Yaklaşık bir yıl önce, bienalin Elmgreen & Dragset’e emanet ediliğini duyduğumda içim kıpır kıpır etmişti, ardından kavramsal çerçevenin -kimi esprili kimi düşündürücü o soru cümleleri eşliğinde – duyurulduğu performans ve basın toplantısında “iyi bir komşu” kavramının bu şehrin mahalleleri, sokakları ve apartmanları için ne ifade edebileceğini düşündüğümde merakım artmıştı. Hızlıca bir ön izlemenin ardından anlıyorum ki, gerçekten de 15. İstanbul Bienali “iyi bir komşu”, benim için 2011’deki (untitled) kadar etkileyici, hatta o zamandan beri ilk kez ilk izlenimin ardından tekrar tekrar gezmek istediğim bir bienal olmuş. Hele ki Gezi gibi milyonda bir gelecek bir hareketin ve toplumsal olayın gölgesinde kalan “anne, ben barbar mıyım?” (2013) ve İstanbul’un muhteşem mekanlarının gölgesinde kalan “Tuzlu Su” (2015) başlıklı iki bienalin ardından…

15. İstanbul Bienali | İyi Bir Komşu
15. İstanbul Bienali | İyi Bir Komşu

Tüm şehre yayılan ve açıkçası işleri değil mekanları görmek için şehrin sokaklarını, daha önce adım atmadığımız köşelerini arşınladığımız 14. İstanbul Bienali’nin ardından, iyi bir komşu altı mekanla, üstelik birbirine oldukça yakın altı mekanla sınırlı kalarak doğru bir karar vermiş. Böylece bu mekanları “komşu mekanlar” olarak duyurmak mümkün olmuş (ki biri için Haliç’i geçmeniz gerekse de tüm mesafeleri yürüyerek aşabiliyorsunuz), bu da hem izleyicinin gözünü korkutmayan hem de kavramsal çerçeveyle uyuşan bir avantaj olarak kullanılmış. Benim Pera Müzesi’nden başlayarak gezdiğim bienal, aynı zamanda Galata Özel Rum İlköğretim Okulu, İstanbul Modern, ARK Kültür, Yoğunluk Sanatçı Atölyesi ve Küçük Mustafa Paşa Hamamı’nda.*

Alejandro Almanza Pereda | Boşluk Korkusu
Alejandro Almanza Pereda | Boşluk Korkusu (İlkbahar Sahnesi #2), 2017

Bienal Pera Müzesi’nin yalnızca kendisi için ayrılmış üç katına değil, müzenin kalıcı koleksiyonuna da sızmış durumda. Dayanita Singh’in küratörlük, arşiv ve bellek ilişkisini mimari bir önerme olarak sunan işi Döküntü Müzesi, müzenin Oryantalist Resim Koleksiyonu’nun tam ortasındaki yerini alıyor ama beni ilk etkileyen iş Alejandro Almanza Pereda’ya ait. Sanatçının kullandığı yağlıboya manzara resimleri, müzenin koleksiyonunda yer alan eserlerden biri gibi dururken, bu manzaraların diğerlerinden farkı betona bulanmış olmaları. Üstelik etrafa sıçramış beton parçaları ve müze duvarlarındaki beton izleriyle beraber şok edici bir etki yaratıyorlar, bunun gerçekten koleksiyondaki eserlere yapılan bir müdahale olduğunu düşünüyorum önce, içim gidiyor. Tıpkı Pera Müzesi’nin bir otelden bir müzeye evrilen binası gibi, sanat eserlerinin de zamanla biçim değiştirdiğini düşünüyor, tıpkı yan yana duran iki yağlıboya tablodan birinin bir müze koleksiyonunda korunurken diğerinin bir malzeme olarak kullanılabilmesi gibi sanat eserlerinin değerlerinin neye göre belirlendiğini sorguluyorum.

Fred Wilson | Afro Kısmet
İstanbul Bienali |Fred Wilson | Afro Kısmet, 2017

Sanatında Afrika kıtasından ve bu kıtanın insanlarının tarih boyunca yaşadığı zulümlerden çokça beslenen Fred Wilson, heykellerden gravürlere, fotoğraflardan resimlere, arkeolojik eserlerden duvar süslemelerine birçok farklı parça ve teknikle müzenin bir katının yarısını ele geçiriyor. Sanatçı, Afro Kısmet ile Osmanlı ve Venedik medeniyetlerinde yaşamış Afrikalılar’ın hikâyesini anlatıyor: Biraz yüzyıllarca bir komşu olarak değil, bir eşyadan farksız gözükmüş insanların hikâyesini, biraz da diğerlerinin ayıbını… Fred Wilson’ın işi hem sanatçının kendi çizgisine hem de 15. İstanbul Bienali’ne ve Pera Müzesi mekanına oldukça uygun bir yerleştirme. Diğer yandan tüm bu uyuma rağmen Almanza Pereda’nın yarattığı etkiyi yakalayamayan steril bir yanı var. Nedenini düşünürken, Almanza Pereda’nın hemen hemen aynı olan iki eserinin birinin bienal alanında, diğerinin müze koleksiyonunun içerisinde sergilendiğini ve onların bile aynı etkiyi yaşatmadığını fark ediyorum. Böylece mekan ve bağlamın bir sanat eserinin etkisini ne kadar değiştirebildiğini de görmüş oluyorum. iyi bir komşu’nun en büyük başarısı da bu zaten; bienalde yer alan mekana özgü yerleştirmelerin birçoğu izleyiciye yalnızca izleme görevini vermiyor, onu içine alıyor, sarıyor, yeri geliyor fiziksel olarak, yeri geliyor psikolojik olarak zorluyor.

Leander Schönweger | Ailemiz Kaybetti/Kayboldu
Leander Schönweger | Ailemiz Kaybetti/Kayboldu, 2017

İzleyiciyi içine alan, büyük bir alana yayılmış üç** yerleştirme bienal izleyicisinin yaşadığı deneyimi katbekat güçlendiriyor. Bunlar arasında en çok etkilendiğim, Leander Schönweger’in Ailemiz Kaybetti/Kayboldu başlıklı projesi. Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nun çatı katı gerek sanat gerekse tasarım bienallerinde ilginç projelerin yayıldığı bir alan olmuştu bugüne kadar ama sanırım böylesini ilk defa görüyoruz. Rüyalarımızda kaybettiğimiz mekan ve boyut algısını işleyen sanatçı, içinde kaybolduğumuz, çıkış yolunu bulmakta zorlandığımız o rüya alemindeki labirentleri sonsuzluğa uzanıyormuş gibi duran duvarlarla ve (kapılarla değil ama) geçitlerle taşıyor bienale. Yerleştirme, bazen uzaktan duyulan seslere kulak kabarttırıp, bazen küçülen kapılardan sığmak için kafanızı eğmek zorunda bırakarak bir parçası yapıyor sizi. Olaf Metzel’in iç mekan ve dış mekan algısını birbirine karıştırmanıza neden olacak klostrofobik işi Toplama Merkezi ya da Pedro Gómez-Egaña’nın Eşyaların Etki Alanı başlıklı yerleştirme ve performansı, mekanın insan, insanın mekan üzerindeki etkisini, yaşamak için sağlanan / yaşamı kısıtlayan alan ve insanın kendi yaşam alanını şekillendirmesi üzerine çok şey söylüyor.

Tsang-Kin-Wah | Dördüncü Mühür - O Gayesiz ve Ok İkinci Defa Ölmek İstiyor
Tsang-Kin-Wah | Dördüncü Mühür – O Gayesiz ve Ok İkinci Defa Ölmek İstiyor, 2010

Gücünü sözcüklerden alan sanat eserlerine her zaman hayran kalmış biri olarak Tsang-Kin-Wah’ın video projeksiyonu da bienalde en çok etkilendiğim işlerden biri oldu. Kendi adıma yine, izleyiciyi içine almak eylemini gerçekleştiren işlerden biriydi bu. Sadece sözcüklerin ve cümlelerin akış hızını değiştirerek, kafiyelerinden ve çağrışımlarından faydalanarak farklı hislere sürükleyen Dördüncü Mühür – O Gayesiz Ve O İkinci Defa Ölmek İstiyor, dört duvarın arasını farklı seslerin yükseldiği bir mahalleye dönüştürüyor. Farklı dini ve felsefi kaynaklardan alınmış cümlelerin, bir noktadan sonra resmen saldırıya geçmiş harflerin yarattığı o karmaşanın bana çağrıştırdığı şey daha çok mahalle baskısı oluyor.

Henrik Olesen | Kablolar, Anahtarlar, Gözlükler, Işıklar
Henrik Olesen | Kablolar, Anahtarlar, Gözlükler, Işıklar, 2017

Mahalle baskısı demişken, Vajiko Chachkhiani’nin Yaşam Yolu başlıklı videosu, tüm sessizliği ve yalınlığına rağmen bienalin en rahatsız edici eserlerindendi benim için. Çünkü usulca belirdiği penceresinden bakışlarını üzerinize diken o komşuyu görebileceğiniz bu video, bir yandan da gözlerini size diktiğini fark ettiğiniz andan itibaren gözlerinizi ayıramadığınız ve kimin kimi röntgenlediğinin birbirine karıştırdığı garip bir duruma evriliyor. Henrik Olesen, bu röntgencilik mevzusunu biraz daha ileriye taşıyor ve rahatsız edicilik hissini sürdürüyor İstanbul Modern’deki Kablolar, Anahtarlar, Gözlükler, Işıklar başlıklı yerleştirmesinde. Sanki uzun süredir her hareketinizin izlendiğini hissediyor, sanki odadakiler sizin hakkınızdaymış gibi, bu gizemli koleksiyonun isimsiz sahibinin hakkınızda neyi bilip neyi bilmediğini düşünerek tedirgin oluyorsunuz.

Yoğunluk
İstanbul Bienali | Yoğunluk | Ev, 2017

Tüm bu tekinsizlik ve rahatsız edicilik Yoğunluk Sanatçı Atölyesi’nde, Ev projesiyle zirveye çıkıyor. Karanlık ve nemli bir evde, bilinmeze doğru, sadece hayal meyal yanan ışıkların ve duyulan belli belirsiz seslerin rehberliğinde ilerlerken bir şeyler oluyor. Beyoğlu’ndaki yüzlerce eski ve görkemli apartmandan birinde, güzel bir dairedeyiz. Her şey karanlık, tahmin edilemez, her şey erimiş gibi diye düşünürken bir şeyler oluyor; o sesler bana tam olarak neyi çağrıştırıyor emin olamıyorum. Büyük bir kargaşanın seslerine, uykumdan yeni uyanmış gibi anlamaya çalışıyorum. Her türlü çok korktuğum bir şey başıma geliyor ama olan şey bir deprem mi, yoksa o an geldi ve her gün selam verdiğim komşular, her gün alışveriş yaptığım mahalle esnafı beni evimden atmak ya da bana zarar vermek için kapıyı mı yumrukluyor…

Volkan Aslan | Evim Evim Güzel Evim
Volkan Aslan | Evim Evim Güzel Evim, 2017

İstanbul Modern’de, Volkan Aslan’ın üç kanallı video yerleştirmesi Evim Evim Güzel Evim, yerinden edilenler üzerine bir hikâye anlatıyor. Görünürde muhteşem bir Boğaz manzarası var sanatçının filminde, herkesin düşleyeceği o ‘denize sıfır’, incelikle düşünülmüş bir sanat yönetimiyle oldukça zevkli döşenmiş bir ev… Bunca güzelliğin ardında ise yerinden edilmiş, mahallesinden kovulmuş, toplum tarafından dışlanmış ya da imar politikaları nedeniyle yer değiştirmek zorunda bırakılmış insanların olduğunu tahmin etmek zor değil. Acı veriyor.  Bu güzel şehrin mahallelerinin yok edildiğini, henüz 20-30 yaşındaki bizlerin bile çocukluk anılarının birer birer, hatta beşer onar ortadan kaldırıldığını, kent hafızasının yok denecek kadar az olduğunu, daha kötüsü kültürel zenginliğiyle ve çeşitliliğiyle övünen bu coğrafyada farklı ya da azınlık olanın dışlandığını, sürüldüğünü, tehdit edildiğini hatta katledildiğini adımız gibi biliyoruz çünkü. Yine İstanbul Modern’de yer alan, Adel Abdessemed imzalı Feryat heykeli de işte boğazımda bir şeylerin düğümlenmesine neden oluyor. 1972 yılında Vietnam Savaşı sırasında çekilmiş bir fotoğraftan esinlenen ve fildişinden yapılmış bu heykel, ilham kaynağı, malzemesi, işçiliği ve alt metniyle birkaç saniyede sizi altüst edecek güçte. Çok gerçekçi, çok estetik. Çok acı var.

Adel Abdessemed
Adel Abdessemed | Feryat, 2013

15. İstanbul Bienali, komşu oda, daire ya da binalarda, komşu mahalle, kent ya da ülkelerde olduğumuzu hatırlatıyor bize ve birbirimizle, yaşam alanımızla ve doğayla olan bağımızı bir komşuluk ilişkisi olarak yorumlayarak kusursuz bir bütün oluşturuyor, bir sanat apartmanına dönüşüyor. İçinde yaşadığımız kaostan, sokakların tozundan ya da ülkenin karanlığından mı bilmiyorum, ben iyi komşulardan çok kötü komşulardan etkilenen dairede buldum kendimi. Siz de gezin, kendi dairenize yerleşin.

*Bu yazıyı yazdığımda bienal mekanlarından ARK Kültür ve Küçük Mustafa Paşa Hamamı’nı henüz ziyaret edememiştim.

**Aslında bu üçünün yanına, muhtemelen bienalin kurulum ekibini en çok zorlayan işi, Jonah Freeman ve Justin Lowe’nin Gölgede Senaryo’sunu eklememek olmaz. Karmakarışık bir beynin kıvrımları arasında dolaşmak, sorunlu bir bilinçaltına bir yolculuk bu. Tek bir kapıdan geçerek bambaşka bir dünyaya açıldığınız yerleştirmenin içinde uzun metrajlı bir film, tahmin edilemez objelerin sergilendiği cafcaflı bir sergi salonu, bazen bir sahaf ya da antikacıyı, bazen bir hacker’ın gizli üssünü çağrıştıran odalar bulunuyor. Yine de bienalin genelini düşündüğümde beni yeterince etkilemeyen, mesafeli yaklaştığım işlerden oldu.

İlginizi çekebilir: Emre Eminoğlu’ndan 16. İstanbul Bienali Yedinci Kıta