Vertigo, Sapık, Arka Pencere, 39 Basamak, Kuşlar ve dahası… Bence daha ilk cümleden kimden bahsettiğimi hepiniz anladınız. Tabii ki de tüm zamanların en iyi yönetmeni: Alfred Hitchcock. Gerilim ve cinayet filmlerinin ustası kabul edilen, çektiği her filmde bizi kendisine daha da hayran bıraktıran dünyanın en ünlü yönetmenini bir sinema öğrencisi olarak sizlere anlatmak boynumun borcudur. 

Alfred Hitchcock
Alfred Hitchcock | Fotoğraf: intofilm.org

Başarılı filmlere imza atmış yönetmenlerin filmlerini daha iyi anlamak için mutlaka onların hayat hikayelerine bakın der hocalarım. Ben de bir İngiliz Sineması ve Alfred Hitchcock filmleri hayranı olarak; gerilimi bu denli iyi bir şekilde izleyiciye yaşatmak nasıl bir başarıdır diye düşündüm ve Alfred Hitchcock’un hayatını mercek altına aldım. 

Alfred Joseph Hitchcock; Birleşik Krallık doğumlu Amerikalı yönetmenimiz, Londra’da ailesinin işlettiği manav dükkanının üstündeki  dairede 3 çocuğun en küçüğü olarak dünyaya gelmiş. Hiçbir zaman kardeşleri ile yakın bir bağa sahip olmadığını, hiç kimseyle doğru düzgün arkadaşlık etmediğini ve hep tek başına bir çocukluk geçirdiğini söyler. Yalnızlık içinde geçen çocukluğunda kendi başına eğlenmenin yollarını bulmuş ve kendiyle arkadaş olmuştur. Henüz 6 yaşındayken tek başına otobüsle Londra turu atar. Eve dönüş vakti geldiğindeyse cebinde parası olmadığı için “tabana kuvvet” der ve yürüyerek eve gelir. Kapıda kendisini karşılayan babası ona hiçbir şey söylemez, yalnızca eline bir zarf tutuşturup bunu mahallenin karakoluna vermesini söyler. Bizim küçüğümüz de babası ona kızmadığı için sevinerek karakola gidip polis memuruna zarfı verir. Bana kalırsa Hitchcock’un hayatı için dönüm noktalarından biri bu andan itibaren olmuştur. Çünkü zarfta yazan şey belki de onun tüm zamanların en iyi gerilim filmi yönetmeni olmasındaki etkiyi yaratan ve hayatı boyunca unutamayacağı anlardan biridir. Babası yazdığı zarfta tam olarak polis memurundan; oğlunun aklı başına gelsin diye onu bir süreliğine hücreye atmasını istemiştir. Babasının bu isteği üzerine daha 6 yaşında kapkaranlık bir hücreye atılan Hitchcock belki de o an hayatının en büyük korkularından birini yaşamıştır. Bu olay kendisinde öyle büyük bir psikolojik etki bırakmıştır ki yıllar sonra verdiği röportajda bile polislere karşı olan korkusunu şu sözlerle ifade etmiştir; “Kanunla ilgili her şeyden o kadar korkardım ki, park cezası alırım diye araba bile süremezdim.”

Ailesinin işlettiği manav dükkanı hiçbir zaman ilgisini çekmez. Onun çok başka hayalleri vardır. Katolik ailesinin kurallarına uygun olarak 11 yaşında sıkı disiplini ve katı kuralları ile bilinen cizvit dil okulu St. İgnatius Koleji’ne başlar. İşte hayatının diğer bir korkulu dönemini de burada yaşar. Okulun katı kurallı rahipleri sert lastikten yapılmış sopalarla ceza almış öğrenciyi baş rahibe yönlendirir ve o çocuk tüm gün cezasının kesileceği saati korkarak bekler. Bu yüzden Hitchcock her zaman fiziksel cezalardan korktuğunu dile getirmiştir.

Gel zaman git zaman derken, 1919 yılında Hollywood’dan Paramount Picture Firması’nın Londra’da stüdyo açması Hitchcock’un hayatının en büyük dönüm noktası olur. Burada sessiz filmler üzerine çalışmaya başlar. Daha sonrasında ise sesin sinemaya gelişiyle, yeni gelişmelere karşı duran birçok meslektaşının aksine o, döneme ayak uydurarak sesi kullandığı ilk filmi “Blackmail”i  çeker. Sonrasında çektiği birçok film ve televizyon programı ile adını tüm dünyaya duyurur. 

 Yalnız geçen çocukluğu, ailesiyle hiçbir zaman yakın bir bağa sahip olamaması ve küçük yaşta yaşadığı büyük korkuları ince ince filmlerine işlemiş bir yönetmen Alfred Hitchcock. Bu yüzdendir ki günümüzdeki kadar kana, vahşete başvurmadan yalnızca siyah beyaz bir filmde bile bize gerilimi bolca yaşatma kabiliyetine sahip. Örneğin; “The Birds”  filmi yayınlandığı dönem gişe rekorları kırar. Hitchcock’un titizlikle üzerinde çalıştığı filmde etkileyicilik adına müzik kullanılmaz ve onun yerine Berlin’de ses alanında uzman kişiler tarafından gerçek kuşların sesleri ve kanat çırpışları filmde yer alır. Filmde yüzlerce kuş ve maketleri kullanılır. Bu yüzden film yayınlandığı dönem birçok insanda kuşlara karşı psikolojik bir etki bırakmış ve insanların çoğu uzunca bir süre kuşlardan korkarak yaşamıştır.

1960 yılında yayınlanan bir diğer bir filmi “Psycho”  kült filmler listesinde çoktan yerini aldı ve çoğunuzun filmin daha adı söylendiği an aklına gelen ikonik “duş sahnesi”nin günümüzde gifleri bile yapıldı. Son olarak; 1948 yılında yayınlanan ilk renkli filmi “Rope” ise tek mekanda plan-sekans olarak çekilen filmlerin en ustası olarak tarihe adını yazdırdı. Kana, tere, gözyaşına insanı bunaltacak derecede başvurmak yerine 80 dakikalık bir filmi tek mekanda izleyiciye hissettirmeden yaptığı kesmelerle ve yalnızca diyaloglardan bile hissedilen gergin havayla bizlere soluksuz izlettirmeyi başardı. Ee boşuna demiyorlar “tüm zamanların en iyi yönetmeni” diye…

                    Kapak Fotoğrafı: auralcrave.com

İlginizi çekebilir: Sine Magger’dan Sinemada Sinema