Uzun cümleler kurmayı çok seviyor ama şu cümlenin onu çok iyi özetlediğini düşünüyor: “I like words, movies and art.”
Yapmayı en çok sevdiği üç şey yazmak, film izlemek ve listeler yapmak.
Sabancı Üniversitesi Üretim Sistemleri Mühendisliği Programı ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Kültür Yönetimi Yüksek Lisans Programı mezunu.
2012’den beri theMagger’ın editörü, aynı zamanda metin yazarlığı ve film programlama ile uğraşıyor, farklı online ve basılı yayınlarda kültür-sanat yazıları yazıyor.
1990’dan beri tüm Oscar adaylarını ve kazananlarını ezbere sayabiliyor, ödül sezonu boyunca ödül sezonuyla yatıp kalkıyor.
Filmleri sinemada izlemeyi, Lego’yu, kahveyi ve kahvaltıyı, bir de zeytinyağlı fasülyeyi seviyor.
Çok sevdiği, içinde büyüdüğü o şehre benzemekten vazgeçen İstanbul’a 30 yıl sonra veda etti, şu anda Chicago’da yaşıyor.
Benim bu fuardan aldıklarım arasında en fazla sayıda kitap Domingo Yayınevi'ne ait. Geçtiğimiz yıl "Film Kulübü" ve "Boksör Böcek" okuduklarım arasındaydı, ikisini de çok sevdim ve sonuç olarak diğer kitaplarını da inceleyerek "Fang Ailesi", "Koltuk", "Yatak" ve "Tam Benim Tipim"i satın almaya karar verdim.
Yayınevi-okur ilişkisi konusunda büyük yayınevlerinin sınıfta kalması çok üzücü. O kadar satışa odaklılar ki, kendi yayınları hakkında bilgisiz kişileri standlara koymaktan çekinmiyorlar gördüğüm kadarıyla. Geçtiğimiz yıl ilk kez bir Hakan Bıçakçı öykü kitabı okumuş ve bu yıl yeni bir tane almak istemiştim. İletişim Yayınları standındaki görevliye Hakan Bıçakçı'nın (roman değil) başka öykü kitabı olup olmadığını sordum. Bana yazarın kitaplarının durduğu köşeyi göstermekten öte bir yardımı dokunmadı. Diğer yandan (örneğin Siren Yayınları) küçük standlarında gerçekten ilgili ve bilgili bir şekilde karşıladılar bizi. Sormadan bilgi verdiler.
Bir dahaki Paris ziyaretin için sana St.Germain'de harika bir et restoranı önerisi, Le bistrot d'Henri (16 Rue Princesse). Menüdeki her şey birbirinden lezzetli, üstelik kendi house wine'larını yapıyorlar. 🙂
Ben bu yazıyı çok sevdim, tekrar tekrar girip okuyorum 🙂
Barcelona'yı 48 saatte hiçbir şeyi kaçırmadan gezmeye çalışmış, sonuç olarak uçağa başıma güneş geçmiş, tuzlu ve sarhoş bir şekilde binmiştim. Uzun uzun kalmak, uzun uzun gezmek, hatta yaşamak lazım.
Deniz yazıların çok tehlikeli olmaya başladı benim ve bütçem adına! İstanbul'da senden duyduğum mekanlara gitmek tamam da, şimdi Paris-Barcelona derken bir de yurt dışına açıldın. 🙂
İki hafta önce Seda'nın Barcelona yazısı zaten Barcelona özlemimi depreştirmişti ama şimdi yepyeni şeyler öğrenince çok daha fazlalaştı. Montjuic dışında bahsettiğin yerlerin hiçbirini bilmiyordum, sanki benim gezdiğim başka bir şehir, senin anlattığın başka...
Yasemin, teşekkür etmek istedim 🙂
Yazın yayınlandıktan ve okuduktan aylar sonra !f programında görünce tereddütsüz kendi programıma dahil ettim ve hiç pişman değilim. "The Shining"i izlememiş olmama rağmen merak etmiştim filmi. İzleyip salondan çıkar çıkmaz da koşup Kubrick box-set'i aldım kendime bir adet 🙂
Başka bir 10 olmayacak, 24 film Top10'ini yazmakla yetindim sadece. "Laurence Anyways" beni Xavier Dolan'ın önceki iki filmi kadar etkilemedi. Senaryosunda sorunlar olduğunu ve arka arkaya eklenmiş estetik anlamda kusursuz sahnelerden oluşan bir film olduğunu düşündüm. "Everyday"i izlemedim ama henüz.
"Sessions", "Rust & Bone" ve "Jin"i programıma sığdıramadığıma üzüldüm. Ama yakın ve/veya kesin vizyon tarihleri nedeniyle biraz daha sabredebilirim diye düşündüm.
Madem bir solukta okudun, burada bahsetmediğim filmlerin de olduğu !f yazılarımı buradan okuyabilirsin 🙂
http://blog.radikal.com.tr/BlogArsiv/thebalkabaa-2013-0
"Deniz Yılmaz Yazısı" diye bir konsept var, çok hoşuma gidiyor. 🙂
Amsterdam'a gitmedim, sanırım bisiklete binmeyi öğrenene kadar da (itiraf.com) gidemeyeceğim. Üzüldüm okuyunca.
Tahar Rahim'i bu filmle tanıyıp yine de sevdiysen Jacques Audiard'ın "Un prophète"inde taparsın kendisine. Mutlaka izle!
Yazdığın dört filmden yalnızca "Iceman" ve ,"À perdre la raison"u izledim. Açıkçası her ikisi de hayalkırıklığıydı benim için. Her ikisinde de başrol oyuncularıın performansları dışında kayda değer bir şey yoktu. (Iceman'in cast listesine James Franco'yu üçüncü sıraya yazan çakal pazarlama dehalarını da kınıyorum.)
Evet, kesinlikle öyle! Ama geçen yıl verdiğin mücadele biraz işe yaramış sanırım 🙂 Etraftaki diğer plajlara göre Costa Blu bu yıl saat 18.30-19.00 sınırlarını zorluyordu. Yine de her türlü, denize doyulmuyor.
En sevdiğim filmlerden biridir "Låt den rätte komma in / Let the Right One In". Tiyatroya uyarlandığını duyduğumdan beri deli gibi merak ediyorum. Tiyatroda gerilmek, korkmak nasıl bir duygudur, çok yabancılaştım şu anda. Umarım yakında Londra yolları gözükür de, izlerim geç kalmadan.
(Bu arada henüz izlememiş olanlar, kesinlikle "Let Me In" adlı Amerikan versiyonunu değil, 2008 yapımı İsveç versiyonunu izlemeli.)