Neslihan Önderoğlu: Duygu Asena Roman Ödülü’nin Yeni Sahibi

Duygu Asena’nın anısını ve fikirlerini yaşatmak için her yıl düzenlenen uygu Asena Roman Ödülü’nün bu yılki kazananı “Cüret” isimli romanıyla Neslihan Önderoğlu oldu.

Neslihan Önderoğlu, “kimsesizlerin ve toplumda yerini bulamayanların direncini anlattığı hikâyesiyle ve anlatı dilinin yetkinliği, temaları dağılmadan bütünlüğe taşıması” ile oy çokluğuyla ödüle layık görülen romanında tüm “ötekileri” bir lincin gölgesinde, sarsıcı ve sancılı bir düzlemde karşı karşıya getiriyor. Bir evin içinden taşan trajedinin izini sürerken de, bir anda cehenneme dönen sokaklarda yaşanan arbedeyi anlatırken de engellilerin, mültecilerin, travestilerin, azınlıkların ve içten içe “çoğunluğun” korkusunu gözler önüne seriyor. Roman, ir evin ve bir ülkenin sakinleri uzun zamandır patlamaya hazır vaziyette dolaşıyorsa fitili kim ateşler? En mazlum görünen midir o, en zalim olan mı? “Güç” el değiştirdikçe kurbanlarla failler de yer değiştirir mi? gibi sorulara yanıt arıyor.

adL 2024 İlkbahar Yaz Koleksiyonu: Enerjik, Romantik ve Sofistike

Sergiler, festivaller, konserler ve diğer tüm heyecan verici etkinliklerle renklenmeye başlayan şehir. Yükselen sıcaklıklar, akşam üzeri güneşi ve hafif bir rüzgar eşliğinde kokteyller, renklenen sokaklar ve tabii ki tüm bu ilkbahar-yaz ruhuna uyum sağlayan dolaplarımız… Yılın en renkli dönemini karşılamaya hazırlanırken baharın hafifliğini ve yazın coşkusunu gardıroplara taşımanın tam sırası. adL de her zaman olduğu gibi tam bu noktada yardımımıza koşuyor ve 2024 İlkbahar Yaz koleksiyonunda tropikal esintilerin dinamizmi ile fütüristik unsurları ustalıkla harmanlıyor!

Yeni sezona göz atarken mikro trendler kafanızı karıştırdıysa gelin her şeyi ‘reset’leyip; sezonun önemli prensiplerini ihtiyaçlarımız doğrultusunda başa saralım. İlkbahar-yaz gardırobumuz için ihtiyacımız olan iki önemli şey var: Gündüzden geceye şıklık ve mevsimlerin değişken ruhuna adaptasyon. Yani bildiğimiz kapsül gardırop prensiplerine renkleri, hafifliği ve adaptasyonu taşıyoruz. Şık bir ceket takım ve ‘business-chic’ floral desenli bir elbisenin ofisten davetlere, toplantılardan konserlere koşarken ne kadar işlevsel olabileceğini keşfetmenin tam sırası.

İşte adL 2024 İlkbahar Yaz Koleksiyonu da bu ihtiyaçlarımızın farkına vararak yola çıkıyor ve sadece renk ve desenlerin uyumunu değil, aynı zamanda mevsimlerin değişken ruhunu da kıyafetlere yansıtıyor. Tropikal esintileri modern ve şık bir şekilde yorumlayan koleksiyondaki her bir parça, günün her saati rahatlık ve şıklığı bir arada sunuyor. Tasarımlarsa, baharın hafifliğini ve yazın coşkusunu gardıroplara taşımayacak özeni yansıtıyor.

İlkbahar-yaz trendlerinde geçen sezondan tanıdığımız, 2000’lerin romantik komedi filmlerinin naif neşesiyle özdeşleşen rom-com core etkisini sürdürürken, adL 2024 İlkbahar Yaz Koleksiyonu da ilhamı gökyüzünün sınırsız genişliğinden alıyor. Pastel tonlarla zenginleşen koleksiyonda doğanın kendine has renkleri, yumuşak geçişlerle birleşerek adeta bir sanat eseri gibi etkileyici bir görsellik sunuyor. Pastel tonlardaki tasarımlar giyen herkesi bir rom-com filmi başrolü gibi hissettirmeye hazırlanırken baharın tazeliğini ve yazın enerjisini yansıtıyor. Doğanın canlılığını ve çeşitliliğini stilize bir şekilde moda dünyasına taşıyan floral desenler ise koleksiyona romantik ve sofistike bir hava katıyor. O halde gelin sizi adL dünyasının en yenilerine göz atmak üzere buraya alalım.

Kapak Fotoğrafı: adL

Fallen Leaves: İşçi Sınıfına Kısmet Olmayan Romantizm

Kendi vatandaşı olduğu, refah seviyesi yüksek bir ülkede yaşayan 2 işçinin depresif, yalnız ve parasız hayatına odaklanıyor Aki Kaurismaki. İlk ana karakterimiz süpermarkette raflara ürün yerleştirdiğini gördüğümüz bir kadın, diğer ana karakterimiz de şantiye ortamlarında çeşitli ağır işlerde görevlendirilen bir adam. Bu ikilinin birbirlerinden haberi yok, bir gün bayık sayılabilecek bir karaoke gecesinde yolları kesişiyor. Bu gecede ufak çaplı bir bakışma hadisesi yaşanıyor ama kayda değer hiçbir gelişme olmuyor. Bu gece, bir sonraki rastlaşmaların ve talihsizliklerin fitilini yakma görevini üstleniyor sadece. Film, ilgilisi için Mubi Türkiye’de gösterime girdi.

Fallen Leaves | Fotoğraf: IMDb

Herkesin aşırı derecede tepkisiz olduğu, robotik tavırların üzerimize karabasan gibi çöktüğü bir başka Kaurismaki hikayesi. Atmosfer yine bu film 30 sene öncesinde mi geçiyor dedirten cinsten ama antika radyodan duyduğumuz Rusya ve Ukrayna savaşına dair haberler durumu hızlı bir şekilde netleştiriyor bizim için. Film boyunca bu savaşa dair radyo haberleriyle sahne arası geçişler tasarlayan Kaurismaki’nin bu fikrinin biraz yine kendi coğrafyasındaki insanları tatmin edebilecek kalibrede olduğunu düşünüyorum… Her dezavantajına rağmen işçi sınıfına odaklanıp kısa sayılabilecek filmler çekiyor olması ile sempati toplamayı başaran Kaurismaki dedenin en istikrarlı olduğu konu da anlatısını güncellememesi herhalde.

Editör Notu: Yazının devamı spoiler içermektedir. 

Fallen Leaves | Fotoğraf: IMDb

Karakterlerin zırt pırt işten ayrılmak zorunda kalması, ama bunun tekdüze bir şekilde “patron suçlu” temasıyla işlenmemesi ilginçti. Kadının tarihi geçmiş sandviçi almasından ötürü işten çıkarılmasında tetikleniyoruz ama alkolik adamın her gün galon galon içerek kendinin ve etrafındaki insanların hayatlarını tehlikeye atmasından ötürü işsiz kalması ise pek o kadar etki yaratmıyor… Kadının adamı her gördüğünde yüzünde güller açması, evine davet ettiğinde özene bezene bir şeyler yapmaya çalışması, son olarak da tam ‘kararında’ içki alarak flörtünün alkol ile ilgili problemini kibarca test etmesi harikuladeydi. Adamın bunu son derece hödükçe karşılayıp bana kimse emir veremez çıkışıyla evi terk etmesi ise biraz kudurtuyor izleyiciyi.

Önce telefon numarasını pat diye kaybeden, sonrasında absürt bir kaza ile komaya giren, kadını tavlayamamak için her türlü yeteneğe sahip bu kereste adam o kadar şanslı olacak ki, kendisi komadayken dahi gelip giden bu kadının sevgisine mazhar olabiliyor. Yalnızlığın ve soğuk coğrafyanın sıkıntılarını iliklerine kadar hissettiren filmin yeterli seviyede bir çatışma kurmaya gerek görmemesi ise seyir zevkini kötü anlamda etkiliyor bence. Biraz daha sıkı bir olay örgüsü ile daha nüktedan ve sürükleyici bir iş ortaya çıksın isterdim şahsen. Her şeye rağmen 90 dakika ve altında film çeken yönetmenlere şans vermeye her daim devam…

 Sinema dünyasına ve filmlere dair paylaşımlarıma Instagram üzerindeki film blogumdan (@atıptutuyorum) ulaşabilirsiniz.

Kapak Fotoğrafı: IMDb

İlginizi çekebilir: Eralp Alper’den Past Lives

BİFO ile Romantik Gece: Romantizmin Işıltısında

Sadece Türkiye’nin önde gelen orkestralarından biri olmakla kalmayan, ünü Türkiye sınırlarını da aşmış olan Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası (BİFO), 2024’ü karşıladığı “Yeni Yıl Konseri”nin bir hafta sonrasında dümenini romantizme kırıyor: Orkestranın şef Finnegan Downie Dear’ın yönetiminde, keman sanatçısı Alexandra Conunova’ya eşlik edeceği, 18 Ocak’taki “Romantizmin Işıltısında” başlıklı konserini iple çekiyoruz.

Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası (BİFO)

Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası: Romantizmin Işıltısında

Konserin Konukları: Finnegan Downie Dear ve Alexandra Conunova

BİFO’nun bu konserindeki konuk şefi, Cambridge Üniversitesi ve Kraliyet Müzik Akademisi gibi iki saygın kurumdan başarıyla mezun olan Finnegan Downie Dear. Mahler Şeflik Yarışması birinciliğinin adından “açık yüreklilikle eşsiz bir zihnin mükemmel birleşimi” olarak söz ettiren Dear, geçtiğimiz sezonda Staatskapelle Berlin, Camerata Salzburg ve Gothenburg Senfoni orkestralarıyla da çalışmıştı. Gecenin solisti ise sıcak tonu ve akışkan virtüözitesi ile Joseph Joachim Keman Yarışması 2012 birincisi Alexandra Conunova. İlk albümünde Prokofyev’in sonatlarını kaydederek zorlu repertuvarların ustası olma yolundaki kararlılığını kanıtlamış, tüm dikkatleri üzerine toplamış sanatçı, Paris Orkestrası, Mahler Oda Orkestrası, Suisse Romande ve Rus Ulusal Orkestrası gibi topluluklarla konserler vermişti. Conunova, BİFO ile ilk kez buluşuyor.

Alexandra Conunova

Romantizmin Işıltısında: Konser Programı

Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası ve Alexandra Conunova bu konserde, yaşadığı dönemin fırtınalı ruh hallerini, anavatanının renkleri, şiirleri ve ezgileriyle zenginleştirerek eşsiz bir müzik dili yaratan Çaykovski’nin inceliklerle bezenmiş Re Majör Keman Konçertosu’nu seslendirecek. Bestelendiği dönemde ünlü virtüöz ve keman öğretmeni Leopold Auer’in Çaykovski’yi “Dostum, eseri keman için tekrar düzenledikten sonra getirin; onu bu haliyle kimse çalamaz.” dediği, ilk seslendirildiğinde büyük tepkiler ve ağır eleştirilerle karşılaşan bu konçerto günümüzde keman repertuvarının vazgeçilmezleri arasında yer alıyor. Eser ana temanın gittikçe güçlendiği ve Çaykovski’ye ait bir kadans içeren giriş bölümü, “Canzonetta” başlıklı, üflemeli çalgıların kemanla konuştuğu lirik ikinci bölüm ve olağanüstü hızda ve hızlı, ateşli ezgilerle süslü folklorik final bölümünden oluşuyor.

Finnegan Downie Dear

Konserin açılışını Ravel’in aslında piyano için bestelediği Le Tombeau de Couperin (Couperin’in Mezarı) süitinin orkestra düzenlemesiyle yapacak olan BİFO, konserin ikinci yarısında ise Çaykovski’nin teknik ve düşünsel açıdan en derin yapıtlarından biri olmakla kalmayıp duygusal bir müzikal zirve niteliğindeki 6. Senfoni’sini ya da “Pathétique Senfoni”sini seslendirecek. Bestecinin ölümünden dokuz gün önce tamamladığı ve başarısını hiçbir zaman göremediği bu senfoni, senfonileri arasında en çok çalınanı ve onun yaşamını en iyi yansıtan eserleri: Kardeşi Modest’in açıklamalarına göre dört bölümlük senfoninin ilk bölümü Çaykovski’nin “acılar, özlemler ve heyecanlarla geçen yalnız yıllarını“, ikinci bölümü “duyguların açıklanabileceği birinin varlığının verdiği huzur ve mutluluğun yitirilmesiyle duyulan burukluğunu“, üçüncü bölümü “bir müzikçi olarak kazanılan başarının verdiği heyecan ve gururu“, çok yakında gelecek ölümünün habercisi niteliğindeki final bölümü ise “son yıllardaki yalnızlığı ve hüznü, gelecekteki ölümü arzulamayı” betimliyor.

Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nı bir kez daha dinleyecek olduğumuz için ve romantik dönemin en iyi bestecilerinden Çaykovski’nin eserlerini iki değerli konuğun varlığıyla dinleyeceğimiz için heyecanlıyız. “Romantizmin Işıltısında” konseri, 18 Ocak Perşembe saat 20.00‘de Zorlu PSM Turkcell Sahnesi‘nde.

Detaylı bilgi ve biletler için tıklayın.

Okunmaya Değer Üç Çizgi Roman: Tuş, Özel Bir Yaz ve Bu Bizim Anlaşmamız

Bilenler bilir, çizgi roman dünyasına bir adım attıktan sonra dönüşü pek mümkün olmuyor. Dönmek isteyene de henüz rastlamadım; herkesin kendi zevkleriyle şekillendirdiği, yeni çizgiler ve hikayelerle heyecanlandığı müthiş bir bağımlılık bu. Son 1.5 yıldır kendimi kaptırdığım bu dünya, keşfetmeye ve paylaşmaya değer. Bu yüzden 2023 yılında kitaplığıma dahil olan çizgi romanlardan üç tanesini sizler için yorumladım. Haydi başlayalım

unsplash-obqsu-1704139718-jpg
Çizgi Roman | Fotoğraf: Mahdiar Mahmoodi (unsplash.com)

Okunmaya Değer Üç Çizgi Roman

Bu Bizim Anlaşmamız

Çocukluğu yazın uzay kampına gitme hayaliyle geçenler, toplanın! Fırsat ayağınıza geldi. 🙂 Genç Timaş çatısı altında yayınlanan Ryan Andrews imzalı “Bu Bizim Anlaşmamız”, Bilim Çocuk ile büyüyen bir neslin eski bir dostuyla yeniden karşılaşması adeta. Kitap, Sonbahar Ekinoksu festival gecesinde bir grup arkadaşın fenerlerin peşine düştüğü bir gece, geriye sadece Ben ve Nathaniel’in kaldığı gizemli bir yolculuğu konu ediniyor. Nathaniel karakteri için ayrı bir not düşmek isterim, çünkü kitap boyunca beni “Böyle bir arkadaş istiyorum!” seviyesinde keyiflendiren, çok iyi yazılmış bir karakter. “Bu Bizim Anlaşmamız” çizimleri ve renk seçimleriyle de karakterlerin daldıkları her yeni dünyayı apayrı boyutlara taşıyor. Gözüm kapalı tavsiye ediyorum, okuması inanılmaz keyifli bu kitap kesinlikle benim favorilerimden.

TUŞ

Merak gerçekten kediyi öldürebilir evet, ama ya sonrası? Orhan Umut Gökçek’in harika çizimleriyle hayat bulan TUŞ, hayatınız üzerinden loto oynamanın bir dokunuş kadar uzakta olduğu bir senaryoyla baş başa bırakıyor bizleri. Dünyanın her yerinde bir anda beliren “tuş”ların getirdiği olasılıklar havuzu, insanın merak ve açgözlülük dürtüleri üzerinden pek çok sorunun kapısını aralıyor. Kitap, her şeye rağmen umut etmekten çaresizliğe, bin bir çeşit duygu durumu arasında oradan oraya sürüklüyor okuyucuyu. Bir gün filmi çekilirse buradan yetkililere çağrımdır, soundtrack’inde Soft Analog-Bombalar kullanılmalıdır: “Odamın içinde bombalar var. Dokumadan yürü, nereye kadar?

Özel Bir Yaz

Eisner 2015 En İyi Yeni Grafik Roman Ödülü sahibi, Jillian ve Mariko Tamaki imzalı “Özel Bir Yaz”ı eve götürmek için birçok geçerli nedenim var gibi görünüyordu: karşı konulması zor bir isme sahip olması (ve özel bir yaz geçirmeye dair umutlarımı yeşertmesi), çizimlerin harika görünmesi ve okumayı en sevdiğim türlerden biri olan hoş bir “coming of age”  öyküsü vaat etmesi… Ne yazık ki bu formül, “Özel Bir Yaz”ın konusu özelinde benim için çalışmadı. Ya da yeterince çalışmadı diyelim, çünkü yazlık bir göl evinde geçen ve okuyucuya ergenlik dönemine yeni yeni adım atan Rose’un bakışından aktarılan hikaye, birçok dramatik unsur barındırsa da çoğu yerde okuyucu ile derinlikli bir ilişki kuramıyor. Yine de, hem bir mevsim boyunca yazlıkta zaman geçirmenin getirdiği özgürlük ve sıkışmışlık duygusunu hem de ergenlik ve büyüme sancılarını yansıtma konusunda başarılı olduğunun altını çizmek gerek. Dikkatimizin çok fazla çalındığı bugünümüzde, “sıkılmaya” bolca vakit bulduğumuz eski günlerimizi ve basit bir hayatın güzelliğini hatırlatması ise kitabın en sevdiğim yanı oldu.

Çizgi romanların en sevdiğim özelliklerinden biri, bitirmeden elimden bırakmamın mümkün olmaması. En azından (ve neyse ki) şu ana kadar tersiyle karşılaşmadım. Aynı baştan sona bir film izler gibi, ama bu kez kendi tempomda, her paneli içimden gelen zamanı ve dikkati ayırabilme ayrıcalığıyla… Bu özel anlar, iyi okuyucular tarafından keşfedilmeye değer. Bu yüzden, hiç şans vermediyseniz eğer, bu yıl çizgi romanlarla tanışmak için iyi bir başlangıç olabilir. Her zamanki gibi yorumlarınızı ve farklı kitap önerilerinizi bekliyorum. 2024’te çizgi romancı dükkanlarının raflarında harika kitaplara rastlamamız dileğiyle…

Kapak Fotoğrafı: Mahdiar Mahmoodi (unsplash.com)

İlginizi çekebilir: Zeynep Mutlu’dan Çizgi Dünyasına Girmek İsteyenler İçin 4 Öneri

L’ANCORA: Roma’dan Çanakkale’ye Uzanan Bir Yolculuk

Çanakkale’nin ilk ve tek Napoliten pizza restoranı L’ancora, İtalyan mutfağının eşsiz lezzetiyle sizi unutulmaz bir yolculuğa çıkarıyor. Hem gözünüz hem midenizin doyacağı sıcak ve samimi gerçek bir İtalyan.

L’ancora’nın adım adım oluşma sürecine hakim oldum diyebilirim. Günlük yürüyüş yolumun üzerinde yer alan bu restoran tasarımıyla ufak ufak dikkat uyandırmaya başladı. Napolitan disipline göre özel üretilmiş taş fırın yerini alınca akıllardaki soru işareti de azalmış oldu. Aradan geçen birkaç ay sonrası tabela asıldı, masalar kondu ve İtalyan esintisi Kordona çıkan sokakta esmeye başladı. 

İtalyan mutfağının sıcaklığını zengin lezzetlerle buluşturan Çağatay Özdimağ, pizza tabanında San Marzano ve Roma domatesi La Fiammante Pomodoro tercih ediyor. Pizza hamurunun yumuşak, elastik ve kolay katlanabilir olmasına önem veriyor. Bunun için geleneksel Napolitan mayalama ve dinlendirme yöntemini kullanıyor ve Torino’dan Bongiovanni Vera OO un ile harika hamurlar hazırlıyor. Manda mozzarella, burrata ve fior di latte seçiminde ise Türk butik üreticilerle çalışmayı tercih ediyor. Hal böyle olunca ortaya enfes bir lezzet şöleni çıkıyor. Biliyorsunuz İtalyanlar sadece yemek yemek için değil aynı zamanda sosyalleşmek ve uzun sohbetler için de özel sofralarda bir araya gelirler. L’ancora’nın bunun için oldukça ideal bir buluşma noktası olacağından şüpheniz olmasın. 

Menü detaylarına geçecek olursak, oldukça zengin diyebilirim. Her damak zevkine uygun bir pizza bulmak mümkün. L’ancora instagram sayfasındaki linkten ya da sabit storylerden menü ile ilgili en ayrıntılı bilgiye ulaşabilirsiniz. Benim tercihim, Margherita ve Manzo oldu. İkisi de muazzam lezzetliydi. Üstelik servis de çok hızlıydı. Masanıza geçtiğiniz an çatal – bıçağın yanı sıra bir adet de makas geliyor. Ardından cam şişedeki soslar da masadaki yerini alıyor. Zeytinyağı ve acı sos olmazsa olmazlarımızdan 🙂

0b6eda3f-0095-4ba7-8349-40eb9edcafb1
L’ancora / Manzo | Fotoğraf: Öyküm Pekşen

Pizzalar tek boyut, yaklaşık 6 dilim çıkıyor. Büyük bir servis tabağı ile ortaya geliyor. Ek olarak önünüze ayrı bir sunum tabağı vermiyorlar. Ne demiştik, samimi ve sıcak sofralar İtalyanların vazgeçilmezi 🙂 Alkol satışı da bulunmuyor ama tercih edebileceğiniz çeşitli meşrubatlar mevcut. İsterseniz gel – al da yapabilirsiniz. Tercih sizin. Her halükarda Çanakkale’de İtalyan olmayı iliklerinize kadar hissedeceksiniz diye düşünüyorum. Dolce far niente!

Kapak Fotoğrafı: Instagram.com/@lancorapizzanapoletana

İlginizi çekebilir: Öyküm Pekşen’den Çanakkale’nin En İyi Kahvecileri

Meze, Müzik, Muhabbet: Roma’dan İstanbul’a Uzanan Hikayeler

Bugün sizlere Roma’dan İstanbul’a uzanan bir üçlemeyle geldim. Evet, ünlü yönetmen ve senarist Ferzan Özpetek’in meşhur Türk rakı sofraları, mezeleri ve sohbetlerine odaklandığı “Meze, Müzik, Muhabbet” isimli kısa filmlerinden bahsediyorum.

Meze, Müzik, Muhabbet
“Meze, Müzik, Muhabbet” Roma Gösteriminden | Fotoğraf: @kubilayakaa

Yönetmenin Netflix İtalya’da yayına giren İstanbul Üçlemesi adını verdiği kısa filmleri bizleri yirmişer dakikalık bir yolculuğa çıkartıyor. Bir kısa filmden beklentimin tam olarak ne olması gerektiğini bilmiyorum. Hele de hikâyenin ve duygunun içine girebilmek bazen uzun metrajlı filmlerde bile zor olabiliyorken ancak “Meze, Müzik, Muhabbet” üçlemesi benim için kısa filmlere dair bazı önyargılarımı kırdı diyebilirim. Üçleme bize aslında rakının ve rakı sofralarının sıradan bir sofradan çok daha fazlası olduğunu anlatıyor. O sofralarda hissedilen duyguların, yapılan sohbetlerin, dinlenen ve söylenen şarkıların diğer her şeyden farklı olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Yeri geldiğinde ah o sofrada ben de olsaydım da beraber şarkı söyleseydik dediğim Meze ve yeri geldiğinde ah o sofrada ben de olsaydım da beraber dertleşseydik dediğim Muhabbet ve Müzik ile Özpetek’in beni fazlasıyla etkilediğini söyleyebilirim.

Meze
Meze | Fotoğraf: @depofilm

Son zamanlarda adını sıkça duyduğumuz Ahsen Eroğlu’nun başrolünde yer aldığı Meze’de kendisine; Ayta Sözeri, Sera Yılmaz, Nezaket Erden ve Aslı İnandık gibi başarılı isimler eşlik ediyor ve iyi ki ediyor. Nikah masasında yaşadığı hayal kırıklığı üstüne kendisini arkadaşları ve teyzesiyle birlikte bir rakı sofrasında bulan Yağmur’u izlediğimiz Meze’nin içimi huzurla doldurduğunu söyleyebilirim. Filmin başından sonuna kadar olan diyaloglar, çekim açıları, mekanlar, şarkılar ve tabi ki kadrosu ile adeta sizi alıp serin ve tatlı bir yaz akşamına ışınlıyor. Bir kadın hikayesi izlediğimiz filmde kadın dayanışması temasının merkeze alınması ve günün sonunda ne yaşarsak yaşayalım o sofrada hep birbirimize destek olacağımızın işlenmesi gerçekten çok hoşuma gitti. Son dönemlerde başarı merdivenlerini hızla tırmanan Ahsen Eroğlu’nu böyle bir ekiple birlikte izlemek çok güzeldi. Umarım bir gün öyle bir sofrada “Aldırma Deli Gönlüm” eşliğinde o insanlarla denk gelme imkânım ve imkânınız olur.

386155198_309338701720387_7463124023039739763_n
Müzik | Fotoğraf: @depofilm

İstanbul Üçlemesi’nin bir diğer filmi Müzik ise son dönemlerde Sarmaşık Zamanı’yla ekranlara dönen Yiğit Kirazcı ve Burak Yamantürk’ün başrolünde yer aldığı tatlı tesadüfleriyle yüzümüzü güldüren bir film olmuş. Bu sefer bir rakı sofrasından öte meyhanede geçen hikâye, bize geçmiş ve gelecek arasında tatlı bir bağ kurdurtuyor. Çocukluklarında arabalı vapurda yolları kesişen Özgür ve Ahmet’in yıllar sonra bir meyhanede tekrar karşılaşmalarını ve aslında o ilk karşılaşmalarının Özgür’ün (Burak Yamantürk) hayatındaki önemini bizlere ve Ahmet’e (Yiğit Kirazcı) gösteriyor. Bu kez bir dayanışmadan ziyade umudun ve tesadüflerin sohbet konusu olduğu rakı masası ise istemeden yüzünüzde bir gülümse bırakıyor. Üçlemenin her filmi içimde bir yerlere dokundu ama sanırım Meze ve Müzik’in etkileri çok daha farklı oldu.

Muhabbet
Muhabbet | Fotoğraf: @depofilm

Kubilay Aka’nın başrolünde yer aldığı Muhabbet ise bizi çok daha derin çok daha duygulu bir hikâyeye konuk ediyor. Roma’dan İstanbul’a uzanan hikâye, bu sefer bir rakı sofrasıyla beraber bizi acılarımız, kayıplarımız, aşklarımız, özlemlerimiz, gidenlerin arkasında kalışlarımız ve hızlı değişen hayatlarımızla yüzleştiriyor. İstanbul Üçlemesi’nin diğer filmlerine kıyasla daha yoğun duyguları yaşatan Muhabbet’in altından Kubilay Aka’nın çok başarılı bir şekilde kalktığını söyleyebilirim. Bu hikâyenin yüreğinizde bir yerlere dokunacağından eminim.

Rakı sofraları ve o sofralarda yapılan sohbetlerin yanında toplumsal problemlerden de bahsetmeyi ihmal etmeyen usta yönetmen ve senarist Ferzan Özpetek’in çok duygu dolu bir üçleme çıkardığını söyleyebilirim. Üçlemeyi bitirdiğimde ilk aklımdan geçeni söyleyerek yazımı bitirmek istiyorum. “İstanbul Üçlemesi keşke Netflix Türkiye’de yayınlansaydı da daha geniş kitlelerin yüreğine dokunabilseydi.”

Kapak Fotoğrafı: Instagram.com/@kubilayakaa

İlginizi çekebilir: Yaprak Civan’dan La dea fortuna

‘Sleep Divorce’: Pratik mi Romantizm Düşmanı mı?

1800lü yılların ikinci yarısından 1900’lere dek çiftlerin ayrı odalarda uyuması sağlıklı ve modern bir yaklaşım olarak kabul edilirdi. İşte şimdi aynı eğilim Türkçe’ye “uyku boşanması” olarak çevrilen ‘sleep divorce’ adlı bir iyi yaşam trendi olarak geri dönüyor.

Sleep Divorce | Fotoğraf: SleepScore

Genç jenerasyonların ve hatta uzman psikologların da tasdiklediği bu eğilimin, daha kaliteli bir uyku sağlayarak fiziksel, zihinsel ve hatta ruhsal sağlığa katkı sağladığı düşünülüyor. Birlikte uyuma fikri kulağa romantik gelse de horlamalar, yorgan savaşları, uykusunda çok rüya görenler, konuşanlar, hareketli uyuyanlar ve farklı sıcaklıklarda uyumayı sevenler düşünüldüğünde aslında hiç de pratik olmayan birçok değişkene tabii. ‘Sleep divorce’ da uyku kalitesini etkileyen tüm bu faktörleri elimine etmek üzere tercih ediliyor.

New York Post her üç çiftten birinin ‘sleep divorce’u tercih ettiğini öne sürüyor. Brooke Kato’nun yazısına göre; Amerikan Uyku Tıbbı Akademisi’nin 2.000’den fazla yetişkinle 2023 yılında yaptığı bir anket, çiftlerin kulak tıkacı, göz maskesi, sessiz alarm kullandığını ve birbirlerine uyum sağlamak ve iyi bir gece uykusu sağlamak için erken veya geç saatlerde yatağa uzandıklarını gösteriyor. Bu da gösteriyor ki ‘sleep divorce’u tercih etmeyenlerin birbirlerinin alışkanlıklarına uyum sağlamak için ekstra çaba harcamaları gerekiyor. Bu bakıma yöntemin günlük rutin bakımından pratik olduğunu söyleyebiliriz.

Sleep Divorce | Fotoğraf: unsplash.com/@tsujigimi

Öte yandan bu tercihin hiç de romantik olmadığını ve çiftlerin ilişkilerini kötü etkilediğini savunanlar da var. “Yatağa küs girmemek” gibi en iyi bilinen evlilik öğütleri bile birlikte uyuma fikrine dayalıyken bu rutini tümüyle birbirinden bağımsız hale getirmenin çiftler arasında mesafe yaratacağını düşünenler belki de tümüyle haksız sayılmaz.

“Tired But Wired: How to Overcome Your Sleep Problems” kitabının yazarı Dr. Nerina Ramlakhan ise bu geri dönen trendin çiftin ilişkisi üzerindeki olası etkilerine ilişkin tartışmalara şöyle yanıt veriyor: “Bugün uykusuzluktan yakınan ve ayrı uyumayı tercih eden pek çok çiftin, faydalarını fark edip bunu bir nevi yaşam stiline dönüştürdüğünü görüyoruz. Kulağa garip gelse de, endişelenecek bir durum değil. Zira, birlikte uyuyamıyorsanız, kendinizi aynı yatakta uyumak için baskı altında hissetmeniz, ilişkiye zarar verebilir. Üstelik, uykusuzluğun getirdiği gerginliğe nazaran kaliteli bir uyku seansı sonrası çiftlerin iletişiminin geliştiği; birbirlerine daha pozitif ve yapıcı bir enerjiyle yaklaştıkları bir gerçek.”

Kapak Fotoğrafı: Medium

İlginizi çekebilir: Fatma Kayalar’dan Uyku 101

Yiğit Karaahmet ile: Deniz Ne Kadar Güzel Romanı Üzerine Sohbet

Bazı okuyucularının sivri diline hayranlık ve korkuyla karışık yaklaştığı magazin köşeleri, arka perdesini baya bir merak ettiğimiz Türkiye’nin ikonları ile gerçekleştirdiği röportajları ve özellikle 2000’ler İstanbulu’nda üzerine çok fazla konuşulan parti hayatı… Şimdi bu yazıya bir ara verip Google’a “Yiğit Karaahmet” yazarsanız; karşınıza çıkacak ilk başlıklardan birinin “Yiğit Karaahmet’in Şahane Hayatı” olacağının haberini size vereyim. Kendisi bu şahane hayatını bugünlerde Bodrum’da devam ettiriyor. Ben de onu seyahatleri ve yepyeni projeleri arasında yakalamayı başarmışken Deniz Ne Kadar Güzel romanı hakkında merak ettiklerimi soruyorum.

Yiğit Karaahmet | Fotoğraf: Ekin Özbiçer

Tam iki sene önce çıkan Deniz Ne Kadar Güzel romanı, kitabı okurken dahi giyimine hayran kaldığım Şener ve bazı bölümleri nefesimi tutarak okumama sebep olan Fehmi’nin kırk yıllık ilişkisini anlatarak başlıyor. Perdeler kapalı olsa da dışarıdan baktığımızda gözümüzü kamaştıracak kadar muhteşem olan bu ilişki, kitabın arkasında da yazdığı gibi yeni komşuları ile tanışmalarının ardından sallanmaya başlıyor. Fakat bu öyle bir görsel şölen ile sallanma ki Yiğit Karaahmet, Deniz Ne Kadar Güzel romanı ile mayıs ayında Cannes Film Festivali’nin Shoot The Book yarışmasına seçilen ilk Türkiyeli yazar oldu. Tabii, söz konusu Yiğit Karaahmet olunca şahane haberler burada da bitmiyor. Roman yakında Soho Press tarafından yayımlanmak üzere Amerika’ya doğru yola çıktı ve beyaz perdeye de uyarlanma sürecinde! O zaman ben sözü heyecanlı “fan girl” kişiliğime ve Yiğit Karaahmet’e bırakıyorum.

Sevgili köyün en güzel kızı Yiğit, hoş geldiniz! İstanbul’u yavaş yavaş geride bırakarak yer yer Bodrum’da bir sayfiyeye çekilmenizi ve bir de geçen zamanı düşünürsek sizce yirmi yıllık yazarlık kariyerinizde bugün bulunduğunuz konuma gelmenizi sağlayan anılarınızdan özellikle öne çıkan bir hatıranız/deneyiminiz var mı?

Merhaba, hoş bulduk. Çok teşekkür ederim. Valla bugünkü konuma gelmemi sağlayan kimisi mantıklı kimisi süper mantıksız elbette yüz binlerce seçimim ve kararım var. Ama bunların arasından birini seçmek şu an için biraz zor. Ancak ileride bir anı kitabı yazarsam bu kararların nereye vardığını ve sonuçlarını görebiliriz sanırım. Ama bir sayfiyeye taşınma kararı özelinde bakarsak eğer, buna İstanbulla kurduğum aşk-nefret ilişkisinin başka bir boyuta evrilmesi ve pandemi sürecini örnek verebilirim. Ben İstanbul’da çok harika zaman geçirdim, İstanbul; kaosuyla, ilişkiler ağıyla, gece hayatıyla  benden benim bile farkında olmadığım birini yarattı. O yüzden şehrin benim hayatımdaki yeri sadece bir mekân ya da ev sahipliğinden başka bir anlama işaret ediyordu. Fakat daha sonra bir tür aşk ilişkisi diyebileceğim bu duygunun değiştiğini hissetmeye başladım. Tüm bu eşsiz şeylerin yerini bir tekrar duygusu almaya başladı ve aslında zorla da olsa bundan sıkıldığımı bir noktada kendime itiraf ettim. Bodrum’a taşınmam çok hızlı gerçekleşti, bir anda karar verdim sayılır ve bir anda kendimi bir köyde buldum. Tam ‘Ben ne yaptım?’ diye sormaya başladığımda ise pandemi oldu. Herkes sayfiyeye taşınmaya karar verdiğinde ben oradaydım. Hayatta ilk kez bir dalgayı baştan yakalamayı başardım. Çünkü genelde bir furya doğar, herkes bir karar verir, uygular ve bunu en son ben fark ederim. Pandemiyi Bodrum’da geçirmek çok iyiydi açıkçası. Sonra zaten İstanbul benim için artık finanse edilmesi imkansız bir hal aldığında artık hayatıma bu şekilde devam etmekten de başka bir seçenek kalmamıştı. 

Son dönemlerde Cannes Film Festivali’nin Shoot The Book bölümüne seçilen ilk Türkiyeli yazar olmanızdan bir Amerikalı şirketin kitabınızı İngilizce’ye çevirecek olmasına kadar sizden muhteşem haberler geliyor! Çok tebrik ederim. Benim için Şener’in romanın bir noktasında homofobik dünyadan aldığı intikamı, siz de bu başarılarınız ile homofobik yayınevlerinden aldınız. Kitabınızın yayımlanmasının ardından yaşadığınız deneyimlerden biraz bahsedebilir misiniz?

Yani artık alçak gönüllü olmaya çalışmayı biraz bırakabildiğim bir noktada olduğum için bu bu bahsettiğiniz gelişmeler, Cannes olsun, Amerika’da Soho Press’ten yayımlanacak olması olsun, kitabın mevcut tüm tanıtım ve dağıtım zorluklarına rağmen kendi çapında geniş bir okur kitlesine ulaşması olsun içten içe bende de kazanılmış bir zafer duygusu hissettirmiyor diyemem. Ben kitabın açıkçası okura neden bu kadar zor ulaştığını bir türlü anlayamamıştım. Mantıklı bir açıklama yapılsa belki anlardım ama bu yapılmadı hiçbir zaman. Son derece ciddiyetsiz tavırlar, öneriler, tekliflerle gelindi. Bir noktasında bu kitaba ben ve benden başka birkaç kişiden başka kimsenin inanmadığı bir dönem oldu. Ve işin kötü tarafı bu benim çok severek yazdığım bir şeye, daha da önemlisi çok severek yaptığım işime karşı içimde bir şüphe uyandırdı. Genelde bir işte pek ısrarcı olmam, olmuyorsa bırakıp başka bir şeye geçerim ama Deniz Ne Kadar Güzel için bunu yapamadım. Çünkü herkesten önce ben çok seviyordum romanı ve iyi de olduğunu düşünüyordum. Sadece kendi kendine, sadece okurlarının sevgisi ve benim çabamla şimdi geldiği bu noktadan o döneme baktığımda haklı olanın kim olduğunu daha net görebiliyorum. Ve o zamanki yorumları, tavırları artık başka bir perspektiften okuyabiliyorum. O zaman amaçlarını tahmin ediyordum şimdi ise eminim. Ve hepsine verecek harika bir cevabım var: Romanım. 

Yiğit Karaahmet | Fotoğraf: Ekin Özbiçer

Daha önce yayımlanan yazılarınızdan oluşan iki kitabınız olsa da en fazla Deniz Ne Kadar Güzel’e karşı bir aidiyet duyduğunuzdan bahsediyorsunuz. Ben kitabı okurken yer yer sizin bir yazar olarak bana yansıyan personanızı sanki satır aralarından duyuyormuş gibi hissettim. Kitabınız da tam bu personadan umacağım şekilde bitti. Hikâyeyi kaleme alırken bir yazar olarak kendinizi nasıl konumlandırdınız?

Deniz Ne Kadar Güzel’i yazmaya karar verdiğimde romanın kalbine 40 yıldır birlikte olan ve birlikte yaşlanan Fehmi ve Şener çiftini oturttum. Roman onlarla açılıyor ve onlarla kapanıyor. Okur, hikâyenin gelişimini, zirve noktalarını, karakterlerin kararlarını, duygu değişimlerini ve olaylara verdikleri tepkileri başından sonuna kadar bu iki ana karakteri takip ederek okuyor. Yani okur bir gizemi çözmeye çalışmıyor aslında başından sonuna kadar kimin neyi yaptığını ya da niçin yaptığını biliyor. Diğer karakterlerin bilmediklerini ya da sonradan keşfedeceklerini de okur ana karakterleri izleyerek oraya geldiği için aslında onlardan da önce biliyor. Okur da kitapta olanların bir şahidi. Bense yazar olarak olayları bir tur rehberi gibi okura anlatan kişiyim aslında. Yani sanki her sahnenin geri planında okur da benimle birlikte orada, ben anlatıyorum ve birlikte izliyoruz yaşananları. Ben yazar olarak tüm kitapta özellikle de ikinci bölümde çok bariz bir taraf tuttuğumu düşünüyorum. Ya da amacım buydu diyeyim. Tarafımın çok net olduğunu düşünüyorum ben Fehmi ve Şener’den yanayım tüm kitap boyunca. Anlatan da ben olduğum için aslında küçük manipülasyonlarla, müdahalelerle, provokasyonlarla, seçimlerle, olaylarda dikkati çekmek istediğim noktalarla okuru bir şekilde yönlendirmeye çalışıyorum. Amacım romanı okuyan insanların da benimle beraber kitabın sonuna kadar Fehmi ve Şener’in tarafını tutarak gelmelerini sağlamak. Kendimi konumlandırdığım yer suç ortaklığı diyebilirim. Aynı zamanda okuru da suç ortağı yapmaktı niyetim. 

Kitabınız yaşlılığın gençlik dönemine özlemi ve ergenliğin tecrübesizliği, acımasızlığı arasında geçişler yapıyor. Aslında tam da bu iki hayat tecrübesinin ortasında duran bir yazar olarak sanki sizin yaşlılığa dair endişelerinizi, fantezilerinizi ve gençliğe dair kızgınlıklarınızı da duyuyor gibiyiz. Bu kavramları merkezinize almaya sizi iten ne oldu?

Evet, kitap bir şekilde aslında benim de yaşlılığa, yalnızlığa, ölüme bakışımı içeriyor. Bir şekilde kendi yaşlılığımla yüzleşme çabası da sayılabilir. Biriyle yaşlanmak duygusunun nasıl olabileceğini ve bunun nasıl yıkılabileceğini görmek istedim. Ayrıca bu tür karşılıklı tezatlar yani yaşlılık-gençlik, birliktelik-yalnızlık, gizlenmek-açığa çıkmak gibi çeşitli kavramlar yazması çok zevkli ve romanı cilalayan şeylerdi. Yoksa gençliğe bir kızgınlığım yok. Bu manasız bir kızgınlık olurdu, kendi gençliğime de kızgın olmam gerekirdi bu şekliyle. Yaşlılığa bir hayranlığım da yok bana kalırsa. 40 yıl birlikte yaşamayı bir şekilde idealize ettiğimi kabul ediyorum ama bireysel olarak kendimin böyle bir hayali yok. Ama ana okur kitlesi olarak hedeflediğim eşcinsellerin, hadi kendimi de dahil edeyim, yaşlılıkla ilgili bir takım endişeleri ya da çıkmazları olduğunu düşünüyorum. Durduğum yerden buna bakınca bir fantazi olarak kurulacak tek eşli ilişki masalı acaba bu endişelere bir cevap olabilir mi diye düşündüm. 40 yıl, Büyükada’da bir köşkte geçen, pek çok tutkunun ve arzunun rafa kalktığı, yerine güven ve sadakatin alındığı ama bir yaz günü gelen genç bir erkekle kurulan her şeyin yerle bir olma ihtimali olan bir masal… Bence tüm bunlar bir suç romanı için oldukça uygun ve hakkında farklı bakış açılarını tartışabileceğimiz bir atmosfer oluşturdu. 

Kitabınızın en sevdiğim yanlarından biri sonunda natrans hetero bir erkeğin iç dünyasına girmeme fırsatı bulmak oldu. Darısı bizi natrans hetero erkeklerin iç dünyasında can çekişmek zorunda bırakan Türkiye sineması ana akımının ve “duayenlerinin” başına. Tam da bu sebepten kitabınızın filmi için çok heyecanlıyım! Filminizin belli olan ve bizimle paylaşabileceğiniz bir detayı var mı?

Yani evet, burada natrans hetero erkek diyerek Deniz’i kastettiğinizi düşünüyorum, açıkçası benim de onun iç dünyasına girmek gibi bir niyetim hiç olmadı. Gerek olduğunu da düşünmüyorum. Onun romanda kendine ait bir bölümü var kendi ergenliğinin izlerini orada okuyabiliyoruz. Deniz karakterinin romanda belli bir amacı var ve o gerçekleştikten sonra da ona pek ihtiyacımız kalmıyor. Dediğim gibi bu romanda ana odak iki yaşlı lubunyada Fehmi ve Şener’de kalmalıydı. Ben de mümkün olduğu kadar orada tutmaya çalıştım. Deniz’in bir fonksiyonu daha var, aşırı estetize edilen güzelliği ve annesinin bir ‘oğluşu’ olmasıyla okurun ilgisini dağıtmak ve kafasını karıştırmak. Kitapla ilgili farklı son bekleyenlerin bu kafa karışıklığına kendisini fazla kaptırdığını düşünüyorum ve bu da beni içten içe çok eğlendiriyor aslında. Filmle ilgili gelişmelere gelince ben de en az sizin kadar heyecanlıyım diyebilirim. Benim için de ilginç bir süreç oluyor çünkü romanım piyasaya çıktıktan hemen bir yıl sonra bir film teklifi aldı ve hakları opsiyonlandı. Şimdi bu opsiyon sürecinin içindeyiz ben de gelişmeleri merak ediyorum doğrusu. Senaryo yazım sürecinde diye biliyorum. Ve yönetmen Ali Kemal Güven’in hakkını vererek, layığıyla bu filmi çekmek istediğini. Bakalım, hep beraber göreceğiz. Bunun dışında size verecek daha juicy bir cevabım yok bu konuyla ilgili, birkaç cast dedikodumuz var ama şu an bunları patlatmak benim olayım olmamalı bence. Bu kitap epey bekledikten sonra kendi zamanını bulup yayımlandı ve bu noktaya geldi. Filmi için de böyle bir süreç olabilir. Doğru zaman, doğru şartlar ve doğru insanların birleştiği bir anda ortaya çıkacak ve bence çok iyi olacak. Ben malzememe güveniyorum açıkçası 🙂

Önümüzdeki günlerde sizi başka projeler ile konuşur muyuz merak ediyorum. Üzerinde çalıştığınız yeni bir proje var mı?

Tabii ki yeni romanımı yazmak istiyorum. Deniz Ne Kadar Güzel’in ardından ne yazacağımla ilgili küçük bir blok sürecine girdim. Ve sonunda yazmak istediğim şeyi buldum. Ama bunun için bir takım şartların gerçekleşmesi gerekiyor. Fikri beni çok heyecanlandırıyor, bu sefer daha karanlık bir şey yazmayı planlıyorum. Deniz Ne Kadar Güzel, Amerika’da yayımlandığında ki bu da sanırım en erken önümüzdeki sene olur bu romanı bitirmiş olmak gibi bir hedefim var.  Bu süreye kadar da senaryo projeleriyle ilgileniyorum. Hikâyesi Cannes’a seçilmiş bir yazar olmak, hep ilgilendiğim ama bir türlü girmeyi beceremediğim senaryo dünyasının kapısını biraz araladı gibi. Romanımı yazmaya başlamadan önce biraz bu alanda üretmeye devam edeceğim sanırım. 

Kapak Fotoğrafı: Ekin Özbiçer

Milan Kundera’nın Ardından: Romancı Olmanın Dayanılmaz Hafifliği

Kundera 1984’te en bilinen romanı Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği yayınlanana kadar batı edebiyat çevreleri ve okurları nezdinde karanlıkta kalmış bir yazardır.  Roman Amerikalı romancı Philip Roth’un ‘Diğer Avrupa’dan Yazarlar’ serisi kapsamında yayınlandıktan sonra Kundera bir anda uluslararası bir yıldız yazar statüsüne ulaşır. 1988’de Kaufmann’ın romandan uyarlayarak yönettiği ve Daniel-Day Lewis-Juliette Binoche-Lena Olin üçlüsünün başrollerinde yer aldığı film de Kundera’nın uluslararası tanınırlığını güçlendirir.

“Yaşadığı yeri terk etme arzusundaki insan mutsuz bir insandır.”

Milan Kundera
Milan Kundera | Fotoğraf: Cumhuriyet

Yıllar boyunca yaşadığım yeri terk eyleyip yeni bir coğrafyada yeni bir hayat kurma hayaliyle yaşarken sık sık Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nden bu cümlesini anımsardım. Bu ve benzer pek çok etkili sözün sahibi; yaşamımı, düşünce hayatımı, sanata ve özellikle de edebiyata bakışımı derinden etkileyen bir büyük yazar ve entelektüel ve savaş sonrası modern Avrupa Edebiyatı’nın en büyük romancılarından Milan Kundera 94 yaşında hayata gözlerini yumdu.

Kundera ile tanışmam 30 yıl önce, 15 yaşında, pek çok edebiyat sever gibi, Nesnesitelná lehkost bytí (Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği) romanıyla olmuştu. Romanın o ana kadar okuduğum, Dünya Edebiyatı’nın kanonunu oluşturan dev başyapıtlar da dahil, tüm romanlardan farklı bir boyutu olduğunu hissetmiştim ama romanın yazıldığı bağlamı anlamam; insan özgürlüğü, kaderin kırılganlığı, iktidara karşı bireyin umutsuz ama kahramanca mücadelesi ile aşk/cinsellik /şehvet arasındaki ilişki üzerine romanın getirdiği bakış açısını bütünüyle kavramam ancak  daha ileriki yaşlarda, romanı ikinci kere okuduktan ve Philip Kaufmann’ın romandan uyarlanan 1988 tarihli filmini birkaç kez seyrettikten sonra gerçekleşti. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ardından da Şaka, Ayrılık Valsi, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı, Gülünesi Aşklar , Yaşam Başka Yerde ve Ölümsüzlük romanları geldi. Bir romancı olarak pratikten hareketle ‘romancı  bakış açısıyla’ yazdığı ve Kundera’nın denemeci-edebiyat teorisyeni kimliğiyle ön plana çıkaran Roman Sanatı da başucu kitaplarımdan birine dönüştü.

Milan Kundera Kitapları
Milan Kundera Kitapları | Fotoğraf: sacredtrespasses.com

Kundera, benzer pek çok Doğu Avrupalı yazar, sanatçı ve entelektüel gibi Soğuk Savaş Dönemi’nin mağduru olmuş; yaşamının büyük bölümünü doğduğu ülkesinden, Çekoslovakya’dan uzak, Fransa’da sürgünde geçirmişti. Fransız vatandaşı olması, batı dünyası tarafından büyük bir ilgi ve saygı görmesi ülkesi ile ilişkisini kesmemiştir. Aksine Kundera ironik bir varoluşçuluk ile oyunlarla örülü felsefi bir bağlam içinde kendine özgü bir yazın oluştururken ve röportajları, denemeleriyle evrensel bir entelektüel olarak tüm insanlığı ve dünyayı kapsayan mesajlar verirken bile duyarlılığının referansı/kaynağı hep ülkesi olmuştur. Bireyin iktidar, bireysel özgürlüğün totaliter rejimler karşısındaki trajik konumunu ve mücadelesini anlattığı yapıtları da bir açıdan bu ‘Çek’ kimliğinin bir sonucudur.

1929’da Brno’da doğan Kundera’nın babası tanınmış bir piyanist ve müzikologdur. Yazar olmadan önce Prag Film Akademisi’nde edebiyat dersleri verir. Gençliğinde sıkı ve hevesli bir sosyalist ve Komünist Parti üyesi olan Kundera 1968 Prag Baharı’nın Sovyet tanklarıyla şiddetle bastırılmasının ardından Parti’den atılır. 1967 tarihli ilk romanı Žert (Şaka) sağlam ve ironik bir rejim eleştirisidir. Nitekim bu roman dolayısıyla kara listeye alınır ve işini kaybeder. Roman yasaklanır. Yaşamını küçük bir kasabada bir kabarede caz müzisyeni olarak sürdürür. Prag’dan uzak kalmak, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin Tomas’ı gibi, bireysel özgürlüğünü bulmasını sağlar belki ama bir yazar olarak yayınlanma şansı tamamen yok olur. Ülkesine dair umudunu kaybeden Kundera, 1975’de ülkesini terk eder ve Fransa’ya yerleşir. 1979’da Çekoslovak vatandaşlığından atılır; 1981’de de Fransız vatandaşı olur.

Milan Kundera | Fotoğraf: Le Monde

Kundera 1984’te en bilinen romanı Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği yayınlanana kadar batı edebiyat çevreleri ve okurları nezdinde karanlıkta kalmış bir yazardır.  Roman Amerikalı romancı Philip Roth’un ‘Diğer Avrupa’dan Yazarlar’ serisi kapsamında yayınlandıktan sonra Kundera bir anda uluslararası bir yıldız yazar statüsüne ulaşır. 1988’de Kaufmann’ın romandan uyarlayarak yönettiği ve Daniel-Day Lewis-Juliette Binoche-Lena Olin üçlüsünün başrollerinde yer aldığı film de Kundera’nın uluslararası tanınırlılığını güçlendirir. Gerçi filmin çekiminde danışman olarak yer alsa da filmin romanı yeteri kadar kapsayamadığını; özellikle de Kaufmann’ın romanın çok katmanlı derinliğini basitleştirdiğini düşünür ve o filmden sonra bir daha yapıtlarının herhangi bir şekilde uyarlanmasına izin vermez. Lisedeyken bir arkadaşımın filmi erotik film diye seyretmiş olması Kundera’nın düşüncesini haksız çıkarmıyor değil. Öte yandan filmi birkaç kez seyretmiş biri olarak Kaufmann’a haksızlık yapılmaması gerektiğini düşünüyorum ve eleştirmen Cattrysse Patrick’in görüşüne katılıyorum: “Film başka bir bakış açısıyla değerlendirilmeli, kitabın da tek ilham kaynağı olduğu düşüncesiyle.”

Kundera’yı büyük bir edebi yıldız yapan ve popülerliğinin edebi dehasını ve etkisini olumsuz olarak etkilediğine inandığım Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin adının da bu popülerliğe katkıda bulunduğunu ve bu adın da gerçekte anlaşılmadığını düşünüyorum. Kundera 1983’de The Paris Review’deki şu sözleriyle romanın adının nereden geldiğini de atlatıyor: “Hayatım boyunca en büyük tutkum, sorunun azami ciddiyeti ile biçimin azami hafifliğini birleştirmek olmuştur. Bu ikisinin birleşimi, dramlarımız ve onların önemsizliği hakkındaki gerçeği hemen ortaya çıkarır. Biz varoluşun dayanılmaz hafifliğini deneyimliyoruz.

Milan Kundera | Fotoğraf: The Guardian

Okuyanlar hatırlayacaktır, Şaka’da da trajik hikaye basit bir şaka ile başlar. Bir önemsiz şaka bir dizi aşırı ciddi ve önemli olayın başlamasına yol açar. “İnsanın iktidara/güce karşı mücadelesi hafızanın unutmaya karşı mücadelesidir” der Kundera Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’nda. Salman Rüşdü okuduğudan beri unutmadığı bu cümlenin dünyadaki olaylara ilişkin anlayışını aydınlattığını söyler. Son dönemde ilgi duymaya başladığım nostalji ve hatırlama kavramları dolayısıyla tekrar Kundera okumaya, Youtube’da verdiği eski röportajlarını ve hakkında yapılmış programları seyretmeye başlamıştım. İlginç bir şekilde Kundera yeniden yaşamıma yoğun olarak dahil bir dönemde vefat etti. Özellikle Fransızca yazdığı ilk kurmaca kitap olan; bir roman olarak tanımlanmasına rağmen Kundera’nın modernite, teknoloji, şehvet ve özellikle de hafıza üzerine felsefi görüşlerini içeren yapıtı Yavaşlık Kundera’nın ölümünün ardından Le Monde’da çıkan yazıda da ifade edildiği gibi “onun teorik olmayan ama gerçek bir cazibeye sahip düşünceyi aktarmak için bir araç olarak gördüğü” romanlarının en felsefi olanıdır.

“Anımsamak isteyen yavaşlar, unutmak isteyen hızlanır” der Kundera Yavaşlık romanında. Günümüzün hızlı yaşamı unutmak isteyenlerin çokluğundan mı kaynaklanıyor? Geçmişimizde anımsamayı gerçekten ve içten isteyeceğimiz, dolayısıyla da yavaşlamamızı gerektiren anlar/anılarımız var mı? Yoksa unutmak acılarımızın bir bölümü için en iyi şifa mı?

Bir süre önce bir yazımda kendimi “geçmişin pişmanlıklarından ve geleceğin endişelerinden şimdiki zamanı yaşamayı kaçıran” biri olarak tanımlamıştım.  Pek çok kez olduğu gibi Kundera Yavaşlık yapıtında söylediği şu sözlerle insanlığın bir üyesi olan ‘beni’-kendimi anlamamı sağlıyor: “Korkusunun kaynağı gelecektedir ve gelecekten kurtulmuş insan için korkulacak bir şey yoktur.“

Kapak Fotoğrafı: The Guardian

İlginizi çekebilir: Mihriban Çerçi’den Annie Ernaux