Bana aidiyetsizliğin resmini çizebilir misin Marjane Satrapi? Hayranı olduğum, Persepolis’in yaratıcısı bu cesur kadının adına ben cevaplayayım bu soruyu: Evet, çizebilir. Hatta bundan bir çizgi roman, ardından da bir çizgi film yaratabilir. Hem de tüm bunları dünyadaki son peygamber olmak isteyen bir kız çocuğunun, sıkışmışlık hissini iliklerine kadar yaşamış bir genç kadının, yani kendisinin gözünden anlatabilir.

img_0638-1
Persepolis | Fotoğraf: Pinterest.com

Defalarca okuduğum, kalemine, çizimine, anlatımına hayran olduğum Persepolis’i bilmem kaçıncı defa izledikten sonra bu çizgi romanı/filmi neden bu kadar çok sevdiğimi düşündüm kendi kendime. Bir ekrana bakıp gelecek kaygılarınızı oluşturabilecek çoğu şeyi apaçık şekilde görmek neden bu kadar izlenesiydi? Birçok korku filminden daha çok huzursuz eden bir yanı vardı bu filmin. Savaşı ve rejimi değil de kısıtlanmışlığı, sıkışmışlığı ve kendi evine yabancılaşmayı anlatıyordu bana. Belki de yirmili yaşlarının başında, biraz şımarıkça bir fanus içinde büyümüş ve yavaş yavaş fanusun camlarının kırıldığını duymaya başlayan çoğu gencin savaştığı her şeyi. Öte yandan, insana huzur veren ve kötü olan her şeyin göründüğü kadar kötü olamayacağını anlamamı sağlayan o alaycı ve çocuksu dili bu hikâyeye sımsıkı sarılmamı sağladı.

Savaş sırasında, marketteki bomboş reyonların arasında bir paket un uğruna birbirine giren kadınlara aldırış etmeden dolaşıp şarkı söyleyen Marjane, sende hepimizde başlayan bir vurdumduymazlık var… Ancak biliyorum, bu bencillik değil. İnsan bir resmin içindeyken perspektifi daralıyor, bir parçası olduğunuz hiçbir yapbozun aslında neyi ifade ettiğini tam olarak bilemiyorsunuz. Günümüzdeki tek fark ise bulunduğumuz yerden göremediğimiz bu bütünü bazen olduğundan iyi, bazense görmek istemediğimiz kadar kötü şekilde önümüze seren sosyal medya sanırım. Belki de bu yüzden çoğu zaman uzun bir iç çekişle kapatıyoruz telefon ekranlarını. Evet, ateş düştüğü yeri yakıyor ancak insan her şeye alışıyor ve en önemlisi her şeyden sıkılıyor. Birçok zor pozisyondan oluşan yoga seanslarını bile zorla sabah rutinimize ekleyen biz, üzüntüyü, acıyı hatta yası bile alışkanlık haline getiremiyoruz, getiremeyiz. 

img_0641-3
Persepolis | Fotoğraf: Pinterest.com

Çevremdeki çoğu kişinin (kimi zaman benim de) bulunduğu sınırların dışında daha rahat nefes alacakları bir hayat olduğuna inandığı şu günlerde Marjane bana önemli bir şey öğretti; Evinde tamamıyla mutlu olamaman evini özlemeyeceğin anlamına gelmez. Tanıdık ve kendini ait hissettiğin bir mutsuzluk bile insanı gülümsetebilir. Bunu fark ettiğimden beri komşunun bahçesindeki çim baştakine göre daha sarı geliyor gözüme. Çünkü günlük hayatta farkına varmadan kolayca feda edebileceğimize inandığımız çoğu konforun değerini ancak elimizden uçup gittiğinde ya da uçmaya hazırlandığında anlıyoruz.

Eminim herkesin doğup büyüdüğü yerde kendini ait hissettiği bir oda, boynunu rahat ettiren bir yastık var. Doğru, zamanla eskiyor ve dar geliyor çocukluk mobilyalarınız. İşte o zaman beyaz yakalı bir yetişkin olup Ikea’dan yeni bir yatak takımı almanız, kendi kendinize monte ederken bir yere konduramadığınız çivileri hafif bir tedirginlik ve umursamazlıkla çaktırmadan bir çekmeceye itelemeniz gerekiyor. Bu karmaşa içinde, önce yeniliğin heyecanı tedirginliği bastırıyor. Ancak sonrasında boynunuz rahat edene kadar sık sık sizi dürten huzursuzluktan kurtulamıyorsunuz. Çünkü aidiyet zaman alıyor ve bu zaman, geride neyi bıraktığınıza göre şekilleniyor.

Marjane İran’dan giderken aslında kaçıyordu. Geride bıraktığı şey harap olmuş bir Tahran’ın yanı sıra ince belli bardakta içilen semaver çayı ve babaannesinin sütyeninden dökülen yaseminlerdi. Bir daha ne babaannesini ne de Michael Jackson dinlediği için onu “Amerika’nın uşağı” ilan eden o korkutucu komşu teyzeyi görebildi. Bu, ona göre hayatın içindeki bir denklemdi: “Özgürlüğün hep bir bedeli vardır.”

Kapak fotoğrafı: bustle.com

İlginizi çekebilir: Aynur Oktay’dan Persepolis