Yedinci Kıta’yı başlık seçen ve kavramsal çerçevesini okyanus ortasında insanlığın izlerinden, pisliğinden ve atıklarından oluşan yapay bir kıtanın etrafında şekillendiren  16. İstanbul Bienali, çevreci, aktivist ve felaket paranoyasından beslenen işlerle sınırlı kalmıyor. Bilimkurgu ya da distopya romanlarından fırlamış gibi dursa da insanlığın yüz karası olarak tüm gerçekliğiyle, somut bir şekilde orada duran bu oluşumun diğer kıtalardan farklı olarak bir uygarlık tarihine, mit ve köklere sahip olmayışını (belki de olup da ciddiye alınmayışını) sorguluyor ve olasılıklar etrafında üretiyor.

Yedinci Kıta'dan Sevgilerle: 16. İstanbul Bienali
Yedinci Kıta’dan Sevgilerle: 16. İstanbul Bienali

Bu iki tema etrafında düşünerek gezdiğim 16. İstanbul Bienalinde öne çıkan ve beni etkileyen işlerden söz etmeden önce bienalin mekanlarıyla ilgili söylemek istediklerim var. Bienal üzerine çalışmalar sürerken üç ana mekandan biri olacağı duyurulan Haliç Tersanesi, sergileme ve ziyaret edilmeye uygun hale getirme çalışmalarının uzaması ve ortaya çıkabilecek olası sağlık tehdidi nedeniyle yerini MSGSÜ İstanbul Resim ve Heykel Müzesi‘ne bırakmıştı. Dolayısıyla müze, henüz kendi ziyaretçilerine açılmadan ve kendi koleksiyonunu sergilemeden bile önce bienalle kapılarını açmış ve Pera Müzesi ile Büyükada‘nın yani sıra üç bienal mekanından biri olmuştu. Küratörün Haliç Tersanesi için planladığı, DNA sarmalı şeklindeki yapı ve gezi rotasının bu müzede aşağı yukarı korunabilmiş, hatta iki boyutlu değil üç boyutlu olarak böyle bir rota oluşturulabilmiş olması, bir de üstüne müzenin tersaneye kıyasla şehrin çok daha merkezî bir noktasında bulunması bu zorunlu değişikliğin belki de beklenenden daha iyi sonuçlar vermesine dahi yol açmış olabilir.

Yedinci Kıta'dan Sevgilerle: 16. İstanbul Bienali
Yedinci Kıta’dan Sevgilerle: 16. İstanbul Bienali

Büyükada’nın mekanlar arasındaki varlığı ise akıllara 2015 yılında, İstanbul’un dört bir yanına, farklı işlevlerdeki tarihi ya da modern bina ve alanlara yayılmış olan iki önceki İstanbul Bienali’ni getiriyor kuşkusuz. O yıl oradan oraya koşturup, İstanbul’da burnumun dibinde olmasına rağmen içine ilk kez girdiğim mekanları keşfederken hissettiğim en büyük sorun mekanların ve onları keşfetme isteğinin işlerin ve işleri inceleme isteğinin önüne geçiyor olmasıydı. Yedinci Kıta, (belki bu keşif hissinin Büyükada ile sınırlı olmasından, belki de Büyükada’daki mekanların da bahsettiğim iki önceki bienalde zaten keşfedilmiş olmasından dolayı) bu hissin önüne geçebilmiş, işleri mekanlardan önde tutan bir yapıdaydı bana kalırsa.

Piotr Uklański, isimsiz, 2019 | Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Piotr Uklański, isimsiz, 2019 | Fotoğraf: Sahir Uğur Eren

16. İstanbul Bienali‘nde mekanlar işlerin önüne geçmediği gibi, mekanlar ve işlerin birbiriyle uyumu sergi deneyimini çok daha büyülü bir hale getiriyor. Bu uyumun Büyükada’da da hissetmek mümkün pek tabii ki fakat en etkileyici hal aldığı yer Pera Müzesi oluyor. 19. yüzyıl Osmanlı mimarisinin Pera’daki önemli örneklerinden biri olan eski Bristol Oteli binasında bulunan müze, bildiğiniz gibi süreli sergilerinin yanında oryantalist resim koleksiyonu ile ağırlık ve ölçü birimleri koleksiyonuyla da dikkat çekiyor. Yani her ne kadar çağdaş sanat sergileriyle buluşmak için ziyaret ettiğimiz bir müze olsa da, Pera Müzesi’nin koleksiyonu klasik sanat ve arkeoloji üzerine kurulu. Bienal sanatçılarından Piotr Uklański‘nin isimsiz serisi, müzenin oryantalist resim koleksiyonun bir uzantısı sanki; fakat şöyle bir fark var, kadife üzerine yağlıboya çalışılmış bu portrelerde Doğu kültürüne ait kıyafet ve jestler farklı milliyet ve cinsiyetteki Batılılar’ın pozlarında karşımıza çıkıyor. Sanatçı, belli bir milliyeti, ten rengi ya da cinsiyeti olmayan fütürist bir insan ırkının hayalini kuruyor ve bunu Yedinci Kıta’ya yakıştırıyor belli ki.

Norman Daly, Llhuros Uygarlığı, 1972 | Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Norman Daly, Llhuros Uygarlığı, 1972 | Fotoğraf: Sahir Uğur Eren

Başka bir sanatçının, Norman Daly‘nin Llhuros Uygarlığı eseriyse tabiri caizse tam bir deli işi; uzun yıllar boyunca kurmaca bir uygarlık yaratmış, bu uygarlığın farklı dönemlerdeki sanatsal ve etnografik üretimini sıfırdan hayal etmiş, olmayan bir dilde kitabeler yazmış, olmayan bir kültürün müziğini bestelemiş. Resmen kendi arkeoloji müzesini kurmuş olan Daly‘nin eserinin parçalarının birkaç kat aşağıda duran ağırlık, ölçü ve eşyaların arasında görmeye kimsenin itirazı olacağını sanmıyorum. İnsan atıklarından oluşan bu eşya, gereç, sanat eseri ve ikonlar, bizleri Llhuros Uygarlığı‘nın Yedinci Kıta’da gerçekten var olan bir uygarlık olduğuna ikna edebilecek güçte. Çöpten doğmuş bir kıtanın, çöpten inşa edilmiş uygarlığı…

Charles Avery, isimsiz, 2019 | Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Charles Avery, isimsiz, 2019 | Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Luigi Serafini, Serafinianus El Yazması, 2013 | Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Luigi Serafini, Serafinianus El Yazması, 2013 | Fotoğraf: Sahir Uğur Eren

Tıpkı Llhuros Uygarlığı‘nda olduğu gibi, 16. İstanbul Bienali‘nin, bilhassa Pera Müzesi‘ndeki işlerin buluştuğu bir ortak payda, bir kurmaca mitoloji durumu. Charles Avery‘nin Pera Müzesi’nin salonlarından birine inşa ettiği hayali ve isimsiz balıkçı kasabası, bizi Yedinci Kıta‘da sıradan bir çarşı gezintisine çıkarıyor, Luigi Serafini‘nin, yine bienalde sergilenen yüz yıl öncesine ait Ernst Hæckel imzalı su canlısı çizimlerinden ilhamla yarattığı Serafinianus el yazmaları, olmayan bir dünyaya ait canlıları bilimsel olarak inceleyen ansiklopedi sayfalarını karıştırmanızı sağlıyor. Büyükada‘da sizi Hacopoulo Köşkü‘nün girişinde karşılayan Monster Chetwynd imzalı hibrit yaratıklar, insan, hayvan ve atık malzemelerin karışımı bedenleriyle köşke bekçilik ediyor.

Monster Chetwynd, Hibrit Yaratıklar, 2019 | Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Monster Chetwynd, Hibrit Yaratıklar, 2019 | Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Agnieszka Kurant, Post-Fordit 3, 2019 | Fotoğraf: Behram Evlice
Agnieszka Kurant, Post-Fordit 3, 2019 | Fotoğraf: Behram Evlice

Evet, Serafini’nin ya da Chetwynd‘in yaratıkları, Avery‘nin camdan su canlıları ya da Daly‘nin çöpten, atıktan uygarlığı kurmaca olabilir; fakat MSGSÜ Resim ve Heykel Müzesi‘nde kurmacadan daha tuhaf gerçeklerle de karşılaşmanın mümkün olduğunu görüyoruz. Agnieszka Kurant‘ın sergilediği taş parçaları ya da post-forditler, kurmaca bir dünyanın mineralleri mi yoksa doğal bir mucize mi diye düşünenlere cevap veriyor; aslında Detroit Akiği olarak da bilinen bu taşlar, insan izi taşıyor ve Detroit’teki otomobil fabrikalarının atık boyaların katılaşarak taşa dönüşmesiyle oluşuyor. İnsanlığın bıraktığı izlerin gerçek sonuçlarının kurmacanın yarattıklarına yaklaşmaya başlamışsa, belki de çevreyle ve dünyanın geleceğiyle ilgili endişelenenleri biraz daha fazla ciddiye almamız gerekiyor. Bu noktada müzede sergilenen, çevre ve çevre kirliliğine dair kimi aktivist, kimi didaktik, kimi çözüm öneren, kimi felaket tellallığı yapan işler de anlam kazanıyor ve çerçeveye oturuyor.

Simon Fujiwara, Dünya Çok Küçük, 2019 | Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Simon Fujiwara, Dünya Çok Küçük, 2019 | Fotoğraf: Sahir Uğur Eren

Simon Fujiwara’nın küresel kapitalizme oyunbaz eleştirisi Dünya Çok KüçükMSGSÜ Resim ve Heykel Müzesi‘ndeki en dikkat çekici, etkili ve hipnotize edici iş bence. Sanatçının İstanbul yakınlarındaki bir lunaparkın çöp kutusunda bulduğu pop ikonu figürlerinin on üç mimari makete dönüştüğü bu iş, adını Disney World’deki en eski ve en popüler atraksiyonlardan biri olan It’s a Small World‘den alıyor. Disney World’de farklı kültürlere ait kostümler kuşanmış, dünyanın dört bir yanındaki ülkeleri temsil eden oyuncak bebeklerin durmadan, hipnotize edilmiş gibi tekrarladığı aynı adlı şarkı Fujiwara‘nın işine de eşlik ediyor. Salonu dolduran, birçoğunun hakları Disney’e ait olan popüler figürlerin, çocukların masumiyetinden uzaklaştığı bu bembeyaz salon, hapishane, hastane, strip-club ya da harabe maketleriyle dolu. Çocuklara aşılanan kapitalizm, mutluluk ve tüketim ilişkileri üzerine düşündüren bu iş, üzerine yeterince kafa yorulduğunda Instagram’lık karelerin yanı sıra aktivizme dönüşebilecek bir endişe de doğuruyor.

Hale Tenger, Suret, Zuhur, Tezahür, 2019 | Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Hale Tenger, Suret, Zuhur, Tezahür, 2019 | Fotoğraf: Sahir Uğur Eren

Son olarak, sizi bienalin benim için en etkileyici mekanına, Büyükada’daki Taş Mektep’e davet edip, biraz Hale Tenger öveceğim izninizle. Sanatçının Suret, Zuhur, Tezahür adlı yerleştirmesi, terk edilmiş Taş Mektep’in bahçesine serpiştirilmiş aynalardan, su dolu kaplardan ve binanın içinde Türkçe ve İngilizce olarak yankılanan bir şiirden oluşuyor. Günümüzde bilezik almak olarak bilinen ve ağaçların daha çok meyve vermesini sağlamak için uygulanan yöntemi, sureti sulara yansıyan bir meyve ağacının perspektifinden dinliyoruz bu şiirde. Köklerinden bahsediyor meyve ağacı, gövdesine yapılanlardan, barbarlıktan. İnsanlığın gelip geçiciliğini hatırlatırcasına terk edilmiş ve boş kalmış binanın içinden gelen sözcükler, sulardan ve aynalardan yansıyor ve sanki bitkilerin, otların fısıltısına dönüşüyor. “Buradayım ben / Köklerim derinlerde / Gidemem bir yere / İstemem de” diyor meyve ağacı ve soruyor, “Yapmadan olabilir misin?“.

Yapmadan olamamış insanlığın, kendi sonunu hazırladığını fark etmeksizin bıraktığı izlerin bir kıtaya dönüşmüş olmasının dehşeti var Yedinci Kıta‘nın çıkış noktasında. Bienali dolduran işlere bazen hayal gücü, bazen yapay bir kıtanın mitolojisi üzerine düşünme itkisi, bazense bir felaket endişesi ilham veriyor. 16. İstanbul Bienali, 10 Kasım‘a kadar sürüyor.

Bienal hakkında detaylı bilgi…