Bu yazımda da sürekli sağlıklı ve mutlu olmamız gerektiği algısını ve baskısını biraz daha yakından irdelemek istiyorum. Tüm zamanımızı üretkenliği artırmaya çalışarak harcamamız yüzünden üretkenliğimizi düşürmek gibi bir tezata düşüyor olabilir miyiz? Neredeyse bir zorunluluk halini alan “sağlıklı ve mutlu yaşam” tutkusu beraberinde neleri getiriyor.

Sağlıklı ve Mutlu Yaşam
Sağlıklı ve Mutlu Yaşam | Fotoğraf: Unsplash/@all_who_wander

Tıp fakültesine ilk başladığımda temel tıpta fizyoloji derslerinde insan vücudunun emsalsiz kendini yenileyebilme ve vücutta meydana gelen aksilikleri tolere edebilme özelliğini gördükçe insanoğlunun ölümsüz olabilmeye aslında çok yakın olduğunu düşünmeye başlamıştım. Zihnimde sanki bu muhteşem mekanizma asla hata vermez algısı oluşmuştu. Sonrasında patoloji dersleri almaya başlayıp da bunca hastalığın pençesinde kıvrandığımızı gördükçe bu kez insanoğlunun yaşaması bir mucize diye düşünmeye başladım.

Kliniğe başlayıp hastalıkları gördükçe de tüm hastalıkların belirtilerini kendimde de görmeye başlamıştım. Tam hipokondriyak ve nosofobik olma yolunda ilerliyordum ki aslında bunu yaşayan çok fazla kişi olduğunu hatta bunun tıp öğrencisi hastalığı olarak literatüre girdiğini öğrendiğimde rahatlamıştım. Halihazırda sağlıklı yaşamak adına girişimleri olan biri olarak tüm bunlardan sonra daha düzenli bir yaşam tarzı benimseme kararı almıştım. Spora başladım, uykumu düzene soktum, yediklerime dikkat etmeye başladım. Tüm bunlardan sonra üstümdeki bu sağlıklı yaşam baskısı üzerine daha fazla düşünür oldum. İlerleyen süreçlerde bu baskının aslında hepimiz üzerinde birçok platformda kurulmuş olduğunu fark ettim. Bu yazımda da işte bu sürekli sağlıklı ve mutlu olmamız gerektiği algısını ve baskısını biraz daha yakından irdelemek istiyorum.

Mutlu
Mutlu | Fotoğraf: Youtube

Öncelikle sağlığın tanımıyla başlayalım. Dünya Sağlık Örgütü sağlığı şöyle tanımlıyor: ‘’Fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik içinde olma hali.’’ Yani tek başına fiziksel iyilik hali bizleri sağlıklı tanımına sokmuyor. Sağlıklı kalabilmek için daha da zor olan kısım ise sadece kendi başımıza çözemeyeceğimiz sosyal iyilik halini sağlayabilmek. Bu noktada yaşadığımız toplumdan ve yakın çevremizden bağımsız bir sağlık fikri düşünmemiz çok zorlaşıyor. Bu yüzden bireysel mutluluk gibi bireysel sağlık da elde etmesi zor bir durum. 

Sağlıklı ve mutlu olmakla ilgili bu yaklaşım Herve Juvin’in The Coming of The Body kitabında çok doğru bir biçimde özetleniyor: “Bugünlerde iyi bir insan olmak; bedenin günahkar arzularına gem vurmak, nefsi köreltmek, vicdanın sesine kulak vermek ve sürekli dua edip bu fani dünyayı terk etmeye hazırlanmak anlamına gelmiyor. Sağlıklı ve mutlu yaşamak anlamına geliyor. Keyif almadan tek bir gün geçirenin vay haline.’’

Sağlıklı yaşam bundan birkaç onyıl önce alternatif yaşam tarzına sahip küçük grupların alanına giriyordu, günümüzde ise bir ana akıma dönüştü. Nasıl yaşamamız, nasıl çalışmamız, nasıl sevişmemiz gerektiğini o belirliyor. Sağlık sendromu olarak adlandırabileceğimiz bu durum bireyin kendini özerk, güçlü, sağlam iradeli ve kendini geliştirmeye çalışan biri olması gerektiği varsayımına dayanıyor. Bireyin kendi kaderini seçmeye muktedir olduğunun vurgulanması suçluluk duygusu ve kaygıya neden oluyor. Hayatımız üzerinde bu kadar etkin olabileceğimiz algısı yanlış giden her şeyin kendi hatamız olduğunu düşündürüyor bize. Mesela iş arayanlara sadece kendilerine odaklanmaları, daha çok çabalamaları söylenir ama ekonomik krizden bahsedilmez ve aslında her şeyin bizim seçimimiz olduğu fikri de yanlış seçim yapma ve pişman olma seçeneğiyle sonuçlanır çoğu zaman.

Bu beden saplantılarının bir ayağı da hiç şüphesiz beslenme. Doğru beslenmek üst düzey bir yaşam sürdüğümüzü gösteren bir kriter. Yemek masası damak tadının tatmin edildiği ve sohbetlerin yapıldığı bir yer olmaktan çıkıp sürekli yağ ve kalori miktarına dikkat ettiğimiz, bir nevi ilaca indirgenmiş bir eczane tezgahına dönüşmüş vaziyette. Normal şartlarda keyfini sürdüğümüz bu hazlar bugünlerde bir amaca indirgenmiş durumda: sağlıklı yaşamak.

Hollanda’da yapılan bir araştırmaya göre diyet programlarına katılan kişilerin %33’ü sonrasında kendilerini daha suçlu hissediyor. Kişilerarası ilişkileri hariç tutarsak diyetler suçluluk duygusunun en yaygın nedenleri arasında yer alıyor. Hepimizin tahmin edebileceği bir durum.

sağlıklı ve mutlu yaşam
Sağlıklı ve Mutlu Yaşam | Fotoğraf: DOSE

Spor konusuna geldiğimizde ise ne yazık ki beslenme düzeninde olduğu gibi spor yapma durumunda da her an fit kalabilmek gibi bir durum söz konusu olamıyor. Sosyal medyada belirli anlarda, belirli pozisyonlarda ve belirli açılarla çekilen fotoğrafların gerçeği yansıtmadığını bilmek gerekiyor. Örneğin; fitness. Bu formda kalma uğraşı, elde edene dek nasıl bir şekil alacağınızı bilemediğiniz ve aslında hedefe ulaşıp ulaşamadığınızdan emin olmanın bir yolunun olmadığı bir uğraşı. Formda kalmak sürekli sürekli bir çabayı da beraberinde getirir. Kişinin sürekli kendini gözlemlemesine, formdan düştüğünde kendini suçlamasına ve cezalandırmasına, sonunda da formda kalamadığında kendini değersiz hissetmesine neden olan sürekli bir kaygı haline neden oluyor.

Bir diğer sağlıklı yaşam baskısı da iş yaşamından geliyor. İşverenlerin çalışanlarında aradıkları özelliklerin başında pozitif, sağlıklı ve enerjik olmak geliyor. İnsan bedeni kişisel bir varlık olmaktan çıkıp maksimum kazanç için dikkatle izlenip optimize edilmesi gereken bir işletme haline geldi. Sürekli olarak güncellenmediğimiz sürece modası hızla geçecek ürünleriz hepimiz. Ve tüm bu yoğun iş temposundan kaçabilmenin tek yolu belki de hasta olmak. Hasta olup rapor alarak biraz olsun nefeslenebilmek. İş yapamaz duruma gelmek belki can sıkıcı ama her gün çalışmak zorunda olmaktan daha iyi bir seçenek olabilir. Karl Ove Knausgaard otobiyografik romanı Kavgam’da Karl Ove’un 4 yıllık süreçte kendini 2 kez çok mutlu ve huzurlu hissettiği andan bahsediyor: Sakatlık geçirdiği zamanlar. Hasta olmak ona yoğun antrenman temposundan uzaklaşma, gündelik hayatın gereklerini yerine getirme yükümlüğünden kurtulma ve gerçekten yaşama fırsatı veriyor. Hastalık günümüzün en büyük günahlarından olan yan gelip yatmayı bir ayıp olmaktan çıkarıyor. İş yerinden uzaklaşma, spor salonuna uğramama, diyete ara vermemizi sağlıyor. Böylece biraz olsun paydos edebilmemizi sağlıyor.

Üretkenlik
Üretkenlik | Fotoğraf: Unsplash/@punttim

Tüm bunlara baktığımızda aslında bir soru cevapsız kalıyor: Daha üretken birini dönüştüğümüzde ne yapacağız? Tüm zamanımızı üretkenliği artırmaya çalışarak harcamamız yüzünden üretkenliğimizi düşürmek gibi bir tezata düşüyor olabilir miyiz? İşlerimizi daha kısa sürede bitirmek için harcadığımız çaba aslında bir ömre bedel olabilir mi?

Hayatın kontrolünün tümüyle elimizde olmadığını bilerek, hayatı biraz olsun gevşeterek bu sendromun üstesinden gelebiliriz. Hayatı her zaman zirvelerde yaşayamayacağımızı, bazen yorulacağımızı, bazen verimsiz olacağımızı, bazen daha şişman bazen daha zayıf olacağımızı, bazen fit bazen sarkmış, bazen sağlıklı bazen hasta, bazen mutlu bazen üzgün hissedebiliriz. Bunların hepsinin birbirlerini var eden ve hayatımızda dönüşümlü olarak yer alan kavramlar olduğunu bilmeli ve hepsini kabullenmeliyiz.

Sonuç olarak bize dayatılan “Bedeninize ilgi ve özen göstermelisiniz. Bu görevi ihmal ederseniz, kendinizi suçlu hissetmeli ve utanç duymalısınız. Bedeninizin kusurları sizin suçunuz, sizin ayıbınızdır.’’ algısından elbette sağlığımızdan ödün vermeden ama bunun da yaşamın bir parçası olduğunu bilerek taviz vermemiz şart. Çünkü hepimizin paydoslara ihtiyacı var. Ve son olarak Samuel Beckett’ın ‘’Godot’yu Beklerken’’ kitabında yazdığı gibi: “’Artık mutlu olduğumuza göre şimdi ne yapıyoruz?’’

Kapak Fotoğrafı: Youtube

İlginizi çekebilir: Elif Serter’den Organik Gıdalar Her Yerde