

The Room Next Door: Bir Ölüm Kalım Meselesi
Başrollerinde Tilda Swinton ile Julianne Moore’un yer aldığı The Room Next Door, Altın Aslan ödülüyle ve 106 dakikalık süresiyle, senenin ilgi çekici yapımlarından biri olarak sinema dünyasında yerini aldı. Venedik Film Festivali’nde prömiyeri yapılmış bu film, büyük bir merakla beklenen bir filmdi zaten, malum Almodovar. Yönetmen, bu eseriyle ilk kez tamamen İngilizce bir senaryo kaleme alarak cesur bir adım attı. Film, Sigrid Nunez’in What Are You Going Through? romanından uyarlanmış bu arada. Ana karakterlerimiz de şöyle. Ölümcül bir kansere yakalanan Martha, yaşamının son anlarında Ingrid’e spesifik bir çapta enteresan bir dostluk teklif ediyor. Almodovar’ın sinemaya olan tutkusu ve estetik anlayışını yine her zamanki ölçülerde deneyimliyoruz.

Senaryo, farklı katmanlara bölünmüş yapısıyla ilk bakışta izleyiciyi içine kapan bir ortam yaratıyor. Ancak, diyaloglar alıştığımız Almodovar akışkanlığında değil. İngilizce kaleme alınmış olması, karakterlerin duygusal derinliğini tam anlamıyla yansıtmayı zorlaştırıyor belki de bilmiyorum. Yazım dili, hem felsefi sorgulamaları hem de dramatik bazı nüansları beraberinde getiriyor. Özellikle ötanazi gibi temaların ‘ilerici’ bir üslupla ele alınması, metnin duygusal bütünlüğünde bazı enteresan kırılmalara yol açıyor. Bunu, film istediği seviye de duygusallaşamıyor gibi bir yerden söylemiyorum ama…

Görsel açıdan film, Pedro Almodovar’ın imzasını taşıyan canlı ve dinamik renk paletiyle dikkat çekiyor, sürpriz yok. Kırmızı ruj, parlak yeşil ceket ve mor kazak gibi detaylar, karakterlerin iç dünyasından çok Almodovar’ın iç dünyasını bizim önümüze getiriyormuş gibi bu sefer. Tilda Swinton karakterini çok daha farklı bir ortamda yaşayan, bambaşka bir giyim kuşam tarzı olan bir karakter olarak hayal etmek daha gerçekçi gibi geldi bana. Oyuncuların performansları, filmin ağır temasını hafifletmeye çalışırken barındırdığı estetikle bir denge kuruyor. Sinematografik zenginlik, metindeki soğuk ve yer yer yapay diyalogları telafi edecek seviyede.

The Room Next Door, ölüm ve özgürlük kavramları üzerinden varoluşsal bir sorgulama yapıyor. Film, hayatını tam anlamıyla yaşamış bir insanın ölümle yüzleşme hakkını ve özgürlüğünü tartışıyor aslında. “Beni salın ağam ben gideyim” diyen Martha’nın, yaşamının son anlarında kendi isteğiyle ölüm sürecini planlaması, izleyiciyi yüzleşmekten keyif almayacağı bazı derin düşüncelere itiyor. Ingrid’in bu karara tanıklık etmesi, iki karakter arasındaki eski bağları yeniden su yüzüne taşıyor ama o kısımlar pek de umrumuzda olmuyor sanki. Almodovar, ölüm anını neredeyse planlı bir operasyon gibi sunarken beklenmedik şakacı sürprizlere de yer veriyor. Böylece, yaşamın kırılganlığı ve ölümün kaçınılmazlığı arasında gidip geliyoruz.
Sinema dünyasına ve filmlere dair paylaşımlarıma Instagram üzerindeki film blogumdan (@atıptutuyorum) ulaşabilirsiniz.
Kapak Fotoğrafı: bigissue.com
İlginizi çekebilir: Ceren Muslu’dan Babygirl
İlk yorumu siz yazın!