Toplumsal konulara duyarlılığı, sade, kısa, öz bir şekilde vermek istediği mesajları iletmesi, kaleminin insanı saran gücü ve karakterlerinin gerçekçiliği ile en sevdiklerimden biri olan ve tüm kitaplarını okuduğum bir yazardır Zülfü Livaneli. O incecik, bir çırpıda bitiverecek romanlarından bile insan öyle çok ders çıkarır ki… Severek okuduğum bir yazarın en sevdiğim romanı sorulduğunda şöyle bir duraksıyorum, sonra sanki hangisini söylesem bir diğerine haksızlık olacakmış gibi geliyor, seçemiyorum. Livaneli için de bu durum geçerli, Leyla’nın Evi desem Son Ada’ya haksızlık, Huzursuzluk desem Serenad’a… İşte son romanı da hangisini en çok sevdiğime karar veremediğim romanlarının arasına eklendi. Son yılların, özellikle son birkaç ayın gözlerimizin önünde yaşanan en büyük trajedisi mültecilik ve ciğerlerimizi yakan ekolojik yıkımı Mustafa, Mesude ve Samir bebek üzerinden anlatan Balıkçı ve Oğlu.

Balıkçı ve Oğlu | Fotoğraf: Doni Harris (Pexels.com)

Balıkçı ve Oğlu

Yazıya başlamadan önce uyarmalıyım ki yazımın devamında spoiler yer alacak. Eğer henüz kitabı okumadıysanız, okuduktan sonra yazıma geri dönebilirsiniz.

“Keşke insanlar da yunuslar kadar iyi olabilseydi.”

Kitap bu cümleyle başlıyor. Başladığınız anda derin bir meraka kapılıyorsunuz; acaba yunuslar nasıl bir iyilik yapmış olabilir? Kitabı okuduktan sonra yazara hak veriyorsunuz, keşke… 
Livaneli’nin üç yıl aradan sonra yazdığı yeni romanı Balıkçı ve Oğlu, Egeli bir balıkçı ailenin üzerinden mültecilik meselesi ve arka planına, kapitalizme ve ekolojik yıkıma değiniyor. Oldukça gerçekçi ve en önemlisi konuyu kendi içerdiği dramı olduğu gibi sunarak, daha da dramatikleştirmeden gözler önüne seriyor. Açıkçası kendisi yeterince dramatik olan konuların daha da dramatize edilmesi bana krizi fırsata çevirmek gibi geliyor ve bu hikâyeleri itici buluyorum. Belki de sırf bu sebeple Livaneli’yi bu kadar seviyorum; net, gerçekçi, dramadan uzak.

Yazar kitapta Egeli balıkçıların hayatlarına sosyolojik ve toplumsal açıdan bakıyor. Köy hayatını, aile bireyleri arasındaki ilişkileri, küçük bölgelerde yaşanan aşkları ve evlilikleri, dedikoduyu, balıkçılığı, denizlerin hoyratlığını, Ege ve Akdeniz’deki yabancı balık istilalarını, yok olan doğal güzellikleri, ekolojiye yapılan kötülükleri, kendilerine yaşam hakkı bile tanınmayan ve paçavra gibi oradan oraya savrulan mültecileri ve onların üzerinden oynanan oyunları, havanın, suyun, ormanın, tüm doğanın hedef alındığı yazarın deyimiyle yeni Dünya’nın kapitalist sistemini yazar kısa ve öz bir şekilde ifade ediyor. 
 

Her İlham Hayattan Gelir

Livaneli bir röportajda bu kitaptaki ilhamı nereden aldığı sorulduğunda “Her ilham hayattan gelir.” cevabını veriyor. Bu romanın temeli aslında Livaneli’nin gazetede yazarlık yaparken yazdığı bir hikâye olan Yunuslar‘a dayanıyor. Uzun zamandır aklında bir deniz romanı yazmak olan Livaneli, bu tutkunun sebebini Sait Faik ve Hemingway gibi yazarlara olan hayranlığına bağlıyor. 

Muğla’nın sıcak bir deniz köyünde kendi halinde kimseye zararı dokunmadan yaşayıp giden, çocuk yaşta birbirine sevdalanıp evlenen Mustafa ve Mesude’nin hayatı, denizin bereketiyle doğan çocukları Deniz’i denizin almasıyla tamamen değişiyor. O güne kadar başkalarının hayatlarındaki dramı belki de sadece ekranlardan izlerken, bir anda kendilerini toplumsal meselelerin ortasında buluyorlar. Deniz, balıkçı babası Mustafa ile balığa çıktığı bir gün boğularak ölüyor. Zaten karakter olarak çok da dışa dönük olmayan Mustafa, bu olayla birlikte iyice içine kapanıyor ve artık sadece bu yasla yaşadığından karısı Mesude ile aralarına bir mesafe giriyor. Yunusları çok seven Mustafa balığa çıktığı bir gün, her zaman gördüğü hatta isim koyduğu yunuslardan biri bir botu iterek sandala kadar getiriyor. Mustafa işte burada, bir insanlık dramına şahit oluyor. Savaştan dolayı ülkelerini terk etmek zorunda kalan mülteciler, sahip oldukları her şeylerini geride bırakarak kendilerini suyun içine, bir bilinmezliğe bırakıyorlar. İstedikleri sadece aileleriyle huzurlu bir yaşam sürmek olan masum insanlar bu yolla geçim sağlayan zalim kimselerin eline düşüyor ve bu yolculuk sırasında ailelerine de veda etmek zorunda kalıyorlar. Onlardan biri olan Zilha ise en azından bebeği yaşasın diye bir botun içinde Samir’i yunusların insafına bırakıyor. İnsanlardan çok daha insancıl olan yunus ise Samir’i sürükleyerek ona hayat veriyor. Mustafa bunu Deniz’i kaybettiği denizden bir Deniz daha bulmak olarak yorumluyor ve ismini bilmediği bu bebeği sahiplenerek ona Deniz ismini veriyor. Sonra da bu küçücük yerde gizli iş çevirmenin zorluklarıyla karşı karşıya kalıyor ve sonunda her şey ortaya çıkıyor. Sonra şu soruyla karşı karşıya kalıyorsunuz; bebeği doğuran mı annedir yoksa büyüten mi? Son sayfalarda kendinizi tamamen onların yerine koyarak bir Zilha oluyorsunuz, bir Mesude.

“Kadın kadını anladı, kadın kadını hissetti”

Özellikle son dönemlerde, tanımadığımız ama aynı şeyleri hissettiğimize emin olduğumuz diğer kadınlarla empati kurabilmenin öneminin farkına hepimiz vardık. Başka coğrafyalarda yaşayan kadınların uğradığı zulümlere şahit olduk ve onların acısını derinden hissettik. Son sayfalara doğru karşılaştığımız bu cümle birbirimize sahip çıktığımız, birbirimizi korumaya çalıştığımız kadınlarla, nasıl birbirimizi anlayıp hissettiğimizi bir kez daha hatırlatıyor. Zilha’nın zamanında yaşadığı evlat hasretini bir başkasına yaşatmanın yükü omuzlarına ağır geliyor ve Samir’i yani onların koyduğu isimle Deniz’i sonradan bir hastanede bulunan annesine teslim ediyor. Hastanede geçen bu sahne gerçekten oldukça can yakıcı. Kendi hayatının gidişatından hatta süreceğinden bile emin olmayan ve çocuğunu bir kez bırakmak zorunda kalan Zilha, bir kez daha ondan vazgeçmek zorunda kalıyor, onun iyiliği için.

Röportaj Bölümü

Kitabın en sevdiğim kısımlarından biri yazarla yapılan söyleşinin eklendiği 129. sayfadan sonrası oldu. Kitap için aldığı ilhamların, yeni Dünya sistemine nasıl baktığının, özellikle Afganları konu almasının sebebinin, aile kavramına bakışının, yazarken hissettiklerinin, toplumsal konuları anlatırken ajitasyona yer vermeden mesafesini nasıl koruduğunun sorulduğu röportajda yazar birçok konuyu açıklığa kavuşturuyor. Tam da beklediğim gibi kendisinin de ajitasyon romanlarından hiç hoşlanmadığını ve yazarın kendisini kaptırıp anlatısını abarttığı durumda eserinin sanat olmaktan çıkıp arabesk olacağını söylüyor. Bence Livaneli bu eserini arabesk ya da melodram haline getirmeden bir sanat eseri ortaya çıkarmayı başarıyor.

Bir çırpıda bitiverecek incecik ama oldukça yoğun bu romanı severek okuyacağınızı tahmin ediyorum. Eğer kitabı okuyanlar varsa yorumlarınızı bekliyorum.

Kapak Fotoğrafı: Instagram @inkilapkitabevi

İlginizi çekebilir: Nesliay Ocakküçük’ten Seyir