini, çadırdan çıkmamamızı ve dikkatli olmamızı anlattılar, yemeği yedikten sonra herkes çadırlarında oturabilir” dediler.

afrika 11

Biz ilk başta şaka yaptıklarını zannettik. Çünkü filler adaya nasıl gelecek diye konuşurken etraftan ağaç dallarının çıkardığı sesler gelmeye başladı. Yapılmış olan yemek hazırlığı vs. her şey toparlandı. Görevliler bizi çadırların ortasında olan kocaman bir ağacın üzerine yapılan sedir tarzı yere çıkardılar. Filleri görünceye kadar bunun hala bir şaka olduğunu zannediyorduk. Çünkü daha önce böyle bir mizansen Kenya’da Masai Mara’da başımıza gelmişti. Ama şaka olduğunu sonradan anlamıştık. Oysa buradaki tamamen gerçekti.

Kocaman 2 fil çadırların etrafında olunca ister istemez huzurumuz kaçtı ve yiyeceğimiz yemeği de tam manasıyla yiyemeden fillerin gitmesini bekledik. İlerleyen saatlerde filler farklı alanlara gidince biz de ağaçtan inerek hemen çadırlarımıza geçtik. Uyumak ne mümkün korku başa bela misali, ha geldiler gelecekler diye ben hep teyakkuzda bekledim. Gece 2-3 gibi bir fil bizim çadıra doğru dalları savurunca kalktım ve öylece kaldım. Faik Beylerin çadırına da filler hortumunu vurunca bizimkiler hemen kıyafetlerini giymişler ve hazır kıta beklemeye başlamışlar ne olur ne olmaz diye. Tabii bu arada çadırlarımızdan çıkamıyorduk, gün ışıyınca fillerin ayak izleri çadırlarımızın etrafında oldukça net görünüyordu.

afrika 12

Sabahın ilk ışıklarında bizim için kahvaltı hazırladıklarını söylemeye gelen görevliye Rudy’e ulaşıp bizi buradan aldırmasını söyledik, bir daha da adada kalmayacağız diyerek başımıza gelen olaylarla beraber sitemlerimizi ilettik. Kahvaltımızı burada yaparak gelen tekneyle ana kampa geçtik. Burada yaşadığımız maceralar sonradan bizim için güzel sohbet konusu oldu. Sonraki günlerde ana kampta kalarak bu tür bir şeye mahal vermedik. Son günümüzde öğlen yemeği için bizi “Livingstone Island” dedikleri ve şelalenin döküldüğü yer olan adada ağırladılar.

120 metrelik yüksekliğin en uç noktasında bulunan bu adada adrenalin en doruktaydı. Gerçekten burası bizi çok mutlu etti. Etrafta “gürleyen duman” gölgesinde çektirdiğimiz fotoğraflarla birlikte, görevlilerin şelalenin döküldüğü yerin fotoğraflarını bize çektirmek için gösterdikleri gayretten ziyadesiyle memnun olduk. Bizim için hazırlanan sofra ve balıklar da ayrı bir güzellikteydi. Buradan ayrılırken Zambezi Nehri’ne, Livigstone’a ve bu harika topraklara tekrar gelmeyi umut ediyoruz.

Ben ve Faik Kaplan Lusaka’ya gitmeye karar verdik. Faik Çelik ve Ertuğrul Kaplan da Johannessburg’ a dönüp orada alışveriş yapmak istediler. Neticede biz yine küçük pervaneli bir uçakla Lusaka’ya gitmek üzere havaalanından yola çıktık. Lusaka’ ya ulaştığımızda, bookingten ayarladığımız ve gördüğümde şaşırdığım daha önce Hindistan’da otellerinde kaldığım “Taj Mahal” otelinin görevlileri bizi karşıladı ve otele gittik. Otele yerleştikten sonra Lusaka turu atmak üzere otelimizden yalnız ve yaya bir şekilde ayrılarak etrafın bol bol fotoğrafını çektik.

afrika 13

Gördüğümüz pazarlar ve hareketlilik bizim için bulunmaz bir kompozisyondu. Eski demiryolu rayları ve bu raylar üzerinde oturan insanlar genel Afrika görüntüsünü anlatıyordu bize. Pazarlardaki canlılık dinamik Afrika’yı ifade ediyordu. Şehrin işlek caddelerinden birinde gördüğümüz bir caminin fotoğrafını çekmeye çalışırken bize mani olanlara müslüman olduğumuzu söyleyerek müsaade istiyorduk. Camiden aldığımız birkaç kareden sonra şehrin merkezinde eski turistler için yapılan köye gittik. Burası yöresel ve el emeği ile yapılan hediyelik eşyalarla doluydu.

16.sayı_içler1

Buradan biraz hediye alarak tekrar şehrin ilginç olan yerlerine gitmek üzere yola çıktık. Lusaka’da ayrıca büyük bir de alışveriş merkezi mevcut. Birçok dünya markasını burada görmek mümkün. Etrafta oldukça fazla Avrupalı beyaz var bunu rahatlıkla görebiliyorsunuz. Ama maalesef Zambiya ve Zimbabwe’de henüz bizim büyükelçiliklerimiz yok. Umarız buralarda da yakın zamanda büyükelçilik açılır ve THY buralara seferler düzenler. Dönüşümüz yine Johannesburg’tan oldu ve memleketimize 12 günlük bir gezimizden sonra ulaştık. Bu gezide çektiğim fotoğraflar umarım sizi oralara götürecek kadar güzel olmuştur…