Dancer in the Dark bir Lars von Trier filmi… Öncelikle şunu söylemeliyim ki, filmin ismi dahi harika. İnsanda doğrudan izleme isteği uyandırıyor. Bu aralar Trier’e takmış durumdayım. Filmleri hep insanlık duygularının en uçlarında dolaşıyor. Kendisini çok yaratıcı ve farklı buluyorum.

Dancer in the Dark | Fotoğraf: letterboxd.com

Dogma 95 ve Lars von Trier

Bugün Dancer in the Dark’ı izledikten sonra biraz araştırma yaptım. Meğersem Trier Dogma 95 isimli bir sinema akımının kurucularındanmış. Dogma 95, French,New Wave akımının burjuvazi filmlerine bir protesto olarak ortaya çıkmış. (PS: French New Wave akımını tanımak için 400 Blows filmi de izlenebilir.)

Dogma 95| Fotoğraf: Vimeo

Akım, adından da anlaşılacağı üzere sinemaya çok katı kurallar getiriyor. Kuralları ilk okuduğumda çok şaşırdım; çünkü bu kurallar öncelikli olarak hiç sürdürülebilir değil ve insanın doğasına da aykırı. Sürdürülebilir olmamasının ve insan doğasına uygun olmamasının sebebi ise; sinemayı özel efekt ve teknolojiden ayırmaya çalışması. Halbuki; her ne kadar öze dönüş, yapaylıktan ve teknolojiden/ekranlardan uzak durmak insana iyi gelse ve gerekli olsa da, teknoloji bize çoğu zaman insanlığımızı unuttursa da; sinema bence teknolojinin en çok kullanılması gereken alanlardan biri. Sonuçta, en primitif filmi çekmek ve yayınlamak için bile kamera, perde vs. gibi araçlara gerek var. Kimse filmi olduğu anda izlemiyor ve o anı seyirciye “olduğu gibi/olacağı gibi” yansıtabilmek için teknolojinin kesinlikle kullanılması gerekiyor.

Tabi ki, teknolojinin eksesif kullanımını protesto etmek sürdürülebilir ve içten bir akım olabilir ancak; yapay ışık kullanmamak, kameranın her daim elde taşınması gibi ilkelerin uzun süre kullanılamayacağı belli. Bu konuyla ilgili olarak internette, “aslında kişisel özgürlüğün sanatta özgürlükle değil, kurallarla sağlandığı” üzerine bir yorum okudum ancak katılmıyorum. Bir sanatçı nasıl film çekmek istiyorsa öyle çekmeli, oyuncu nasıl oynamak istiyorsa öyle oynamalı ve nasıl şarkı söylemek istiyorsa öyle söylemeli. Kural olmamalı. Çünkü bana göre sanat, kuralsızlıktır; kural tanımamaktır. Konfor alanından çıkmak, hayal gücünün ilerisine uzanmaktır. Kurallar nasıl olursa olsunlar, insanı kısıtlar zira onların amacı budur.

Lars von Trier | Fotoğraf: Ian Langsdon

Nitekim; Trier de zaten bunları anlamış olacak ki; Dogma 95’in kurallarıyla pek de bağlı kalmamış. Hatta yakın zamanda izlediğim Melancholia isimli filminde teknolojinin nimetlerinden sonuna kadar faydalanmış. Genel olarak akım biraz havada kalmış diyebiliriz bence.

İkinci olarak şunu da söylemek istiyorum; Ekşi Sözlük’te, filmde kameranın sürekli hareket etmesinin “motion sickness“a (kamera hareketlerinin neden olduğu mide bulantısı) sebep olduğuyla ilgili yorumlar gördüm. Hayret, ben kameranın hareket ettiğini fark etmemiştim bile. Mesela çok sevdiğim bir diğer yönetmen Gaspar Noe, kamerayı resmen “agresif” bir şekilde kullanır. Yani, onun filmlerini izlerken gerçekten başınız döner. Kamera inanılmaz bir hızla uzun sahneler boyunca hareket eder. Açıkçası, Trier’in kamerayı elde kullanımının izleyiciye rahatsızlık verebilecek boyutta olduğunu düşünmüyorum.

Dancer In The Dark

Karakterler Üzerine

Filme dönecek olursak, çekim yöntemlerinin daha pek gelişmediği, günümüzdeki filmlerden çok daha sade, yalın ve daha da önemlisi de filmi oyuncuların oyunculuklarının götürdüğü bir film izlemek pek hoşuma gitti. Özellikle Björk inanılmaz oynamış karakterini. Filmi izlerken Selma’yı sonuna kadar hissettim diyebilirim.

Björk – Dancer in the Dark | Fotoğraf: cassavafilms.com/

Dancer in the Dark’ın ilk ana teması; bir annenin çocuğuna duyduğu sonsuz ve koşulsuz sevgi. Bu öyle bir sevgi ki bir anneyi gözünü dahi kırpmadan darağacına götürebilir. Kısaca filmden bahsetmek gerekirse; Selma Çekoslavakya’dan ABD’ye göçmüş; genetik bir göz hastalığı olan ve gün geçtikçe görüş yeteneğini yitiren, aynı rahatsızlığın çocuğunun da başına geleceğini bilen, bir fabrikada mavi yakalı bir işçi olarak çalışan ve aynı zamanda müzikal aşığı bir kadındır. Adeta acımasız dünyada saflığın ve temizliğin vücut bulmuş halidir. Ancak Selma aynı zamanda her iyiliğin içinde kötülük de olabileceğini ve en saf, en temiz insanın bile karşı koyamayacağı bir “yumuşak karnı” olduğunu ve bunlardan en kuvvetlisinin de evlat sevgisi olduğunun kanlı canlı kanıtıdır. Film boyunca bir karıncayı bile incitemeyecek bir yumuşaklıkta ama bir yandan da çok güçlü ve içine bir şeyleri gömmüş olan bir kadın olarak çizilmiştir.

Selma’nın çocuğu Gene de kendisi ile aynı kaderi paylaşmaktadır. O da zamanla kör olacaktır; ancak haberi yoktur. Selma da gizliden gizliye, gecesini gündüzüne katarak çocuğunun kör olmasını engellemek adına olması gereken ameliyat için para biriktirmektedir ve bu hedefine kitlenmiş durumdadır. Sonuçta zaten, bu ameliyat için anavatanını bırakmış ve umudu bulmaya ABD’ye gelmiştir. Selma, hedefine öylesine kilitlenmiştir ki, kendisini sırılsıklam aşık olan Jeff için bile vakti yoktur. Öylesine odaklanmıştır ki; çocuğuna doğum gününde dahi hediye almamaktadır ve 10 sentine kadar kazandığı paranın hepsini biriktirmektedir. Yalnız savaşmaktadır.

Selma | Fotoğraf: Film Hafızası

Bir yanda böyle “asil” bir amacı olan Selma varken; diğer yanda da Selma’nın ev sahipleri Bill ve Linda var. Bill’in hayat amacı Linda’nın ihtiyaçlarını karşılamak iken Linda’nın hayat amacı lüks ve paradır. Bill varını yoğunu Linda’nın lüks düşkünlüğü için harcamaktadır. Yani filmde, Selma karakterinin yanında Bill ve Linda taban tabana zıt iki hayat ve karakter karşılaştırılmaktadır (juxtaposition). Linda’nın paraya düşkünlüğü ve Bill’in Linda’ya düşkünlüğü; Selma’nın asil amacının karşısında daha da sivrilmektedir. Toplumun farklı kesimlerinin durumları ve ihtiyaçları karşı karşıya getirilmektedir.

Filmin can alıcı noktasına gelirsek; Selma’nın bir noktadan sonra gözleri görmemeye ve Bill de Linda’nın isteklerini karşılayamamaya ve borca batmaya başlar. Bu ana kadar; birbirine sırdaş olan, destek olan iki insanının menfaatleri çatışacaktır. Daha doğrusu, tek taraflı olarak; Gene’e daha önce bisiklet alan, Selma işteyken onunla ilgilenen Bill’in menfaatleri Selma’nın hayatına bıçak gibi girecektir. Film ilerlerken insanların “amaçları” için ne kadar alçalabileceğinin, herkesin bencil olduğunun ve aslında “saf iyi” diye bir şey olmadığını görürüz.

Dancer in the Dark | Fotoğraf: Filmloverss

(Yazının bu bölümden sonrasını, spoiler içerdiğinden, filmi izledikten sonra okumanızı tavsiye ediyoruz.) Bana göre sinema tarihinin ikonik sahneleri arasına girebilecek sahne ise Selma’nın Bill ile yüzleştiği sahnedir. Bill, Selma’dan çaldığı ve Selma’nın canla başla, günlerce belki yıllarca didinerek kazandığı parayı ona geri vermek istemez? İnanabiliyor musunuz? Üstelik ne uğruna? Bill öyle küçük bir insandır ki, öyle korkaktır ki karısına onun isteklerinin artık karşılayamadığını, parasının olmadığını ve borca battığını söyleyemez; bunları söylemek yerine ölmeyi tercih eder. Öyle kötü bir alışkanlık/bağımlılıktır ki karısına karşı duyduğu, Selma’yı kendi kazandığı parayı geri alabilmek için bir seçim yapmak zorunda bırakır. Beni öldürmeden parayı alamazsın der ona ve bizler seyirci olarak bu anda ondan gerçek anlamda tiksiniriz. Bill’in o zavallı, iğrenç karakteri, yalanları ve bizim saf ve temiz Selma’mızı bu duruma sokması midemizi bulandırır. Öyle bulandırır ki; biz Selma’nın her ne koşulda olursa olsun bir insanın canını aldığını fark etmeyiz bile.

Filmin Sorguladığı Ahlaki İkilem Üzerine

Bir adamın canına karşılık, bir kadının alın teri ve bir çocuğun gözleri… Teraziye koyduğunuzda hangisi ağır gelir? Bir kişinin kötü niyetli olması, kötü şeyler yapması onu öldürmeyi haklı kılar mı? Selma’nın yaptığı meşru müdafaa olarak değerlendirilebilir mi? Zira hukuk bile belirli koşullar altında, meşru müdafaa nezdinde bir kişiyi öldüren diğer kişi için ceza öngörmez. Machiavellist miyiz? Amaca giden yolda her araç mübah mıdır? Tabii burada iki farklı bakış açısı gündeme gelecektir. Bunları “categorical moral thinking” (kategorik ahlaki düşünme biçimi) ve “consequentialist moral thinking” (sonuca dayalı ahlaki düşünme biçimi) olarak özetleyebiliriz.

Dancer in the Dark | Fotoğraf: filmhafizasi.com

Categorical moral thinking– yani kategorik ahlaki bakış açısı diyebiliriz- bazı durumların kategorik olarak doğru ya da yanlış olduğunu iddia eder. Yani, burada sonuç önemli değildir; bazı şeyler kötü bir sonuç getirse dahi iyi olarak nitelendirilebilir. Bu bağlamda; Selma’nın Bill’i öldürmesi, kategorik olarak doğru olabilir. Zira, seyirci olarak biz bile Bill’e acımayız. Selma onu bir an önce öldürsün isteriz çünkü kategorik olarak Bill’in yaptıkları yanlış ve Selma’nınkiler doğrudur.

İkinci bakış açısı consequentialist moral thinking– yani sonuca dayalı ahlaki bakış açısı- için ne olursa olsun sonuç önemlidir. Birisi öldü mü, öldü. Neden nasıl diye sormaya gerek yok. Consequentialist moral thinking bu olaya özgü olarak humanist bakış açısıyla paralel bir düşünme süreci getirecektir. Çünkü aslında, en son Serdar Kuzuloğlu’nun podcastinden de öğrendiğim kadar, hümanizm esasen, bizim düşündüğümüz kadar masum değildir. Hümanizm de insanı -ve sadece insanı- her şeyin önüne koyar. Bu bakış açısıyla yaklaşıldığında ne olursa olsun hiçbir şeyin bir insanın canını almaya değmeyeceğini savunan bir kesim de olacaktır.

Bill | Fotoğraf: Pinterest

Burada bir de Leviathan teması var tabi. Bill’in bir polis, bir kamu görevlisi olması ve bir noktada gerçekten ve metaforik olarak devletin kendi eliyle vatandaşına ya da sınırları içerisinde yaşayan bireylere zarar vermesi. Sonuçta, polis memuru demek devletin bir uzvu, devletin insanda tecellisi demek. Devleti temsil eden bir insanın daha ahlaklı olması gerekmez mi?

Bill’in durumu bir yandan da bir kapitalizm eleştirisidir. Nitekim bu film boyunca açıkça dile getirilir de. Öncelikle, Selma Çekoslavakya’dan gelmektedir. Sosyalizm ve komünizmin, Dünya Savaşlarının en ağır biçimde yaşandığı, en çok iz bıraktığı ülkelerden biri. Ve karakterimiz oradan adeta “American Dream” gibi umudun peşinde Amerika’ya gelir. Üstelik onun umudu para, iş ya da ünlü olmak değildir; onun umudu sağlıktır, şifadır. Kendisini düşünmez; ne kendi hayatını ne de kendi gözlerini. Sadece oğlunu düşünür. Zaten filmde de ona sorarlar neden buraya geldin ki, Çekoslavakya burdan daha iyidir diye.

Burada, yine benim hakkında çok düşündüğüm konular ortaya çıkıyor; insan devleti yaşatmak için yaşar. Hatta maalesef: “İnsanı yaşat ki; devlet yaşasın.” diye bir söz dahi vardır. Burada eleştiri bir bireyin sağlık gibi temel bir ihtiyaca ulaşabilmesi için bunları yaşamak durumunda kalması. Yani canla başla çalışması, didinmesi ancak büyük balığın gelip, üretimini elinden alması. Güç eline geçen herkes zalimleşir. Yozlaşmış toplumlarda ve kapitalist sistemde görülen, Şirket’in ve çarkların dönmesi için çalışmak, senin emeğinden başkasının faydalanması ve ürettiklerinin ürettikçe elinden alınması konuları gün yüzüne çıkar. Büyük balık için yaşamak, devletin fonksiyonlarını yerine getirememesi, yozlaşmak, çarktaki küçük dişli olmak ve sistemin ağırlığı altında ezilmek…

Dancer in the Dark | Fotoğraf: tasteofcinema.com

Selma seçimini yaptıktan sonra hikaye çözülür adeta. Son bellidir; devletin yaşaması için vatandaşın ölmesi gerekir. Her zaman bir bedel ödenir ve bu bedeli her zaman ezilenler öder. Selma bu noktadan darağacına kadar çok huzurludur aslında. O kadar huzurludur ki; insanı çıldırtır. Mahkemede olanları anlatmaz; hatta kimseye anlatmaz olanları. Üstüne üstlük Bill’in sırrına da sadık kalır. Amacına ulaşmıştır çünkü ve başka hiçbir şeyin bir önemi yoktur. Tabii seyirci olarak biz, Selma’nın gerçekleri anlatması için delirir, Anlat! Anlat! Anlat! diye bağırırız ekrana. Anlat ki kurtul. Hepimiz Selma’nın bir insanın canını aldığını unuturuz. 

Kimse anlamaz Selma’yı. En yakın arkadaşı Kathy ameliyat parasıyla avukat tutmak ister. Orda Selma ona cevabı verir: “Gene’in bir anneye değil; gören gözlere ihtiyacı var.”Filmin sevdiğim sahnelerden bir diğeri ise; Jeff’in Selma’ya çocuğunun da aynı hastalığa sahip olacağını bile bile onu neden doğurduğunu sorma anı. Selma der ki: “Sadece bir bebeği kollarımda tutmak istedim.” Bu yanıt da yine zihnimizde pek çok soruyu doğurur. Peki o zaman, hepimiz bencil miyiz yani? Yalnızca bir çocuğa sahip olmak, yalnızca bir bebeği kollarında tutabilmek için, onun da genetik bir hastalığa sahip olacağını bile bile onu doğurmak? Bu bencillik midir?

Sonra Selma’yı darağacına yürürken ilk defa korkmuş bir halde görür ve ağlamaya başlarız. Çünkü bir katil görmeyiz, çocuğu uğruna canını veren bir anne görürüz. Çocuğunu gözsüz değil, annesiz bırakmaya hazır bir anne… Selma’nın darağacındaki korkusunu iliklerimize kadar hissederiz. Selma tüm bu korkuların arasında, ölmeden hemen önce tek hayat amacının gerçekleştiğini, Gene’in iyileştiğini öğrenir ve huzurla ölür. Filmin kapanışı ise finallerden nefret eden Selma için yazılmıştır. Bu son şarkımız değil ancak biz son şarkımız olmasını istersek son şarkımız olur.

O halde belki de filmin ardından aklımızda kalan en kesin soru şu: Şartlar iyi kalpli insanları kötü şeyler yapmaya mecbur bırakabilir mi yoksa hepimiz içimizde bir yerlerde bir parça da olsa kötülük barındırır mıyız?

Kapak Fotoğrafı: filmloverss.com

İlginizi çekebilir: Algadon’dan Pieta