Toplu taşımada okunacak kitaplar konulu yazımı sizlere bir Mine Söğüt kitabı önererek bitirmiş ve yeni yazımın da benim için yeri ayrı olan Deli Kadın Hikâyeleri üzerine olacağının haberini vermiştim. 3-4 sene önce yine toplu taşımada okuduğum bu kitabı, bu yazıyı yazmadan önce tekrar okumak istedim. Hikâyeleri hatırlama isteğimdense, ilk okuduğumda bıraktığı etkiyi yine bırakıp bırakmayacağına dair merakım daha fazlaydı. Ve daha ilk öyküden kitabın tam hatırladığım gibi olduğunu, bıraktığı etkinin yine uzun süre geçmeyeceğini anladım. Bu kitabı okumanızı her ne kadar çok istesem de; “Bu kitabı sizlere kesinlikle öneriyorum” diyemem, ancak “Ben kitaptan bahsedeyim, okuyup okumayacağınıza siz karar verin.” diyebilirim.

Deli Kadın Hikâyeleri, Mine Söğüt

Mine Söğüt’ün 2011 yılında yayınladığı ve illüstrasyonlarını eşi Bahadır Baruter’in yaptığı bu kitapta 21 öykü yer alıyor. 21 delilik öyküsü… Var olamamış, terk edilmiş, dövülmüş, ölmüş, öldürülmüş, yediden yetmişe 21 deli kadının öyküsü. Her öykü bir öncekinden daha çarpıcı, her biri bir diğerinden daha gerçek. Mine Söğüt’ün güçlü kalemi Bahadır Baruter’in illüstrasyonlarıyla buluştuğunda ise kitapta yaratılan melankolik atmosfer adeta tamamlanıyor ve her bir satır içinize ayrı işliyor.

Öykülerin kısalığı ya da kitabın inceliği sizi yanıltmasın. Mine Söğüt kalemi hiç de kolay okunmuyor… Her sayfada üzerinize biraz daha ağırlık çöküyor, bazen nefesiniz daralıyor, bazen içiniz acıyor, bazen sinirden yumruklarınızı sıkıyorsunuz. Gerçekler, her satırda yüzünüze bir tokat gibi çarpıyor. Kısacık öykülerin etkisi ise sizi uzun süre terk etmiyor. Bunların ışığında, bu kitabın herhangi bir zamanda, keyifli bir okuma olmayacağını belirtmek zorundayım. Çünkü bu kitap size keyif vermekten çok sizi rahatsız ediyor. İşte bu yüzden bu kitabı ben size öneremiyorum, ancak okuma kararını size bırakabiliyorum.

“Size kadınlıkla lanetlenmiş bir varoluş hezeyanı anlatacağım…”

Mine Söğüt, kadınlığı bir lanet olarak dile getirdiği ilk satırlarında, kadınların toplumsal kaderinin sert bir portresini çiziyor. Bu “lanetle” geldikleri dünyada kaybetmeye ya da delirmeye mahkum olduğunu düşünen kadınların var olamadığını ve bu varoluş mücadelelerinin hazin sonlarını her hikâyede başka bir açıdan anlatıyor. Kadınların tek başlarına göğüs germek zorunda kaldıkları bu ataerkil düzenin anlatıldığı perspektif değişse de son maalesef değişmiyor. Son hep aynı. Yokluk.

"Size kadınlıkla lanetlenmiş bir varoluş hezeyanı anlatacağım. 
Sizi saçlarının ve ayaklarının ucu arasında olup biten şeylerden ibaret
doğurmaya mahkum,
çocuklarını kaybetmekle mühürlü,
yalnız, yapayalnız bir kalabalıkta dolaştıracağım.
İçlerine açılan kapıların arkasına saklanmış kadınların
Delirerek bedenlerinden dışarı açtıkları pencerelerden bakacağım.
O pencerelerden tekrar ve tekrar ve tekrar kendimi aşağı atacağım." 

Her öykünün başında, yukarıda alıntıladığım gibi şiirler yer alıyor. Kitabın başında yer alan bu şiirde Mine Söğüt, okuyucusuna sesleniyor ve adeta anlatacaklarına dair bir ipucu veriyor. “Bu satırlar sana ağır geliyorsa daha fazla okuma.” der gibi sanki. Bu şiirden sonra sayfayı çevirip çevirmeme kararı ise size kalıyor. Şayet sayfayı çevirip bu öykülerle yüzleşmek isterseniz sindirmesi zor bir okuma serüveni sizi bekliyor.

"Sakın bana ismimi sormayın
Sakın gözlerimin tam içine bakmayın
Yanımdan geçerken bana dokunmayın.
Varsayın ki burada değil, oradayım.
Oraya siz gelemezsiniz.
Köprüleri yıktılar, gemileri yaktılar, yollar kayboldu.
Ben başkayım.
Ben uçurumlar kadar tehlikeli
Dereler kadar tekinsiz
Rüzgarlar kadar esriğim." 

Kimisi 3-4 satır kimisiyse 8-10 satır olan bu şiirlerin kalan büyük çoğunluğunda yukarıdaki gibi birinci tekil ağızdan delirmiş kadınları dinliyoruz. Öykülerdeki kadınlardan bağımsız ama onlarla aynı kaderi paylaşan kadınlar bunlar. Yalnızlığa mahkumiyetini kabullenmiş ve onu yaşamak zorunda bırakıldığı hayattan kimsenin kurtaramayacağı kanısında hepsi. Ve bu yüzden de hepsi dengesiz, hepsi deli. 

“Bu şehir yüzyıllardır erkektir ve kadınları sevmeyi bilmez. İşte bu yüzden, bu şehirde ben her gün kendimi defalarca öldürürüm. Bomba olur patlarım; kulesinden, köprüsünden aşağı atlarım. Elimde bir bıçak her yerime saplarım. Tavandaki bütün ipler kendimi asmam için sallanır. Arabalar önlerine atlamam için yol alır. Denizde, lağımda, çöpünde kimliksiz cesedim. Kimsesizler mezarlığında daracık çukurlarda sığır dev cesaretim.”

Demiş Mine Söğüt kitabının son satırlarında… Sanki bu satırlar biraz olsun tercüman olmuş bahsi geçen deliliğin altında yatan nedenlere. Sevgisizliğe, yalnızlığa ve acizliğe mahkum bırakılmış canların kendi nezdinde de bir kıymetinin olmadığının kanıtı cümleler kurmuş. Kaderine boyun eğmekten ya da canına kıymaktan başka çıkar yol göremediği bir dünyada deliren kadınların hikâyelerini dokumuş ilmek ilmek.

“…hiçbir ev kadını kendini mutfakta asmaz. yemeklere yas sıçratmaz.”

Ben bu 21 kadınla tanıştım, hikâyelerini bir bir dinledim, hepsini içimde yaşadım. Siz de kaçan, saklanan, intihar eden, öldürülen bu kadınların hikâyelerini onların ağzından dinleyin, hep beraber onların sesi olalım istiyorum. Çünkü bu öyküler gerçek, bu kadınlarsa biziz. Haberlerde izlememize ya da sosyal medya platformlarında görmemize gerek yok, bu kadınlar hepimiziz. O yüzden bu kitabı okuması da, bu kitap hakkında yazması da çok zor. Bu satırlarda onca şeyden bahsetmek isterken, hikâyelerdeki kadınların neden delirdiğini bir bir anlatmak isterken hislerimin yoğunluğu karşısında kelimelerim kifayetsiz. Sanki ne yazsam yetmeyecek, kadınların sesi yine duyulmayacak ve hep birlikte yine delireceğiz…

Kapak Fotoğrafı: Instagram @ruhkutusu

İlginizi çekebilir: Gizem Kalaç’tan Feminizm Herkes İçin Midir?