2020 sonuna gelmişken de dönüp bakınca güzel kitaplar geçmiş  benden diyorum. Zaten malum karantina hepimizi eve hapsetti, benim için hava hoştu. Kitaplığımın önünde günler geçiririm hiçbir şey kaçıyormuş gibi hissetmeden. O kitaplardaki yaşamlar dışarıdakinden daha zengin gelir bana. Yine kısıtlamalar başlamış, tekrar yasaklarla evlerde geçirdiğimiz zaman artmışken Germinal gibi bir klasikten Şizofren gibi bir gerilim kitabına uzanan bir seçkide çok beğendiğim altı tane kitabı paylaşacağım sizinle belki sizi de dokunurlar umuduyla.

Kitap okumayı seven çoğu kişinin eksine ben kitaplarımı paylaşmaktan hiç hoşlanmam. Hele sevdiğim kitapları hiç kimseye emanet etmem. O kitabı o kişiye verince sanki hayatımın o kitapla geçen günleri de o kişiye ödünç vermiş gibi hissederim. Benim için birinin sevdiğim belki okurken ağladığım kitaplarda altını çizdiğim satırları görmesi, o kişinin karşısında soyunmamdan daha mahrem daha ”çıplak”… Çünkü sahiden bazı kurgularla, bazı karakterlerle öyle bir bağ kuruyorum ki o kelimeler artık benim de ruhuma karışıyor, benim bir parçam oluyor.

İronik şekilde kendi kitaplarımı paylaşmayı hiç sevmesem de öneri konusunda oldukça cömertim. Benim gibi karmaşa içinde rahatlayan, başka bir kaosa dalınca kendininkini unutan varsa diye araya iki tane de gerilim kitabı ekliyorum.

Dünyaya Orman Denir, Ursula K.Le Guin

Tabi ki en sevdiğim yazar Ursula K.Le Guin’den bahsederek başlamak zorundayım. Her kitabı beni başka birine dönüştüren, özümle buluşturan, içimde çok sağlam durduğunu düşündüğüm şeyleri bile yerle bir eden, kitap bitince kendimi zihnimde parçalar her yere dağıldı diye şükreder halde bulduğum bir kadın… Dünyaya Orman Denir, ormanla yaşayan yaşamayı ormanın kendisi sayan bir halkın başka bir gezegenin ihtiyaçları için katledişini anlatıyor. Diyebilirim ki okuduğum en sessiz ve keskin başkaldırı hikayelerinden biriydi. Çünkü gerçek dünyada katleden de katledilen de biziz. Bilimkurgunun annesi diye bahsedilir çokça Ursula’dan. Bu lakabı ne kadar hak ettiğini bir kez anladım bu kitapta. Bu küçüçük kitap aslında o kadar geniş ki içinde çevrecilik de var, sosyoloji de var, politika da var. İnsan doğası var. Bilimkurgunun insanın özüne odaklanarak onun tüm potansiyelini keşfetmeye olanak sağlayan yapısını en iyi kullanan yazardır Ursula. Eğer kendisiyle hala tanışmadıysanız masalsı diline kendinizi hemen bırakın derim: “Delirmediği sürece insan insanı öldürür mü?

Senin Gibi Zararsız

Bu kitap, aldığı ödüllere ve güzel eleştirilere rağmen Türkiye’de adını pek duyuramadı. Ben de açıkçası tesadüfen almıştım ve her kitabın, filmin, şarkının bize kendi doğru zamanında ulaştığına inanırım. Bu kitap da böyle içim görülmüş de bak bu sana iyi gelecek diye bana uzatılmış gibi hissettirdi bana. Hepkitap yetkilileri çok teşekkür ediyorum genç bir kadını çok mutlu ettiniz ahaha. Kitap bana iyi geldi diyorum; ama hiç de öyle pozitif bir hikaye yok elimizde. Kitap boyunca iki farklı karakterin hayatına misafir oluyoruz. Babasının işi için New York’a yerleşmiş ama oraya bir türlü uyum sağlayamayan Yuki ve geride bırakıp kaçtığı oğlu. Kitap da bir de özlemi okuyoruz, karakterlerden bile daha somut şekilde. Yuki bir ressam olmaya, kendini bulmaya, bulduklarını resmetme cesaretine özlem duyuyor. Oğlu Jay ise annesine ve annesiyle büyüse nasıl bir hayatı olacaksa o hayatın gizlediği ihtimallere… Yuki’nin üstünden atamadığı yabancılığı, başarısız hissetse, tıkansa da resmi bir şekilde hiç bırakmayışı o kadar tanıdık bir kırgınlık ki… Tabi ki yaptığı tercihlerin sorumluluğunu almalı ama Yuki zararsız olmak zorunda hissederek büyümüş ve bu yüzden de yalnızca bir ressam olma yolunda yürüyebilmiş bir kadın değil. Onun kendisiyle olan çekişmelerini samimi bulacağınıza inanıyorum. Jay’inse kedisiyle olan ilişkisi beni ağlattı itiraf ediyorum. –mini spoiler: ben, beni bu kadar üzen bir şeyi yapmaya zorlayan karımı değil, hep yanımda olan kedimi seçerdim. – Bir de Jay sevdiği kadınla yaşadığı problemlerin kaynağında kendi anne ve babasını bulduğunda korktum, ya haklıysa diye… Aile deyince aklına neşeli bayram günleri gelmeyenler beni anlayacaktır. Eğer durgun ama tok bir yağ gibi ağır ağır içinize işleyecek birkaç hayat ve bu hayatların birbirlerine olan bağını okumak istiyorsanız lütfen Senin Gibi Zararsız’a bir şans verin.

Germinal, Emile Zola

 

Öncelikle Germinal gerek kalınlığı gerekse konusu bakımından beni biraz korkutan bir kitaptı. Ama hiç de sandığım gibi bir okuma deneyimi olmadı. İki üç günde sıkılmadan okudum Germinal’i. Emile Zola’ya saygı duruşuna davet ediyorum hepimizi başlamadan. Bir dönem ancak bu kadar gerçekçi karakterlerle, onları hiç de karikatürize etmeden anlatılabilir. Fransız toplumu özelinde tüm dünyanın seyrini değiştiren sanayi devrimine giden yolu benim kafamda ışıklandırdı bu kitap. Üstelik Zola’nın uzun ve şiirsel cümlelerini okumaktan taze bir tatlının dilimde bıraktığına benzer bir tat aldım. Gerçek edebiyatı, içi dolu cümleleri, bir hecenin bile bir cümledeki önemini hissetmeyi özlemişim. Klasik okumanın zevkini doyasıya yaşadım yani. Sembolizmin bugün hala en başarılı örneklerinden biri olarak değerlendiriyorum Germinal’i; çünkü anlatılan her şeyi, bahsi geçen herkesi tanıyorsunuz, kim olduklarını, nereden geldiklerini de. Ancak bu kitaptaki karakterleri yüzeysel değil aksine oldukça sağlam hale getiriyor sizin için. Ahlak ve adalet kavramları üzerine derin bir tartışma olarak da okuyabilirsiniz Germinal’i. Kitabın basımının üzerinden yüz yıldan fazla geçmiş ama daha birkaç yıl önce yaşanan maden felaketini düşününce bu ahlak-adalet tartışmasına devam etmeye dayanamayabilirsiniz. Üzerine makaleler yazabilirsiniz Germinal edebiyatta öyle bir yere sahip ki. Bunun yerine ben yalnızca okuyun diyeceğim. Medeniyet tarihini, başkaldırıları ve devrimleri, devlet eliyle yapılan zulümleri ve bunların nasıl hala devam edebildiğini anlamak isteyen herkes okumalı bu kitabı. “Mumu söndür, düşüncelerimin rengini görmeye ihtiyacım yok.”

Şizofren, Wulf Dorn

Wulf Dorn, güncel Alman edebiyatının dikkat çeken gerilim yazarlarından biri. Ben de 1000kitap.com sitesindeki yorumlara güvenerek aldım, bu kategorideki kitaplarda 1000k bence güzel bir referans. Şizofren, Psikiyatr Jan Forstner’ın evliliğini bitirmesinin ardından doğup büyüdüğü kabasa olan Kahlenberg’e dönmesiyle yaşadıklarını anlatıyor. Böyle söyleyince çok yavan oldu değil mi? Ama kitap hiç de öyle değil! Tek oturuşta okuduğum, Jan ile birlikte üzüldüğüm, sinirlendiğim, yer yer meraktan delirdiğim bir kitap oldu Şizofren ki tek oturuşta bitti. Jan, kasabada çalışmaya başladığı klinikte yıllar önce kaybolan bir hastanın dosyadaki tuhaflıkları fark ediyor ve bunlara anlam vermeye çalışırken yine çocukluğunda burada yaşarken kaybolan küçük erkek kardeşinin gizemiyle de yüzleşiyor. Polisiye ve gerilimi, insanı en güçlü duygularla sınarken zihnin sınırlarını hatta belki hastalıklarını da keşfetmeye yol açtığı için seviyorum. Ölüm, bize yaşadığımızı en hissettiren durumlardan ne ironik… Bu anlamda bu kitaptaki travma miktarı beni oldukça tatmin etti. 

Artemisia’nın Çilesi, Susan Vreeland 

Tarihi romanları aslında pek sevmem, kurgudan geçmişi öğrenme beklentim yoktur. Aksine beni zaten akan zamanın dışına çıkarması için kitaplara sığınırım. Oranın kendine özgü akan zamanıyla sarmalanmak için. Ama Artemisia’nın Çilesi tıpkı Germinal gibi bir istisna oldu benim için. Artemisia Gentileschi İtalyan Barok sanatçısı bir kadın ressam. Kayıtlarıın erkekler tarafından tutulmasının sonucu olarak yakın zamana kadar kendisinin kadın bir ressam olduğunu dahi bilmiyorduk. Bu romanda onun hayatını, yaptığı evliliği, ressam olmak için verdiği savaşı okuyoruz. Ama kitabın asıl başarısı bence, kadın bir ressam olmanın zorluklarının yanında resimde ilahi bir şeyler görebilmeyi de çok iyi anlatmasında. Artemisia İtalya’da büyük ustaların eserlerini incelediğini anlatırken tüylerimin ürperdiği yerler oldu. Ben de bazen bir tablonun önünde durduğumda Tanrı’nın bir insanın elleri aracılığıyla benimle konuştuğunu hissederim, zaten Tanrı’nın varlığının ancak böyle duyumsayabiliyorum. Biz biraz Tanrı’yı oynadığımızda… Kitabı okurken İtalya’da yıllar önce  yaşamış bir kadının tutkusu peşinden giderken yaşadığı acıları ve sanat inancını yürekten, kendiminmiş gibi hissettim. İtalya sanatına, Barok dönemine, resme ilgi duyanların çok severek okuyacağını düşünüyorum bu kitabı. 

Terapi, Sebastian Fitzek

Listemi yine hayli sürekleyici bir gerilim kitabı kitabı ile kapatıyorum. Kitabın biraz karışık bir kurgusu var ve sayfaları da bu karmaşıyı çözmek için çeviriyorsunuz. Spoiler vermek istemiyorum o yüzden çok kısaca bahsetmek gerekirse Viktor Larenz  kızını teşhisi konulamamış bir hastalık yüzünden kaybeden bir doktor. Bir gün bir adaya kafa dinlemek için çekilmişken çocuk kitapları yazan bir hasta terapi almak için kapısını çalar, reddedilmesine rağmen oldukça ısrarlı olur. Viktor kadının hikayelerinin kayıp kızıyla ilgisi olduğunu fark ettiğinde kendini sıkıntılı bir durumun içinde bulur. Bu türe oldukça aşina olmama rağmen yazar kitabın sonunda şaşırtmayı başardı. Yürüttüğüm tahminlerin hiçbiri doğru çıkmadı. Yine bu kitabı da soluk soluğa tek oturuşta bitirdim. Gizem çözmeyi seven biriyseniz bu kitabı mutlaka okuyun.

Eğer bahsettiğim kitapları okuduysanız ya da okuyacak olursanız bana yazın, tartışalım. Keyifli okumalar!

Kapak Fotoğrafı: Ceren Muslu

İlginizi çekebilir: Esra Esma Hamurcu’dan Karantinadaki Kitap Dostlarım