Okumayı çok seven, Türk ve Dünya edebiyatında farklı yazarları tanımak için uğraşan biri olarak maalesef geç kalmış olsam bile, okuduğum ilk Orhan Pamuk romanından bahsetmek istiyorum! Başlarken çok heyecanlı, biraz da önyargılıydım. Yazarlığına ve eserlerine son derece saygı duyduğum bu yazarın romanını bir çırpıda bitiremeyeceğimi, beni biraz zorlayacağını düşünüyordum. Oysa düşündüğüme yaklaşmadı bile. Elimden bırakamadığım, sürükleyici bir roman oldu benim için.

Kırmızı Saçlı Kadın | Fotoğraf: Indigo Dergisi

Babasından erken yaşta ayrı kalmış Cem’in hayatını kazanma, kendini bulma, büyüyüp aile kurma yolculuğunda hiç beklenmedik iki eski hikaye ona sürekli eşlik eder: Oidipus ve Şehname… Babasını öldüren bir oğul, oğlunu öldüren bir baba…

Tarihin, mitolojinin hayatımızı, kaderimizi şekillendiriyor oluşu üzerine, mistik öğelerle anlatımı derinleşen, dönemin İstanbul’unu, kuyuculuğu ve su çıkarma konusunda İstanbul’da kısa sürede meydana gelen büyük değişimleri yalın ve çarpıcı biçimde aktaran, baba-oğul ilişkilerini psikolojik boyutuyla işleyen post modern bir roman, Kırmızı Saçlı Kadın.

Kırmızı Saçlı Kadın
Kırmızı Saçlı Kadın | Fotoğraf: Elif Nur Uyanık

Kitap, şu soruyu soruyor: Geçmişimiz, tarihimiz, efsaneler; geleceğimizi çizer mi? Yalnız şunu da sormalı belki de: mitoloji (ya da geçmiş) mi bizi etkiliyor yoksa biz mi onu yarattık? Mitoloji için Dr. Bengü Cennet* şöyle diyordu bir konuşmasında -hatırladığım kadarıyla “aslında mitoloji insanın insanı anlama çabası” Bengü Hanım, “Nereden Başlasam?” isimli podcast yayınının “Mitoloji” konulu programında şunlardan bahsediyordu: “İnsanlar tarih öncesi çağlardan beri kendilerini anlamaya, tanımaya çalışıyor. Kendi yaşantılarından, gördüklerinden, bildiklerinden, kavrayabildiği kadarıyla dünyadan anlamlar çıkararak tarihi, mitolojiyi, Antik Çağ tanrılarını oluşturuyor. Tanrıları kendisine benzetiyor, insan özellikleri yüklüyor, sorularına cevap arıyor onlar aracılığıyla. İnsan mitolojiyi, tarihi; onlar da insanı yaratıyor. Bir döngü şeklinde ilerliyor esasında.

Peki efsanevi ya da mitolojik hikayelere inanmak, onları hayatımıza çağırır mı? Yoksa inanmasak bile “tarih tekerrürden ibaret” mi diyeceğiz, olayların kendisini bir ölçüde tekrar edebiliyor oluşuna? Son zamanlarda iyice popüler olan ‘çekim yasası’ kavramını duymuşsunuzdur illa ki. Çekim yasası, şöyle tanımlanabilir: “İçimizde bir mıknatıs vardır. Onun adı inançtır. İnandığımız şeyi mıknatıs gibi hayatımıza çekeriz.” Belki fazla spiritüel ama Kırmızı Saçlı Kadın’da olan da bu bir bakıma. Cem, hayatında fazlaca yer kaplayan iki eski hikayenin pençesine düşüyor… Kader kişiyi kendine, kişi kaderi kendine çekiyor.

Fotoğraf Altyazısı | Maria Krasnova (unsplash.com)
Kuyu | Fotoğraf: Unsplash/@salty_morning

Kırmızı Saçlı Kadın sadece Şehname ve Oidipus’u aklımıza kazımakla kalmıyor, kuyuculuk ve İstanbul’daki dönüşümü üzerine de derinlemesine bilgilendiriyor okuru. Aslında belki de çoğu insanın ilgisini çekmeyecek, araştırmayacağı bir konuyu öğrenmesine vesile oluyor. Yine kendime şu soruyu sormuştum okurken; Orhan Pamuk kimi tanıyordu, nereden öğrenmişti, nasıl merak salmıştı bu konuya? Meğer 80’lerde, kaldığı evin yanında iki kişi kuyu kazıyormuş, röportaj yapmış onlarla. Hatta, bunun üzerine yazmayı planladığı kitabın adı yıllarca “Kuyu” imiş kafasında. Yazılınca, Kırmızı Saçlı Kadın olmuş. 

Romanı okuduktan sonra, daha iyi anlamlandırmak için üzerine yazılanları okurken, çok fazla eleştiri olduğunu gördüm, şaşırdım ama katıldığım kısımlar var. Kitabın ilk kısmı çok detaylıyken, ikinci kısımda olaylar çok hızlı akıyor, zaman bir anda geçiveriyor. Kopukluklar, diyalogla bağdaşmadan söylenen -söylenmesi gerektiği hissedilen ama sanki metne yedirilmemiş- cümleler var. Orhan Pamuk’un bunları fark etmeyeceğini düşünmedim, bilerek böyle yaptığını düşündüm okurken ancak okurun kitapla yolculuğunda bir kopukluk oluşturduğu kesin. 

Baba - Oğul
Baba – Oğul | Fotoğraf: Unsplash/@judebeck

Orhan Pamuk eski bir röportajında kızından bahsederken oğlu olsa aralarında belki bir rekabet olacağını, kızıyla böyle bir durum olmadığı için çok iyi bir ilişkileri olduğunu söylüyor. Bu bana baba-oğul ilişkileriyle özel bir bağı olduğunu düşündürdü. Daha sonra bu kitabın üzerine yazılmış bir röportajını okudum. Kendisini serbest bırakan, pek etrafta olmayan bir babayla büyümüş, içinde ince bir öz yaşam öyküsü olduğunu itiraf ediyor… Farklı yazarlar okudukça ve onlar hakkında bilgi sahibi oldukça görüyorum ki romanlarda çok fazla otobiyografik unsur var. Her yazar deneyimlerinden, hayatından, yüreğinden bir parçayı katmış. İnsanı yazmaya iten çoğu zaman yaşanmışlıkları ve gerçek hayatta söyleyemedikleri değil mi zaten? Bazen bir metin okurken öyle geçiyor ki hisler içimize, kurgusal bir yazı okuduğumuz gerçekliğinden uzaklaşıyor, olayın veya duygunun ortasında buluyoruz kendimizi. Bu yoğunluğun sebebi çoğu zaman yazarın gerçek duygularını metinlerine yedirmesi aslında… 

Mitler, efsaneler, psikoloji, aşk, kader, babasızlık, suç ve ceza… Romanı okuyalı hatırı sayılır bir süre geçmesine rağmen aklımdan çıkmadı, zaman zaman düşünmeye devam ediyorum. Beni bu şekilde düşünmeye sevk eden, araştırıp daha iyi anlama isteği doğuran metinleri çok seviyorum. Bu da onlardan biri oldu. 

Orhan Pamuk’un yeni çıkan, yıllardır üzerine çalıştığı kitabı ‘Veba Geceleri’nin salgınla alakalı olması da çok ilginç değil mi? Pandeminin ikinci senesinde o kitapla buluşuyoruz… Onu da çok merak ediyorum ama benim için sırada ‘Masumiyet Müzesi’ var.   

Bana düşündürdüğü, okuttuğu, öğrettiği şeyleri paylaştım sizinle Kırmızı Saçlı Kadın’ın. Belki sizin de aklınıza benzerleri gelmiş, aynı satırlarda aynı düşüncelerle buluşmuşuzdur diye, aktarayım istedim. Okumadıysanız keyifli okumalar, okuduysanız iyi düşünmeler dilerim.

Kapak Fotoğrafı: Elif Nur Uyanık

İlginizi çekebilir: Nergis Demir’den Masumiyet Müzesi