Bir yere aidiyet kurmak için kaç gün kalmak gerekir? Kaç kişi tanımak ya da haritasız yol bulmak mı önemli bir kıstas yoksa kaybolsan da kayıp hissetmemek mi… Ya da ben burada yaşarım demeden de bir yere benim şehrim, ülkem diyebilir miyiz? Bu soruların cevabını bu yazıda veremeyeceğim çünkü hala ben de bilmiyorum. Sizinle bu yazıda Roma ve Napoli seyahatlerim boyunca aidiyet hakkında not ettiğim düşüncelerimin derlemesini paylaşacağım. Tabii bu konuya yıllarını vermiş bir sosyal bilimci ya da klinik psikolog olmadığım için ne kadar ‘doğru’ düşünüyorum, bu yazdıklarıma ne kadar yakın hissedersiniz, ne kadarına katılırsınız tahmin edemiyorum… Ama başlıkta da dediğim gibi bu yaptığım amatör monoloğu sizinle paylaşmak istiyorum. Ayrıca yazım boyunca bana aidiyet kavramını çağrıştıran çok sevdiğim ressamların çok sevdiğim eserlerini sizinle paylaşacağım. Hadi gelin yazıya yakından bakalım😊

Bir yere ait olmak, özgürlük duygusuyla denge içinde olmanın zorlu bir deneyimi olarak karşımıza çıkabilir, en azından benim bu şekilde karşıma çıkıyor. İnsan doğası, hem özgürlüğe hem de aidiyet duygusuna doğru çekilir. Bazen, insanlar özgürlüğün getirdiği heyecanı ve serbestliği ararken, diğer yandan da bir yerde kök salmak ve bağlılık hissetmek isteyebilirler (sıklıkla hissettiğim bir ikilem diyebilirim). İşte bu durum, insanın içsel çatışmalarının odak noktasıdır desem çok abartmış olmam diye umuyorum. Bir yanda özgürlük arzusu insanı dış dünyaya açar, yeni deneyimler aramaya iter. Diğer yanda ise ait olma arzusu insanı belirli bir topluluğa, bir yere bağlamak ister. Bu, insanın güvende hissetme ve anlam bulma arzusunun bir yansımasıdır. Bu duygular birbiriyle çelişse de bir yandan da birbirini tamamlar.  Ancak, bu denge her zaman kolay bulunmaz. 

Ayrıca aidiyet kişinin ruhsal ve duygusal refahı için de önemlidir. İnsanın kendini bir bütünün parçası olarak görmesine ve kendini yalnız hissetmemesine yardımcı olur. Bu duygu, insanın ilişkilerde, toplulukta veya belirli bir amaca bağlı olmada anlam ve tatmin bulmasını sağlar. Ait olma duygusunun bireyin temel ihtiyaçlarından biri olduğu, birçok psikolog ve kuramcı tarafından da vurgulanmıştır. Bu konuda öne çıkan isimler arasında Abraham Maslow ve Erik Erikson bulunmaktadır. Maslow, insan ihtiyaçlarını hiyerarşik bir piramit şeklinde tanımlayan ve ünlü “İhtiyaçlar Hiyerarşisi” kuramını geliştiren bir psikologdur. Maslow’a göre, ait olma ve sevgi ihtiyacı, insanın fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra gelir ve oldukça önemlidir.

Erik Erikson da, psikososyal gelişim teorisinde ait olma ve bağlanma duygusunun önemine vurgu yapar. Erikson’a göre, ergenlik dönemi bireyin kimlik arayışıyla doludur ve bu dönemde ait olma duygusu büyük önem taşır. Birey, kimlik kriziyle başa çıkarken, kendini bir topluluğa veya gruba ait hissetme ihtiyacını deneyimler. Bireyin ait olma duygusunu tatmin etmesi, saygı ve kendini gerçekleştirme ihtiyaçlarının karşılanmasında kritik bir adımdır. Ait olma duygusuna sahip olmayan bireyler, diğer ihtiyaçlarını tam olarak karşılamakta zorlanabilirler ve kişisel gelişimlerini engelleyebilirler. Dolayısıyla, ait olma duygusunun sağlanması, bireyin sağlıklı bir psikolojik gelişim süreci yaşaması açısından hayati öneme sahiptir.

Dahası aidiyeti sadece fiziksel bir yer ile olan bağlantıya indirgememek gerekir diye düşünüyorum; aynı zamanda bir ilişki, bir topluluk veya bir amaç da aidiyet hissini bizde yaşatabilir. Örneğin, sevdiğiniz bir insanla olan bağlantıda aidiyet hissedebilir, bir topluluğun parçası olarak kendinizi görebilir veya hayatınızın bir amacını gerçekleştirmeye çalışırken aidiyet duygusu yaşayabilirsiniz. Ya da sığınacak belki de en güzel limanlardan biri olan benlik (self) kavramına yönelip, kendine ait hissedebilirsiniz. Fakat şunu eklemek istiyorum, her ne kadar insanın kendisiyle aidiyet kurması çok değerli bir durum olsa da aidiyet duygusu hem bireysel hem de toplumsal bir olgu olduğu için, sadece kendi içsel dünyamıza yönelerek bu ihtiyacı tam olarak karşılayamayabiliriz ve bu oldukça doğal bir durumdur. 

Insanlar sosyal varlıklardır ve toplumsal ilişkilerden beslenirler.  Mikro ve makro seviyedeki gruplara ait hissetmek, bireylerin kendilerini anlamalarını, destek bulmalarını sağlayabilir. Eğer bir kişi toplumsal bir gruba ait hissetme ihtiyacı duyuyorsa bu bir güçsüzlük ya da bireyselliğe karşı bir durum değildir. Insan kendisiyle aidiyet kurmuşken de dışsal faktörler ile arasında bir bağa ihtiyaç duyabilir. Dahası bu ihtiyaç karşılanmadığında huzursuzluğu, duyguları bastırmak veya görmezden gelmek sağlıklı bir yaklaşım değildir. Bu nedenle, bu ihtiyacın bastırılması veya görmezden gelinmesi yerine, bireylerin bu duyguları tanımaları ve sağlıklı bir şekilde yönetmeleri önemlidir. 

Bunun yanı sıra, bir yere hissedilen veya hissedilmeyen aidiyetin sabit ve değişmez olduğu ya da aidiyet duygusunun çok yoğun hissedilmesi gerektiği gibi yanıltıcı olduğunu düşündüğüm beklentileri sıklıkla gözlemlemekteyim. Kendi deneyimlerimden yola çıkarak ifade etmem gerekirse, uzun bir süre boyunca aidiyet duygusuyla ilgili çeşitli sorgulamalar yaşadım. Belirli bir kavramla, mekanla veya kişiyle bağlantı kurma isteği, kendimi bir düzenin, bir fikrin veya bir kültürün parçası hissetme arayışı, beni uzun bir süre meşgul etti. Ancak bu süreçte, gerçek anlamda ait hissettiğim anları ararken, farklı deneyimlerden ve ilişkilerden öğrenme şansı buldum. Bir yere ait olmanın, o yerle ilgili her şeyi sevmek ve o mekanın kültürüyle tam bir uyum içinde olmak olmadığını  anlamak, bu kavramla barışmam için oldukça önemli bir adım oldu.

Aidiyet kavramını katı ve tek boyutlu olmaktan çıkarıp daha esnek ve çok yönlü bir şekilde ele almaya başladım. Aidiyetin  belirli bir yere veya kavrama sıkı sıkıya ve büyük bir coşkuyla bağlı olmak olmadığını anlamam, kendime bu konuda daha fazla özgürlük tanımaya başlamama vesile oldu. Birden fazla mekana ve kavrama aidiyet hissedebileceğimi ve bu aidiyetin aşırı yoğun ve sorgusuz sualsiz olması gerekmediğini fark ettim. Böylece bu duygunun zamanla dönüşebileceğine ve değişebileceğine izin vermenin önemini keşfettim. Bu değişime açık olmak beni daha özgür ve esnek bir şekilde aidiyet hissetmeye yönlendirdi.. Bu süreçte, kendimi daha fazla içsel olarak keşfetmeye ve farklı bağlantılar kurmaya başladım. 

Tabii zaman zaman aidiyet kurduğum şeylere veya kişilere karşı yabancılaşma hissedebiliyorum. Önceden ait hissettiğim şeylerin bir parçası olmak istemediğimi fark edebiliyorum.  Zaman zaman yeni aidiyetlerin peşine düşmek veya hiçbir şeye ait hissetmeden var olmak daha cazip gelebiliyor ve bu çözülmesi gereken bir sorundan daha çok kişisel  yolculuğumun bir parçası olarak görüyorum. Bu hisler, beni hem güçlendiriyor hem de zorluyor; kim olduğumu, nereden geldiğimi ve nereye gitmek istediğimi anlamak için içsel bir keşif yolculuğuna çıkarıyor. Bu nedenle, bu karmaşık duyguları kabul etmek ve onlarla yüzleşmek, beni daha anlayışlı bir şekilde iç huzura doğru yönlendirdiğine inanıyorum. Ve yazımı canım arkadaşım Canan Önerli’nin çok sevdiğim çizimi ile bitirmek istiyorum :’)

Kapak Fotoğrafı: Canan Önerli 

İlginizi çekebilir: Emre Eminoğlu’dan Aidiyet