Geçtiğimiz son 10 sene içerisinde korku sinemasına olan talep ve ilgi bir hayli artmış durumda. Özellikle Ari Aster, Robert Eggers ve  son olarak bu sene ilk uzun metrajlı filmi olan Saint Maud ile kendisinden sıkça söz ettiren Rose Glass bu yeniden yapılanan korku janrının temel taşları konumunda. Fakat bu durum her zaman böyle değildi. Tür, altın çağını çoktan geçmiş, uzunca bir süre kendini tekrar eden, sıkıcılaşmış ve klişelerde boğulan bir konumdayken nasıl tekrardan festivallerin gözdesi oldu, gelin bir bakalım. 

Korku Sineması

Bilinen İlk Korku Filmi : Le Manoir Du Diable

Le Manoir Du Diable, 1896, Yönetmen: Georges Méliès) | Fotoğraf: IMDB

İnsanların korkacağını bile bile, gece uyuyamama pahasına oturup baştan sona filmler izlemesi bana çok enteresan geliyor. İşin daha da tuhaf kısmı benim de bu insanlardan biri olmam. Hatta öyle ki kendimi büyük bir korku hayranı olarak sayabilirim. Bu durum da beni türün ilk örneklerine doğru büyük bir merak duymaya itiyor. 1896 yapımı olan ve ilk büyük yönetmen olarak sayabileceğimiz Georges Méliès’in yönettiği Le Manoir Du Diable muhtemelen en büyük korkuya sebebiyet vermiş film olabilir. Bir düşünün; 20. yüzyılın sonlarındayız, birçoğumuz daha önce sinemaya bile gitmemiş. İlk gidişimizde ise büyük bir ekranda hayaletler ve iblisler kol geziyor. Büyük bir ihtimalle çoğunluğumuz oradan koşarak kaçar ve ömrümüz boyunca unutamayacağımız bir travma sahibi olmuş olurduk. 

Alman Dışavurumculuğu

Häxan 1922, Yönetmen: Benjamin Christinsen | Fotoğraf: silentfilm.org

1920’lerden 1940’lara kadar olan süreçte yayınlanmış olan birçok korku filmini modern korkunun temeli olarak sayabiliriz. Fakat hem yenilikçi yapıları hem de bu filmlere olan kişisel sempatim nedeniyle Nosferatu, Häxan ve Vampyr filmlerinden bahsetmek istiyorum. Nosferatu benim gözümde sinema tarihinin en ikonik vampir korkularından biri. Film Bram Stoker’ın Dracula’sının gayriresmi bir uyarlaması. Öyle ki Max Schreck’in canlandırdığı Kont Orlok karakteri, popüler kültürün büyük bir parçasına evrilmiş. Hatta Spongebob Squarepants‘de bile karşımıza çıkmasıyla artık bir korku öğesi olmaktan çok uzaklaşan bir karakter. 1922 yapımı olan ve F.W Murnau’nun yönettiği bu Alman korkusu hâlen birçok korku yönetmeni tarafından bir ilham kaynağı olarak görülüyor ve tahminimce uzun bir süre daha janrın üzerindeki etkisini koruyacak. 

Häxan ise bu listedeki kişisel favorim. Aslında bir belgesel niteliği taşıyan yapıt aynı Nosferatu gibi 1922 yapımı bir Alman filmi. Yönetmen koltuğunda Benjamin Christensen’in oturduğu film, Ortaçağ Avrupası’nda cadılık, okültizm ve büyücülük üzerine odaklanıyor. Döneminin teknolojisi ve prodüksiyonuna göre teknik anlamda ileri seviyede ve “arthouse”(bu terimi kullanmayı hiç sevmem ama bir alternatifi yok maalesef) anlayışıyla çekilmiş ilk korku filmi olma özelliğini taşıyor. Bunun yanında bilinenin aksine dini öğelerin korkuya ilk yansıması The Exorcist filminde değil, Häxan‘da gerçekleşiyor. Özellikle janrın günümüzde karşımıza çıkan örneklerinde dini elementlerin ne kadar sık kullanıldığını düşünürsek Häxan gerçekten de çok önemli bir eser.

Vampyr de bahsettiğimiz diğer iki film gibi bir Alman yapımı. 1932 senesinde yayınlanmış olan filmin yönetmen koltuğunda ise hemen hemen tüm “En İyi Filmler” listesinde adını görebileceğimiz, The Passion Of Joan Of Arc‘ın yönetmeni Carl Theodor Dreyer oturuyor. Vampyr‘in tarihi anlamdaki önemi ise ilk atmosferik korku filmi olma özelliğini taşıması. Bütün bu filmlerin ortak özelliği ise Alman dışavurumculuğun önemli örnekleri olması. 1. Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkilerini derinden yaşayan Almanya’da, 1920’lerde popülerliğinin zirvesine ulaşmış bu akım, absürt kamera açılarına, savurgan bütçelere ve detaylıca hazırlanmış dekorlara sahip. Radikal bir biçimde gerçekçilik karşıtı olan bu akım her ne kadar uzun süre popülaritesini koruyamasa da etkisi modern sinema üzerinde hâlen hissedilebilir. Öyle ki bu akımın etkisinin en yoğun bir biçimde gözlemlenebileceği yönetmenler arasında Alfred Hitchcock, Ridley Scott ve Tim Burton’ı sayabiliriz.

Modern Korkunun Arketipleri

Onibaba, 1964, Yönetmen: Kanetho Shindô | Fotoğraf: flipscreened.com

Her ne kadar ana akım sinemada süksesini 1980’lerde yapmış olsa da, 1960’ların başından itibaren janrın belli arketiplerinin yerleşmeye başladığını söyleyebilirim. Tabii ki burada akla gelen ilk isim Alfred Hitchcock. Hitchcock’un sinema tarihindeki yerini yalnızca tek bir tür ile anmak yanlış olsa da belki de hâlâ en çok konuşulan üç eseri bu türe ait. Bu eserler; Psycho (1960), The Birds (1963) ve Frenzy (1972). Psycho‘nun “slasher” olarak nitelenen türün köklerini oluşturması, The Birds‘ün doğal ve Frenzy‘nin ise psikolojik korkunun temelleri hâline gelmesi oldukça kıymetli. Ancak Hitchcock’un türe kazandırdıkları arketiplerin ötesinde. Öyle ki 1960 tarihli Psycho filmine kadar korku, ikinci sınıf bir janr olarak görülüyordu. Film, bu değişimin salt unsuru olmasa da kesinlikle ete kemiğe bürünmüş hâli. Ancak, Hitchcock’u bir tür ile anmak ne kadar yanlışsa türün temellerinden bahsederken sadece ondan bahsetmek de bir o kadar yanlış.

Georges Franju’nun yönettiği 1960 tarihli Les Yeux Sans Visage yani Yüzü Olmayan Gözler filmi ile modern korkunun sevilen filmleri arasında parallelik çizilebilir. Eserin “jumpscare” denilen ani ses ve görüntü ile korkutmak yerine yarattığı atmosfer ve hikâyesinin gizemi ile bunu yaptığını görüyoruz. Modern korku da artık bu “jumpscare” denilen klişe ve bayağı yöntemden uzaklaşarak benzer metodları uyguluyor. Avrupa merkezci olmamak adına 1964 senesinde yayınlanmış ve Kanetho Shindô’nun yönettiği Onibaba filminin de benzer açılardan modern korkuya olan etkisinden bahsetmek isterim. Film salt anlamda atmosferik korkunun ilk örneği olmakla beraber utanç ve suçluluk gibi konuları doğa üstü öğelerle beraber işliyor, keza bu da günümüzde janrın örneklerinde sıklıkla karşılaştığımız bir olgu. 

Korkunun Altın Çağı

Suspiria, 1977, Yönetmen: Dario Argento | Fotoğraf: Pinterest.com

Tahmin edeceğiniz üzere belli başlı kalıplar, unsurlar ve elementler oturduğu zaman, korku türü nicelik açısından olmasa bile nitelik açısından en verimli ve en dikkat çekici dönemine giriyor. Bu “altın çağı” başlatan eser olarak ise The Exorcist‘i sayabiliriz. 1973 yapımı olan ve William Freidkin’in yönettiği film, dönemine göre epeyce cesur ve sıra dışı. Dini öğeleri kullanmaktan çekinmeyen film ayrıca izleyicinin sinirlerini gerecek derecede yoğun ve rahatsız edici. Her ne kadar yönetmen filmi korkudan çok “dini gizem” türünde saysa da, filmin janr tarihindeki önemi ve kültleşmiş bazı sahneleri sayesinde türün hayranları pek de bu açıklamayı umursamıyor gibi.

Cesur ve rahatsız edici örneklerden bahsederken 1974 yapımı Texas Chainsaw Massacre filminden söz etmemek olmaz. Yönetmen koltuğunda Tobe Hopper’ın oturduğu film bağımsız korku sinemasının en erken ürünlerinden bir tanesi. Film her yönüyle dehşet verici, mide kaldıran ve sinir hoplatan türden. Eser her ne kadar 47 sene önce piyasaya sürülmüş olsa da bugün izlesek dahi uyku kaçıracak cinsten. Benim kişisel favorilerimden olan Suspiria ise bir korku filminin sadece “korkutma”ya yönelik olmadığından ve görsel anlamda da izleyiciyi besleyebilecek bir tür olduğunun kanıtı niteliğinde. 1977 senesinde Dario Argento’nun yönettiği film hem korku severlerin hem de genel anlamda sinemadan zevk alan herkesin beğenebileceği bir film. Günümüzde korku türünde eserler veren yönetmenler hâlen Suspiria‘yı bir mihenk taşı olarak göstermekte. Bahsettiğim bu altın çağdan bahsederken ismini belirtmeden geçmek istemediğim filmler var, bunlar; Halloween (1978, John Carpenter), Shining (1980, Stanley Kubrick), Friday The 13th (1980, Sean S. Cunningham), Possession (1981, Andrzej Zulawski), Videdrome (1983, David Cronenberg), A Nightmare On Elm Street (1984, Wes Craven) ve daha nicesi.

Korkunun Korkunç Düşüşü 

The Blair Witch Project, 1999, Yönetmen: Eduardo Sanchez, Daniel Myrick | Fotoğraf: Pinterest

1990’lar ve 2000’lerde The Blair Witch Project, Silence of The Lambs ve Ringu gibi öncü ve kıymetli filmler görmüş olsak da bu dönemde türde yaşanan nitelik kaybını fark etmemek mümkün değil. En azından ana akım sinemada gözlemlenen etki bu şekilde. Tabii ki yirmi senelik bir süreçte yayınlanan bütün filmler için “kötü” veya “iyi” demek mümkün değil fakat öncesinde bahsettiğim arketipler, elementler ve unsurlar filmlerin iskeletlerini oluşturmaktan öte salt öğeleri haline gelmiş durumdaydı. Örnek vermem gerekirse bu döneme baktığımızda The Exorcist‘ten temel farkı yalnızca kullanılan modern çekim teknikleri olan onlarca film görebiliriz. Ya da türe ait bir film serisinin tekrar edilerek 8-9 filme kadar uzatıldığını. Burada yapılan bir yakınma veya şikayet değil, sadece bir gözlem. Hemen hemen her “niş” sayılabilecek janrın belli dönemlerde daha kaliteli belli dönemler de ise daha düşük kalitede ürün verdiğini gözlemleyebiliriz. Burada bir makamı, kişiyi veya güruhu değil sadece zamanın ruhunu suçlayabiliriz. 

Yeniden Doğuş 

Midsommar, 2019, Yönetmen: Ari Aster | Fotoğraf: karanliksinema.com

Tarih birçok yerde olduğu gibi korku sineması için de tekerrür ediyor. Yine uzun bir zaman B sınıfı sinema muamelesi gören ve bu muameleyi de dürüst olmak gerekirse ilgili dönem içinde hak eden tür, 2010’lardan itibaren hem seyirci hem kritikler hem de festivallerce tekrardan benimseniyor. Burada ilk olarak belirtmem gereken kurum bir stüdyo ve yapım şirketi olan A24. Her ne kadar belli açılardan eleştiri alsa da, korku izleyicisi için bir kurtarıcı konumunda. A24; Robert Eggers, Ari Aster, Dennis Villeneuve ve son olarak bu sene ilk filmini yayınlayan Rose Glass gibi yönetmenlerle buluşturuyor. Türün tekrar ait olduğu yere dönmesi eminim benim gibi birçok korkuseverin uzun zamandır hayalini kurduğu bir değişimdi. Bu sebeple janrın bir hayranı değilseniz bile bahsettiğim yeni dönem yönetmenlerinden herhangi birine göz atmanızı tavsiye eder şimdiden iyi seyirler dilerim!

Kapak Fotoğrafı: Pinterest.com

İlginizi çekebilir: Sine Magger’dan Korku Dizileri