Ateş Kırmızısı adlı romanıyla ilk sayfadan itibaren beni benden alan Orhan Bahtiyar’a ulaşma çabalarım işe yaradı. Merak ettiklerimi sordum. Baktım çok güzel bir konuşma oldu, sizinle paylaşayım dedim.

orhan_bahtiyar

Klasik bir soru ile başlayalım, biraz kendinden bahseder misin?

1973 İstanbul doğumluyum. Moda İlkokulu mezunuyum. Eski adıyla Kenan Evren Lisesi’ni bitirdim. Son mezuniyetim Marmara Üniversitesi Çalışma Ekonomisi bölümü. 1998-2010 yılları arasında Türkiye’nin ve dünyanın en büyük şirketlerinden birkaçında orta düzey yöneticilik yaptım. Ancak bir gün geldi ki hayatta yapmak istediğim şeyin çok farklı olduğunu fark ettim. Kurumsal hayat bana göre değildi. Satış ve pazarlama raporları haricinde insanlara faydası olabilecek bir şeyler bırakmalıydım bu dünyadan gitmeden. Her şeyi, tüm kariyerimi bir kenara bıraktım ve yazmaya başladım. 6 sene oldu…

Hayallerinin peşinden giden adam olmak çevrende nasıl karşılandı? Sonuçta uluslararası bir firmada iyi bir pozisyondayken “Kitap Yazmak” için bir nevi kendini işten attırıyorsun.

Aptal, enayi, şuursuz ilk karşılaştığım kelimelerdi. Her ne kadar genelde duyduklarım bunlar olsa da destekleyenler de çok oldu. Özellikle de hocam, ağabeyim Sunay Akın. O olmasaydı şimdi bu durumda olamazdım. Muhtemelen mutsuz biri olarak plazanın birinde kendimi ve ruhumu çürütüyor olurdum. Sonraları ilk başlarda karşı çıkanlar neler yapabildiğimi gördükçe fikirlerini değiştirdiler. Köstek desteğe dönüşmeye başladı. Bu bile kendini bilen bir insan için hayatta kazanılmış en büyük zaferlerden biridir.

Peki kitap yazma aşkı nereden geliyor?

Eskiden beri yazarım. Yazmaya mizahla başladım. Fena da değildim hani. Ama yavaş yavaş tarihe olan ilgim beni daha farklı şeyler yazmaya doğru itti. Kurgu,tarih ve Ezoterizm üçlüsünü almaya başladım yazdıklarıma. Ortaya Türkiye’de pek de yazılmayan bir roman türü çıktı.

0000000375821-1Hikayesini bildiğim için soruyorum; bize gerçek ilk kitabından bahseder misin?

İlk romanım İdeon – Tanrıların Yolu Kazdağları’nda geçiyor. Bir grup Alman ve bir grup Amerikalı askerin 1943 yılında tesadüfler sonucu Kazdağı’nda bir Alevi köyünde bir araya gelmelerini ve yaşadıklarını anlatıyor. Romanda genel olarak, dil, din, ırk, mezhep, para, politika, gibi paravanlar ortadan kaldırıldığında geriye sadece insanın kaldığını anlatmaya çalıştım. Bir de üzerinde savaştıra olan bir taş kitabe var. Onun sırrı da çözülmeye çalışılıyor bir yandan. İki sonu olan bir kitap İdeon. Daha da fazlasını söylemeyeyim istersen. 🙂

 İlginç bir tarzın var aslında, gerçek ile kurgu o kadar şık birleştiriyorsun ki… Üstelik sen ülkemizde değeri yeni yeni bilinen yazarlardan birisin. Kitapların yabancı dillere çevrilmiş vs. Bize bunlardan bahseder misin?

0000000435294-1Daha önce de söylediğim gibi Türkiye’de çok başarılı fantastik edebiyat örnekleri var. Ama benim tarzım biraz daha ayrı. Ben kurgu ile gerçekliği birbirine örerken araya fantastik ve ezoterik öğeler katıyorum. Bu da romanı daha renkli, heyecanlı ve okunabilir kılıyor. Bir sayfada hayal mahsülü diye okuduğunuz satırların gerçek olduğunun belgesini bir sonraki sayfada bulunca roman okuyucunun gözünde bir anda çok farklı bir kimliğe bürünüyor. Okuyucuyu şaşırtmayı seviyorum.  İkinci romanım Elohim’in Çocukları‘nı kendi imkanlarımla İngilizceye çevirttim. Sonra da bir arkadaşım vasıtasıyla California Üniversitesi’ne (UCLA) gönderdim. Burada 500 roman içinde en iyi 10 roman arasına kaldı kitap. Şimdi bir eleme daha var. İlk beşe kalabilirse bana Los Angeles yolları görünüyor gibi. Son romanım Ateş Kırmızısı da Türkiye’nin Roma Büyükelçiliği’nin ilgisini çekti. Romanımın İtalyanca’ya çevirtilip orada yayınlanması için girişimlere başladılar. Bunlar mutluluk verici gelişmeler benim adıma.

Sunay Akın’la tanışmanı çok merak ediyorum desem…

Sunay Akın benim çocukluk arkadaşımdır. Gerçi tanıştığımızda çocuk olan sadece bendim ama olsun. Ben büyüdüm, o hala çocuk. Oyuncaklarla filan oynuyor. Şaka bir yana 1985 yılının sıcak bir temmuz gününde tanıştık. Babalarımız arkadaş ve dükkan komşusuydu. İkimiz de esnaf kültüründen geliyoruz yani. Bir gün dükkanda çok sıkılınca babam beni onun yanına götürdü ve her şey orada başladı. O 22 ben 11 yaşındaydım. Dükkana girerken açık olan camdan kulağına çalınan daktilo seslerini hiç unutamıyorum. Bir oto yedek parçacısından göğe yükselen  daktilo çatırtıları, Türk edebiyatının en önemli şairlerinden birini müjdeliyordu o an ve ben de buna şahitlik ediyordum. Onunla yaz tatili bitene kadar yaklaşık kırk küsur gün geçirdik. Her gün sabahtan akşama kadar masa tenisi oynayıp sohbet ettik. Benim için çok özel ve yeri doldurulamaz biridir. Ağabeyidir, hocamdır. Onun çırağı olmak benim için hayatımda yaptığım en güzel ve en doğru şeydir. Büyük bir onur ve gururdur. Bana müzecilik konusunda da çok şey öğretti ve öğretmeye devam ediyor. Ataşehir’de Düştepe Oyun Müzesi’ni birlikte kurduk. Şimdi müzeyi ben yönetiyorum. Onun Türk ve dünya müzeciliğine getirdiği yenilikçi yaklaşımı geliştirerek devam ettirmek en büyük amaçlarımdan biri.

12936623_1080585315349479_5485468277024421794_n

Şimdi gelelim son kitabın olan “Ateş Kırmızısı”na… Nereden çıktı bu Zonaro’yu yazma fikri? Kendi adıma söyliyim Zonaro’yu çok severim…. Bilmeyenler için biraz Zonaro’dan da bahseder misin?

Aslında aklımda bir Zonaro romanı yazmak yoktu. Sunay Hoca ile yaptığımız bir sohbet esnasında ona yeni roman fikirlerimden bahsederken sanat tarihi, ressamlar ve resim üzerine bir şeyler yapmamı önerdi. Cin Ali bile çizemeyen ben, bu tavsiyeyi sorguladım tabii ki. İlgi alanım olmayan bir konuda yazma fikri ilk başta çok da cazip gelmedi. Ancak fikir Sunay Akın’dan geliyorsa dikkate alınmalı ve ödev olarak kabul edilmeliydi. Öyle de yaptım. Sanat ve resim tarihi üzerine çalışmaya, ressamları araştırmaya başladım. Zonaro’nun hikayesi ilgimi çekti. Osman Hamdi ve diğer Türk ressamlar ile ilgili yazılan pek çok şey vardı. Ama İstanbul hiçbir İtalyan ressamın gözünden anlatılmamıştı. İlk ben olmalıydım. Kararımı o an verdim ve konuya yoğunlaştım.

Anlattığım dönem her daim tartışılmış ve tartışılmaya da devam edecek bir dönem. Abdülhamit ile ilgili bulabildiğim ne varsa okudum. Sahaflarla akraba olacak kadar sık ziyaret gerçekleştirdim Kadıköy’e. Bir yandan da tulumbacıları araştırdım. Onların hayatları, görüşleri, yaşam tarzları ve hikayelerini öğrendim. Zonaro’nun günlükleri de çok işime yaradı doğrusu. O günlüklerden yola çıkarak tüm kurguyu yaptım ve o kurgu üzerine dönem içinde gerçekleşen önemli olayları ördüm. Şu an elimde binlerce eski İstanbul fotoğrafı ve kartpostalı var. O dönem İstanbul’unu anlayabilmek ve aktarabilmek için hepsini tek tek inceledim. Tabii dönemin ressamlarının eserlerini de…

Bir ressamın hayatından bir kesit yazıyorsam betimlemelerde renkleri kullanmanın daha estetik olabileceğini düşündüm.  Zonaro’yu tanımlamak için Ateş Kırmızısı en uygun renk. Zira kitabın adı da buradan geliyor. Ateş kırmızısı cüret, cesaret, tutku, risk ve aşka karşılık geliyor benim algı dünyamda.

Sonuçta bu bir tarih kitabı değil, ben de tarihçi değilim. Benim yaptığım şey tarihin omurgasını kaydırmadan dönemin önemli olaylarını kurgu ile zenginleştirerek birbirini içine örmekten başka birşey değil. Tabii neyi anlattığınız kadar nasıl anlattığınız da önemli. Sonuç itibariyle ben entelektüel bir sezgi yaratmaya çalışıyorum. Amacım okurun zihninde bir kıvılcım çaktırmak ve onu belki de haddim olmadan daha fazla okumaya ve araştırmaya heveslendirmek. Benim için tarih rakamlardan ibaret bir olgu değil, bir değirmencinin bir krala “Berlin’de hakimler var” diyerek haykırabiliyor olmasıdır. İşte tarih böyle anlarda yazılır.

Abdülhamit çok tartışılmış, hala tartışılan ve tartışılmaya da devam edecek bir karakter. Ben ona olabildiğince tarafsız yaklaşmaya çalıştım. İnsani yönü çok güçlü. Merhametli bir adam. Döneminde bildiğim kadarıyla hiç idam cezası verilmemiş. Sarayda işler ters gittiğinde beğenmediği çalışanı kovmak yerine iki sahneden oluşan bir komedya yazar ve saraydaki İtalyan tiyatro topluluğuna oynatarak memnun olmadığı saray çalışanını hicvedermiş. Sanata ve sanatçıya büyük kıymet veren bir adammış. Ama diğer yandan da devlet adamlığı eksik ve çok ciddi anlamda ruhsal sorunları olan biri Abdülhamit. Sebepleri “Ateş Kırmızısı“nda mevcut. Hepsini anlatmayayım 🙂

Dediğim gibi Abdülhamit sanata ve sanatçıya çok değer verirmiş. Ama bu sözde değil. Hemen bir örnek vereyim. 1889 yılında Paris Sanayi Fuarı düzenleniyor. Bir öncekine Abdülaziz sayesinde Osmanlı İmparatorluğu geniş bir katılım göstermiş ve Abdülaziz bizzat yanında şehzadeleriyle – ki Abdülhamit de onların arasında – fuarı ziyaret etmiş. Fakat 1889 yılındaki fuarı Abdülhamit protesto ediyor. Sebebi de o yılki fuarın Fransız ihtilalinin 100. yılı anısına demokrasi ve özgürlük temasıyla düzenleniyor olması. Sırf protesto etmekle kalmıyor, Osmanlı topraklarında yaşayan kimsenin de gitmesini istemiyor ve yasaklıyor. Tek bir kişi o yasağı umursamıyor ve Paris’e giderek resimlerinden oluşan sergisini açıyor. O cesur adam kim mi? Tabii ki Osman Hamdi Bey. Dönüşte başına neler geldiğini siz düşünün artık. Tüm mal varlığına el konuluyor, hapislerde çürüyor ve dışlanıyor sandınız değil mi? Günümüzde olsa evet bu yazdıklarım doğru olabilirdi. Ama Osman Hamdi İstanbul’a döndüğünde padişah fermanını hiçe saymış biri olarak hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam ettiği gibi bir de üzerine müzeler genel müdürlüğüne getirilerek adeta ödüllendiriliyor. Burada şu ayrımı iyi yapmak lazım. Osmanlı ile Osmanlıcılık farklı şeyler. Osmanlı büyük medeniyet, büyük bir kültür birikimi. Ama Osmanlıcılar bunun farkında olmadığı gibi umurlarında da değil. Onların ilgilendikleri tek bir şey var. Onu da zaten herkes biliyor buradan tekrar yazmaya gerek yok.

0000000687442-1Bu arada bildiğim kadarıyla Ruhr Kitap Fuarı’nda Sunay Akın ile bir katılımın oldu. Nasıl geçti? Ne tür tepkiler aldın? Biraz bahseder misin?

Ruhr Kitap Fuarı Almanya’nın önde gelen fuarlarından biri ve çok önemli isimler katılıyor. Bu sene onur konuğu Ara Güler’di. Zülfü Livaneli, Can Dündar gibi isimler de fuara bir şekilde katılım gösterdiler. Benim için özel olan hem böyle prestijli bir fuara davet edilmek hem de ustam Sunay Akın’la aynı gün farklı saatlerde aynı sahneyi paylaşmak oldu. Söyleşi sonrası aldığım tepkiler çok olumlu oldu. Hatta romanda geçen bir hikayeyi oyunlaştırmam üzerine kurulmuş bir proje için teklif dahi aldım. Eğer proje gerçekleşirse tüm Avrupa’da sahnelenecek. Ben de hem yazarı hem de anlatıcısı olarak sahnede olacağım. Bu çok heyecan verici bir deneyim.

Peki sonrası için planların neler? Nelerle gelmeyi planlıyorsun karşımıza?

Sonrasını düşünmeden önce şimdilik Ateş Kırmızısı‘nı hak ettiği yere getirmeye odaklanmış vaziyetteyim. Ona olan odağımı kaybetmeden kitabımı tanıtmak ve olabildiğince çok kişiye ulaştırmak ana hedefim. Sonrası için kafamda birkaç hikaye var tabii. Hatta bir tanesi üzerine çalışmaya da başladım bile yavaş yavaş. Ama dediğim gibi önceliğim şimdilik Ateş Kırmızısı.