Patricia Highsmith’in Yetenekli Bay Ripley romanından uyarlanan, Matt Damon, Jude Law ve Gwyneth Paltrow’un başrollerinde olduğu 99 yapımı filmi bir çok sinemasever hatırlar, izlememiş olsa da bilir. Çok yakın zamana dek bir kez daha ekranlarda göreceğimizi bilmediğim bu hikayenin, yeni ne sunabileceğine dair şüphelerim vardı. Bir taraftan da harikulade bir polisiye olmasından ötürü büyük bir merak da beslediğimi itiraf etmeliyim tabi. Yönetmenlik koltuğunda The Night Of isimli şahane mini dizinin yönetmeni Steven Zaillian’ın da oturduğunu öğrenince iyice keyiflendim. Ripley’nin son bölümü bittiğinde de şuna karar verdim, bir gün elime mini dizilik iyi bir senaryo geçerse, bizzat bu yönetmenin kendisiyle iletişime geçmem gerekiyor… Şaka bir yana, ortaya çıkardığı steril, göz alıcı ve hatta epik sayılabilecek bu işin hakkını fazlasıyla teslim etmek gerekiyor.

Ripley | Fotoğraf: Netflix

Dizinin konusu şu, Tom Ripley adında hali vakti pek de yerinde olmayan bir adam, çeşitli kurnazlıklar ile hali vakti fazlasıyla yerinde olan Dickie Greenleaf isminde bir adamın peşine düşüyor. Sırf bunun için Amerika’dan kalkıp Napoli yakınlarındaki sahil kasabası Atrani’ye gidiyor. Bu kısımları nasıl finanse ettiğiyle ilgili detayları izlerken öğreneceksiniz. Hedefine aldığı bu zengin adamın hayatı, Tom’u resmen kendinden geçiriyor. Her türlü fitne fesat varyasyonuyla karşısındakinin aklını alabilecek güçte sinsileşebilen Tom, çok yavaş bir şekilde Dickie’nin hayatına doğal yollardan sızmaya başlıyor. Dickie, Tom’a tam anlamıyla güvenmeye başladığı andan itibaren sıkıntıların ardı arkası kesilmiyor…

Editör Notu: Devamı spoiler içermektedir.

Ripley | Fotoğraf: Netflix

Öncelikle dizinin iki negatif yanından bahsetmek istiyorum. Birincisi siyah beyaz olması. Şu Amalfi kıyılarını cayır cayır tüm renkleriyle resmedebilecekken siyah beyaz bir atmosfer kurulması büyük hayal kırıklığı. Hele ki bu kadar kusursuz bir sinematografi varken ortada, yazık olmuş. Tabi bu yönetmenin bir meydan okuması olarak da yorumlanabilir ama benim fikrim değişmiyor. İkincisi ise bir tık sıkıntılı casting tercihleri. Dickie Greenleaf ve Marge Sherwood ikilisi pek de izleyiciyi ikna edemiyor gibi. 99 yapımı filmdeki ikilinin karizması ve güzelliği yüzünden böyle düşünüyor olabilirim, ister istemez kıyaslama yapıyorum. Bu yeni ikilide, modern tabirle ciddi bir aura eksikliği var… Andrew Scott “yaşlı” bir Ripley karakterine hayat vermesine rağmen su gibi akıyor mesela, her türlü açığı kapatabilecek güçte bir performans veriyor.

Ripley | Fotoğraf: Netflix

Dizinin iyi yönleri çok daha fazla. Ripley’nin 3. bölümde işlediği cinayetin muhteşem bir kısa film tadında olması çok hoşuma gitti. Hatta dizinin genel epizodik hali muhteşem işliyor bence, roman okuyor hissiyatını verme konusunda çok başarılı. Ripley’nin soruşturulduğu sahnelerdeki gerilim, İtalyan dedektifle arasında dalgalanan o tansiyonlu anlar da harikulade. Kimlik hırsızlığı, cinayet vs. derken akla gelebilecek tüm suçları sırasıyla işlemeye başlayan Ripley’nin ortaya koyduğu anti kahraman performansı, benim yakın zamanda izlediğim dizilerde pek de görmediğim cinstendi. Yönetmenin kurduğu kadrajlar, kurgusal anlamdaki bazı cesur hamleler, Patricia Highsmith’in uzun uzadıya betimlediği anları gözler önüne serercesine esneyen o sekanslar. Her anlamda çok iddialı ve gösterişli bir iş olduğunu düşünüyorum bu dizinin. Umarım izleyenler de keyif almıştır.

 Sinema dünyasına ve filmlere dair paylaşımlarıma Instagram üzerindeki film blogumdan (@atıptutuyorum) ulaşabilirsiniz.

Kapak Fotoğrafı: Netflix

İlginizi çekebilir: Eralp Alper’den Yannick