

The Substance: “Gölge” Figürüne Psikanalitik Yaklaşım
Cannes Film Festivalinde en iyi senaryo ödülünü kazanan Demi Moore, Margaret Qualley ve Dennis Quaid’in yer aldığı Coralie Fargeat imzalı 2024 yapımı çok sarsıcı bir film olan The Substance, korku sinemasının “beden korkusu (body horror)” alt türünden beslenerek insan bedeninin daha doğrusu kadının metalaşması üzerine kurgulanarak rahatsız edici sahneleriyle toplumun kadınlara yönelik sürdürülemez güzellik standartlarına ilişkin pek çok eleştiri içeriyor. Sevgili okur, hazırsan filmi biraz feminist perspektiften inceleyelim.
Editör Notu: Yazının devamı spoiler içermektedir.

Dayatılmış Güzellik Algısı & İdeal Kadın Bedeni
Başrol karakterimiz Elisabeth Sparkle, 50. yaş doğum gününde eskisi kadar genç ve güzel olmadığı düşüncesiyle yakın zamanda düşük reyting alan aerobik televizyon programı işinden kovuluyor, kariyerindeki düşüşün nedeninin yaşı ve dış görünüşü olduğuna kendisini inandırıyor. Çünkü kadın düşmanı yapımcı patronu, reytingleri artırmak amacıyla televizyon şovunda daha genç ve daha güzel bir kadına rol vermek istiyor. Film, yaşlanmayla kadınların toplumsal görünürlüğünün nasıl azaldığını da sorguluyor. Elisabeth’in çevresi tarafından yalnızca görünüşüyle değer görmesi, yaşlanmanın kadınlar için bir tür “itibar kaybı” olarak algılandığını da gözler önüne seriyor. Patriyarkanın kadınların başarılarını ve yeteneklerini gölgede bırakan bu güzellik takıntısı, Elisabeth’in gençliğini geri kazanma arzusuyla “The Substance” adlı gizemli madde ile yolunun kesişmesine neden oluyor. Bu durum, toplumsal olarak kadına yüklenen “kusursuz güzellik” mitini eleştirir durumda. Geçirdiği kaza sonrası hastaneye giden Elisabeth’e bir başka gizemli madde kullanıcısı tarafından bir doğum günü hediyesi bırakılıyor; kendinin daha iyi versiyonunu yaratabileceğin “The Substance”. Kadın bedeninin bir pazarlık ürünü haline getirilmesi, sürekli bedene bir müdahale yapılması ve en sonunda kişinin öz benliğini kaybettiği bir dünyayı da anlatıyor. Elisabeth’in gizemli maddeyi kullanarak kendinden daha iyi versiyonunu yarattığı daha genç, daha güzel, daha mükemmel ikinci benlik Sue ise yalnızca fiziksel değil, psikolojik olarak da çok irdeleyici mesajlar veriyor.
Beden korkusu (body horror) öğelerini kullanan yönetmen Coralie Fargeat, izleyiciyi sarsan ve rahatsız edici düzeyde iğrençliklerle kadın bedenine dayatılan güzellik standartlarının absürtlüğüne filmde çok sık vurgu yapıyor. Elisabeth’in fiziksel dönüşümü, toplumun kadın bedenine olan takıntısının grotesk bir yansıması aslında. Yaşanan bu dönüşümle Elisabeth’in güzelliğinin farkında olmayıp daha mükemmel, daha genç olma isteği aslında ona toplum tarafından dayatılan, kadınların ekranda “arzu nesnesi” olarak vitrine konması eğiliminin de altını çiziyor.
Bonus Bilgi: 2019 tarihinde basılan Demi Moore’un hayatını anlattığı “Inside Out” kitabında tıpkı filmde canlandırdığı karakterin yaşadıkları gibi kendisinin de film anlaşması süreçlerinde yapımcılarından cinsiyetçilik ve yaş ayrımcılığına maruz kaldığını anlatıyor.
Beni Sizler Yarattınız: Anasının KuzuSue
Baş karakterimiz Elisabeth, substance maddesi kullanarak kendi bedeninden yeni bir ben yaratıyor. Kendinden daha iyi bir versiyon yaratma ümidiyle yeni benliğini kendi omurgasından çıkarıyor, tıpkı bir çocuk gibi onu adeta doğuruyor. Elisabeth isteğine kavuşmak için heyecanlıdır ancak ilacın üreticisine göre çok önemli bir kural var; yedi gün yaşlı, yedi gün genç versiyon hayatta olacak ancak bu iki benlik de bir bütün ve ayrılamaz.: “Unutma ikisi de sensin.”
Bir de Bayıl İstersen Elisabeth
Elisabeth filmin bir bölümünde “The Substance” kullanmayı reddedip kendi versiyonu görünümünde eski okul arkadaşı Fred ile akşam yemeği davetine gitmek için hazırlanıyor. Tam evden ayrılacak iken salonunun manzarasından görünen reklam panosunda kocaman yer alan Sue’nun kusursuz bedeni Elisabeth’in tüm özgüvenini yıkıyor. Çünkü bu görüntü sahip olmayı dilediği her şeyin sert bir hatırlatıcısıdır: Gençlik, şöhret, güzellik. Buna karşılık, Elisabeth’in hayatı o kadar da mükemmel değildir. Motivasyonsuzdur ve tek yaptığı sağlıksız yemek yemek, dağınık olmak ve kanepesinde oturarak televizyon izlemektir.

Tüm bunları düşünürken Elisabeth aynada son kez kendine bakıyor ve görünümünden iğrenerek sinir krizi geçiriyor. Saçını başını dağıtıyor, makyajını siliyor, bağırıyor çağırıyor. Kendinden ve kırışıklıklarından iğreniyor. Tabii o sırada izleyiciler olarak biz de “Ablan bin yaşına da gelse taş taş.” eşliğinde dizlerimizi dövmeye başlıyoruz. Sırf kendinin Sue kadar güzel olmadığını düşündüğü için buluşmaya gidememesi ve evden ayrılamaması çok sarsıcı bir etki yaratıyor.
Gölge Benlik: Karanlık Yüzümüz
Carl Gustav Jung’a göre gölge benlik hepimizin içinde bulunan zihnimizin düşünmediği, reddettiği, bastırdığı ve kendinde kabul edemediği nitelikleri, düşünceleri, dürtüleri temsil ediyor.
Filmin alt mesaj olarak hissettirmeye çalıştığı mesaj; dış dünyada olmak istediğimiz insana ulaşmak için iç dünyada nasıl bir insan olduğumuzu bilmemiz, içimizdeki iyi kadar aslında kötünün de bulunduğunu kabul etmek ve gölgelerimizle yüzleşmemiz gerektiğidir. Jung, kişinin gölge benliğini kabul edip onunla yüzleşmeyi öğrendiğinde kişinin kendini gerçekleştirdiğini söylüyor. Özetle; insan bu yolla oluşuyor ve kendini tanıyor. Joseph Campbell’in de dediği gibi, “Girmeye korktuğun mağara, umduğun hazineyi saklıyor olabilir.”
Sinemada, edebiyatta ve mitolojide gölge figürüne sıkça rastlıyoruz. Örneğin, Robert Louis Stevenson Dr. Jekyll ve Bay Hyde adlı eserinde, saygın bir doktor olan Dr. Jekyll insanın iki benliği olduğuna inanan bir bilim adamıdır; şeytan tarafımız ve melek tarafımız vardır. Bu iki tarafın ayrılarak insanın özgür olabileceğini düşünür. Bu gayesine ulaşmak için kimyasal deneyler yapar ancak işler ters gider ve içtiği iksir onu suç işleyen Bay Hyde adında bir canavara dönüştürür. Bu gölge kişilik, Jekyll’in kontrolünü ele geçirir ve hayatını altüst eder. Gündüzleri başka, geceleri başka bir kişilik olarak hayatına devam etmeye çalışsa da karanlık taraf tüm gücü ele geçirir.
Gölge arketipinin popüler örneklerinden bir diğeri de Dövüş Kulübü filminde Brad Pitt’in hayat verdiği Tyler Durden karakteri, Edward Norton’un canlandırdığı ana karakterin bastırılmış kişiliğinin bir yansıması mesela. Ana karakter, monoton ve materyalist bir yaşam süren, hayattan bezmiş biri. Ancak bastırdığı gölge yüzündeki karizma, güç ve liderlik özellikleri, Tyler Durden’in gölgesi aracılığıyla açığa çıkıyor. Nihayetinde, ana karakter uzun bir mücadele sonrası gölgesiyle yüzleşir ve onu kendi benliğiyle birleştiriyor.

Tıpkı bu örneklerde olduğu gibi The Substance filmindeki Elisabeth ve Sue benlikleri, birbirlerinin karanlık tarafı yani insanın kendiyle savaşıdır. Hikâye her iki benlik için de çok zordur; bir taraf diğerine kaybettiği tüm gücü hatırlatırken diğer benlik kötü bir beden içerisinde yaşamak istemediğinden tüm hırsıyla yaşam mücadelesi vermektedir. Bir bütün ve ayrılamaz olduklarının farkına varamamak, her ikisinin içindeki karanlığı daha da büyütmekte ve filmin en sonunda birbirlerini tüketmelerine yol açıyor.
Bonus Bilgiler: Times’a röportaj veren Demi Moore, The Substance’ın çekimleri sırasında zona hastalığına yakalanarak aynı dönemde yaklaşık 9 kilo kaybetmiş. Benzer şekilde, Margeret Qualley’nin Sue’nun kusursuz görünen vücudunu elde etmek için çekimlerden önce birkaç ayını ağırlık kaldırarak ve aerobik eğitimi alarak geçirmiş. Qualley, ayrıca çekimlerin birkaç günü boyunca ağır protezler giymiş ve bu da klostrofobi nedeniyle aktristin çok sayıda panik atak geçirmesine neden olmuş.
Sevgili okur, peki ya sen kendinden daha iyi bir versiyonu nasıl yaratırsın? Unutma, ham maddesi sen olan bir şey, senden daha iyi olamaz. Sen, zaten en iyi versiyonsun: Sadece ona bak, kabul et ve sev. Filmde bahsedildiği gibi “Kendinden kaçamazsın, unutma ikisi de sensin!” Kendi gölgemizden hiçbir zaman kopmamak dileğiyle.
Kapak Fotoğrafı: Collider
İlginizi çekebilir: Ceren Kandemir’den The Substance
İlk yorumu siz yazın!