Yaptığı resimlerle sürrealizm akımının en önemli ressamlarından biri olan ve her ne kadar ‘yaptığım resimlerin bir anlamı yoktur’ dese de resimlerinde felsefi bir altyapı barındıran René Magritte‘in hayatına ve eserlerinin altında yatan anlamlara gelin beraber daha detaylıca bakalım.

 René Magritte
René Magritte | Fotoğraf: gettyimages.com

Ünlü sürrealist ressam René Magritte ya da tam adıyla René François Ghislain Magritte 21 Kasım 1898 yılında Belçika, Lessines’te dünyaya gelmiştir. 20. Yüzyılın en önemli sürrealist ressamlarından biri olan Magritte, her ne kadar varlıklı bir aileye sahip olsa da çocukluğu pek kolay geçmiştir diyemeyiz. Rene Magritte’in annesi 1912 yılında Sambre Nehrine atlayarak intihar etmiş ve Magritte, annesinin sudan çıkarılışına tanık olmuştur. Bazı sanat eleştirmenleri Magritte’in eserlerinde bu olayın izlerini bulmanın mümkün olduğunu düşünse de Magritte bu yorumunu onaylamamış hatta kendi resimlerini şu cümle ile yorumlamıştır; ‘Benim resimlerim hiçbir şey anlatmayan görsel imgelerdir. Akla gizemi getirirler. Doğrusunu isterseniz, benim resimlerimi gören biri kendi kendine şu basit soruyu sorar: ‘Bunun anlamı ne?’ O resmin bir anlamı yoktur. Çünkü zaten gizem de aslında hiçbir şeydir, bilinmeyendir.’

theMagger Banner

Küçük yaştan beri resim sanatına ilgi duyan Magritte, 1916 yılında Brüksel’deki Güzel Sanatlar Akademisi’ne (Académie Royale des Beaux-Arts) başlayip, buradaki öğretimine 1918 yılında son vermiştir. Biz Magritte’i sürrealizm akımının en önemli ressamlarından biri olarak tanısak bile özellikle 1920’li yılların başlarına kadar sanatında Kübizm akımının izlerini görmek mümkündür.

1922 yıllında Georgette Berger ile evlenen Magritte, geçimini sağlayabilmek için bir süre duvar kağıdı fabrikasında çalışmış olsa da bu durum resim ile arasına girmemiş ve resim sanatında kendini geliştirmeye devam etmiştir. Magritte, kübizm, sembolizm gibi akımları temel alarak birtakım resimler yapmış olsa bile gerçeküstücülük (sürrealizm) akımının en keyif aldığı akım olduğunu düşünmeye başlamış ve sürrealizme doğru bir sanat çizgisi oluşturmaya başlamıştır. İlk sürrealist tablolarını ise 1925-1926 yıllarında yapmıştır. Bu tabloların adı Kayıp Jokey (The Lost Jockey) ve Tehdit Altındaki Suikastçı (the Menaced Assassin) ‘dır.

the Menaced Assassin
the Menaced Assassin | Fotoğraf: renemagritte.org

Peki Nedir Bu Sürrealizm Akımı?

20. yüzyılda André Breton’un öncülüğünde Avrupa’da ortaya çıkan bir akım olan Sürrealizm, temelini Freud’un psikanaliz çalışmalarından almıştır diyebiliriz. Freud’a göre insanın bilinç halinde fark edemediği duygularının, düşüncelerinin, arzularının hatta anılarının depolandığı bir alan olan tanımlanabilir. Bilinçaltında depolanan tüm bu bileşenler, biz farkında olmadan davranışlarımızı, tercihlerimizi ve kimliğimizi etkiler. İşte sürrealizm akımı da bu fikirden yola çıkarak, bilinç yerine bilinçaltına ulaşmayı ve bilinçaltını dış dünyaya yansıtmayı hedefler.

theMagger Banner
Philosopher’s Lamp, René Magritte
Philosopher’s Lamp, René Magritte | Fotoğraf: auralcrave.com

Sürrealizm akımı yani diğer adıyla gerçeküstücülük, André Breton’un 1924 yılında Birinci Sürrealist Manifesto’yu yayınlanmasıyla da varlığını adeta sanat ve edebiyat dünyasına duyurur. Sürrealizmin temellerinin atılmasında rol sahibi olan tek kavram Freud’un psikanalizi değildir. Dada Hareketi de Sürrealizm akımının gelişmesinde önemli bir etkendir. I. Dünya Savaşı’nın bitimine doğru ortaya çıkan çıkan dadaizm, kalıplaşan ve alışılan tüm sanat, edebiyat, toplum şekillerini ve tabularını yıkmak isteyen, protestocu bir eylemdir.

Temelini dadaizmden alan sürrealizm akımı tıpkı dadaizmde olduğu gibi kurallardan, tabulardan ve estetik kaygıdan uzaklaşıp, insan zihninde bilinmeyeni ortaya çıkarmayı hedeflemiştir. Fakat dadaizm gibi yıkıcı ve protestocu bir akım değildir; tam tersine sanatın bilinç ile bilinçaltını birleştiren bir parçasıdır. André Breton 1924 yılında yayımladığı manifestoda sürrealizmi: “Estetik veya ahlaki kaygılardan arınmış olarak, mantık tarafından uygulanan hiçbir kontrolün geçerli olmadığı, düşüncenin kendini ortaya koyduğu bir düzlem” olarak tanımlamaktadır.

Sürrealistler Arasında René Magritte

Sürrealizmden kısaca bahsettikten sonra René Magritte’nin sanat yolculuğundan bahsetmeye devam edebiliriz. Gerçeklik algısını yeniden yaratan ressamımız René Magritte ilk solo sergisini 1927 yılında Brüksel’de bir galeride (Galerie Le Centaure) açmıştır. Fakat sergi konusunda her şey istediği gibi gitmemiştir. Eleştirmenlerin sergi hakkında olumlu söylemlerde bulunmamaları, Magritte’i rahatsız edip, onu depresif bir ruh haline sürüklemiştir. Tüm bu olayların ardından Paris’e taşınmaya karar veren Magritte, 1927 yılında bu isteğini gerçekleştirmiş ve böylece fransız sürrealist grubuna daha yakın olma şansı yakalamıştır. Hatta sürrealizm akımının kurucusu olarak kabul edilen Andre Breton ile tanışıp, arkadaş olmuştur.

Pariste bulunduğu yıllar Magritte’nin sanat çizgisinin şekillenmesi ve gelişmesi açısından önemli yıllardır. “La Revolution Surréaliste” adlı dergide “Les mots et les images” (“kelimeler ve imgeler”) adlı denemesini yayımlanması, sürrealizm akımında artık adının duyulduğuna kanıt niteliği taşımaktadır diyebiliriz. Tüm bu gelişmelere rağmen Magritte’i, diğer sürrealist ressamlardan ayıran bazı konular vardır.

Andre Breton önderliğinde gelişen sürrealizm akımı, akılcı düşünceye karşı çıkarak tamamen bilinçaltının özgürce dışa vurumunu hedeflemiştir. Fakat Magritte ‘in anlayışı biraz farklıdır. Magritte, akılcı düşünceyi tamamen reddetmemiş, hatta Hegel, Martin Heidegger, Jean Paul Sartre ve Michel Foucault gibi filozofların yazılarını yakından takip etmiştir. Özellikle Foucault’un “Kelimeler ve Şeyler’ adlı yapıtından etkilenip, Foucault’nun yapıtında sunduğu düşünceyi temel alan bir takım eserler üretmiştir. Onunla ile ilgili okuduğum birçok kaynakta Magritte’i sürrealizm akımının filozofu olarak betimlemelerine şaşırmak gerek diye düşünüyorum. Şimdi size bu benzetmeyi daha iyi açıklayabilmek için Magritte’nin eserlerinden ve eserlerinin alt metninden biraz bahsetmek istiyorum.

Rene Magritte’in Sanatı ve Eserlerinin Yorumlanması

Rene Magritte, resmedilen nesne görünüm olarak gerçeğine ne kadar benzerse benzesin asla nesnenin kendisine yaklaşamayacağını savunmuştur. Eserlerinde imge ve gerçeklik arasındaki bağlantıyı inceleyen Magritte, gizem ve merak duygusuna önem vermiş ve insanları sorgulamaya itmeye çalışmıştır. Bu durumu da şu şekilde belirtmiştir: İnsanlar bir takım nesneleri hiçbir simgesel anlam aramadan rahatlıkla kullanabiliyorlar, ama iş resimlere bakmaya geldiğinde aynı nesnelere nasıl bakacaklarını bilemiyorlar. Resmin karşısından ne düşünmeleri gerektiğini bilmedikleri için yaşadıkları bu ikircikli halden çıkabilmek, onları belirli anlamlar aramaya itiyor… Yaslanacakları bir şey olsun istiyorlar, rahatlamak istiyorlar. O boşluk duygusundan kurtulabilmek için tutunabilecekleri güvenli bir dal bulmaya çalışıyorlar.”  Bu düşünce yapısının anlaşılabileceği en iyi eserlerinden biri dil, gerçeklik ve imge arasındaki ilişkiyi incelediği “İmgelerin İhaneti” (La trahison des images) adını verdiği tablosu olabilir.

theMagger Banner
İmgelerin İhaneti ( La trahison des images)
İmgelerin İhaneti ( La trahison des images) | Fotoğraf: Pinterest

Tabloda ne görüyorsunuz diye bir soru sorulsa yüksek ihtimalle verilecek cevap pipo olur. Peki gerçekten tabloda gördüğümüz şey pipo mu? Magritte’e göre çizilen resim her ne kadar gerçek bir pipoya benzese de bir pipo değil. Sadece gerçek bir piponun ‘temsilidir’. Çünkü resimdeki piponun içini tütün ile doldurup, yakamayız ve içemeyiz. Bu durumda tablodaki çizime pipo diyemiyiz. Zaten resmin tam altına bakınca fransızca yazan ‘Bu bir pipo değildir’ (Ceci n’est pas une pipe) cümlesi görünmektedir. Magritte birçok eleştiriye neden olan tablosunu şu cümleler ile açıklamıştır: “Şu pipo için bana ne çok soru soruldu. Siz benim tablomdaki pipomu doldurabilir misiniz? Yapamazsınız, değil mi? O sadece bir röprezantasyon (temsil). Eğer tablomun altına “Bu bir pipodur” diye yazsaydım, size yalan söylemiş olurdum..

Sürrealist eserler arasında ikonik hale gelen bu çalışma, Michel Foucault’nun da dikkatini çekmiş ve Foucault 1973 yılında imge ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi dil felsefesi ile açıkladığı “Bu Bir Pipo Değildir” adlı kitabı yazmıştır. Kitabında yer verdiği şu cümle ile konuya Magritte’in üstünde durduğu düşünceye ne kadar yakın bir anlayış ile yaklaştığını anlayabiliriz:Ne dil, ne resim, birbirinin terimlerine indirgenebilir. (…) gördüğümüzü söylememiz boşunadır çünkü gördüğümüz, söylediğimizin içine hiçbir zaman yerleşmiş değildir.”

Dil ile imge arasındaki ilişkiyi incelediği bir diğer eseri de “Düşlerin Anahtarı” (The Key To Dream). Daha detaylı anlatabilmek için Ahmet Cüneyt Gültekin’in “Michel Foucault’nun Magritte Yorumu ve Sözcük Nesne Kopukluğu” adlı makalesinden öğrendiklerim ekseninde bir açıklama yapacağım. Magritte, bu eserinde de İmgelerin İhaneti adlı eserinde olduğu gibi perspektifimizin dilden bağımsız olamayacağını vurgulamakta ve sözcük ile nesne arasında olan açıklığı göstermektedir.

theMagger Banner

Düşlerin Anahtarı‘nda birtakım nesneleri resmedip, her bir nesnenin altına başka bir nesnenin adını yazarak anlam ve nesne arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkarmıştır. Sözcük ve imge arasındaki farkın zihinsel bir altyapısı olduğunu vurgulayan Magritte, konuuyu şu cümlesi ile açıklamıştır: Sözcükler ve nesneler arasındaki fark ile akıl, vücut ve düşünceler arasındaki farkı incelediğimizde, bu ayrım daha da belirginleşir.

Sürrealist sanatı anlatırken, sürrealizm akımının Freud’un psikanalizi ve rüya yorumlarından etkilendiğini dile getirmiştim. Bu nedenle sürrealist ressamımız Rene Magritte’in de eserlerinde Freudien sembolleri görmek mümkündür. Size Nazlı Irmak Dönmez’in “Freud’un Düş Kuramları ve Sürrealistler” adlı tezinde okuduğum bir örnekten bahsetmek istiyorum. Şifacı adlı tabloda Magritte, yaşlı bir erkek bedenini doğada otururken resmetmiştir.

Adamı betimlerken kullandığımız yaşlı kelimesinin nedeni elinde baston tutmasıdır. Eserde ilk gözümüze çarpan detay adamın üst gövdesinin kafesten yapılmış olmasıdır. Freudyen açıdan bakıldığı zaman bu çizim, adamın bastırdığı bedensel istekleri olduğuna bir atıf olarak yorumlanmaktadır. Çünkü kafes bastırılmanın sembolüdür ve kafesin içinde olan iki beyaz kuş ise cinselliği sembolize etmektedir. Kafesin bir kısmı kırmızı örtüyle örtülmüş olsa bile bize dönük kısmı örtülü değildir. Bunun nedeni de adamın önceden bastırdığı bedensel isteklerini artık bastırmak zorunda olmadığı çünkü artık tüm bastırılan duygular özgürlüğe kavuşturulsa bile bir anlamı olmayacağı şeklinde açıklanmaktadır. Yani bir nevi geç kalınmışlığı ifade ediyor diyebiliriz.

Aşıklar ( The Lovers)
Aşıklar ( The Lovers) | Fotoğraf: Pinterest

Son olarak, Magritte’in sanatında gizem bulundurma tutkusunun en iyi örneklerinden biri olan “Aşıklar” (The Lovers) eserinden bahsedeceğim. Eserde öpüşen iki kişinin yüzlerini beyaz bir kumaş örtmüştür. Yüzlerin örtüyle örtülmesinin nedeninin Magritte’in annesinin intiharından etkilenmesi olduğu öne sürülmüş. Magritte’in annesi intihar ettiği nehirden çıkarılırken yüzü kumaş ile kapalı olduğu ve Magritte’in bu tabloyu o andan etkilenerek oluşturduğu yapılan yorumlar arasındadır. Fakat Magritte, bu yorumu doğrulamamıştır.

Magritte’in Son Yılları

Sürrealist resamımız hakkında genel bir bakış kazanmak için bazı eserlerine baktıysak, onun hayatından bahsetmeye geri dönebiliriz. En son Magritte’in Paris’e taşındığından ve bu sayede Paris’te olan sürrealist ressamlar ile daha yakınlaştığından bahsetmiştim.

Magritte, diğer sürrealist ressamlar ile bazı fikir ayrılıkları yaşıyordu. Sözleşmesi olan galerinin kapanmasının ardında da Brüksel’e geri döndü. Tüm bu gelişmelere karşın sanat hayatına devam eden Magritte, Amerika’da 1936 yılında Julien Levy Galerisi’nde kişisel bir sergi sundu. II. Dünya Savaşı sırasında Brüksel’de yaşayan Magritte’in Breton ile arası bu dönemde açıldı. Yine dönem evliliğinde de bazı sorunlar yaşamış olsa da bu durum boşanmaya kadar gitmedi.

theMagger Banner
Advertisement

Magritte’in hayatındaki tüm değişiklikler elbette sadece özel hayatı ile ilgili değildi. Sanat hayatının başında eserlerinde sıkça yer verdiği karamsar duruşu terk edip, daha renkli bir üslup benimsedi fakat 1948 yılından sonra eski tarzına geri döndü. Sanatıyla dikkat çeken ve adından söz ettiren Margitte, en popüler dönemini ise 1960’larda yaşadı diyebiliriz. Bu durumun en temel nedeni, eserlerinin resim galerinin dışında Rock albüm kapaklarında, reklamlarda yer almasıdır. Bu kapaklardan biri The Jeff Beck Group albümü “Beck-Olaya aittir. Sürrealizm akımının filozofu diyebileceğimiz, insanı sorgulamaya iten eserler ortaya koyan ünlü ressam Rene Magritte, 15 Ağustos 1967 yılında aramızdan ayrılmıştır.

Kapak Fotoğrafı: Pinterest

İlginizi çekebilir: Artsy Magger’dan Dali ile Yeniden

theMagger Banner