İyisiyle kötüsüyle bir Berlin Film Festivali’ni daha geride bıraktık bu yıl. Başta Berlinliler olmak üzere dünyanın dört bir tarafından birbirinden renkli ziyaretçilere ev sahipliği yapan 67. Berlinale istatistiksel olarak geçtiğimiz yılı geride bırakmayı başarmış olsa bile genel itibariyle 2016’ya kıyasla gerek sinema gerek organizasyon anlamında biraz daha zayıftı kuşkusuz. Özellikle ana yarışma kategorisinde öne çıkan bir filmin yer almaması ise Berlin Film Festivali’nin geleceğine dair akıllarda soru işareti bırakmadı değil.

67. Berlin Film Festivali'nin Ardından
Berlin Film Festivali’nin Ardından

Genellikle bir festivalin standardını açılış filmi belirler ve izleyici de beklenti seviyesini bu filme göre ayarlar. Ne festivalin en iyisi ne de en kötüsüdür bu film. Ama bir yandan izleyicinin keyif almasını amaçlarken bir yandan da onları festival havasına sokacak bir ağırlığa da sahip olmak zorundadır. 67. Berlin Film Festivali’nin açılış filmi Django’nun ne denli doğru bir tercih olduğu ise bu açıdan yaklaşıldığında tartışmaya açık. Zira Trainspotting 2 ve Logan’dan sonra festivalin reklamı en çok yapılan filmleri arasında yer alıyordu. Ancak izleyiciyi festival havasına sokmakta yetersiz kaldığı gibi beklentileri de düşürdü.

Django
Django

Kağıt üzerinde öne çıkan bir filmin olmadığı festivalden Altın Ayı yarışında adı geçen filmler listesinde başı Testről és lélekről (On Body and Soul) çekiyordu, zaten yarışı da ilk sırada tamamladı. Geçtiğimiz yıl dünya gündemindeki meselelere odaklanan filmler gördüğümüz festivalde bu yıl daha ziyade gündelik hayattan kesitlere tanıklık ettik. Félicité ile kendimizi Afrika’da bulduk, Wilde Maus (Wild Mouse) ile Avusturya orta sınıfının mücadelesine mizahi bir perspektiften yaklaştık, Una mujer fantástica (A Fantastic Woman) ile trans bir kadının toplumun dört bir yanından gelen baskılara karşı verdiği epik mücadeleyi izledik. Toivon tuolla puolen (The Other Side of Hope) ile kendini kurtarmayı başarmış Suriyeli mültecilerin Kuzey Avrupa’daki hayatta kalma mücadelesine tanıklık ettik, The Party’de tüm kirli çamaşırları ortaya döktük, Return to Montauk ve Sage femme (The Midwife) ile geride bırakamadığımız geçmişle yüzleşme fırsatı yakaladık. 24 filmden 6’sının yarışma dışında yer aldığı ana yarışma kategorisi her ne kadar genel itibariyle iyi filmlerden kurulmuş olsa da öne çıkan ve hafızalara kazınan bir film olmadığı da bir gerçek. Bunun en büyük sebebi ise gerek Oscar’a daha yakın olması gerek dünya basınında daha fazla yer bulması sebebiyle yönetmen ve yapımcıların Cannes, Toronto ve New York’u tercih etmesinden kaynaklı.

Una mujer fantástica / A Fantastic Woman
Una mujer fantástica / A Fantastic Woman

Her yönüyle eğlenceli bir Hollywood filmini andıran Es war winmal in Deutschland, ünlü sanatçı Alberto Giacometti’nin son dönemini oldukça hareketli bir tempoyla ve görsel açıdan da tatmin ederek ele alan Final Portrait (Geoffrey Rush ve Armie Hammer başrolde, Stanley Tucci yönetmen koltuğunda), Hindistan’ın bölünmesini vali konağından anlatan Viceroy’s House Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’ya kadarki ilişkisini konu alan Le jenue Karl Marx (The Young Karl Marx) gibi filmlerin yanı sıra farklı bir seri katil hikayesi anlatan Mr. Long, günümüzden esinlenerek yaratılmış gerilim filmi El Bar ve ünlü Alman sanatçı Joseph Beuys’un hayatını arşiv görüntüleriyle anlatan Beuys biyografisi festivalin görmeye değer diğer filmleri. Daha açık konuşmak gerekirse yarışma kategorisinde yer alan filmlerin hemen hepsi görmeye değer, bir ikisi dışında da zaman kaybı olarak değerlendirilecek pek film yok. Ancak daha önce de dediğim gibi öne çıkan, hafızalara kazınan, unutulmazlar arasına giren bir yapım da yok listede.

Final Portrait
Final Portrait