Dakikalarca izleyeceğimiz bir tablo, bıkmadan yıllarca dinleyeceğimiz bir beste ya da hayranlıkla izlediğimiz bir film ve ayakta alkışladığımız bir tiyatro… Çoğu sanat eserinin yaratıcısının bu eserlere kendi hayatlarından bir parça koyduğunu, yaşadıkları olayların bu eserlerin ortaya çıkmasında etkisinin oldukça büyük olduğunu görürüz. ”Çığlık” ve ”Melankoli” tablolarıyla hafızalarımızda yer etmiş Edvard Munch gibi. Kaygı, hüzün, dehşet, korku… Pek çok duyguyu bir arada bize hissettiren bu tabloların arkasında aslında oldukça hüzünlü bir hikayesi olduğunu tahmin edersiniz. Bu ünlü tablolar nasıl ortaya çıktı ve hikayeleri neydi?

Edvard Munch
Edvard Munch | Fotoğraf: seyler.eksisozluk

Bu kasvetli eserlerin yaratıcısı Edvard Munch; aslında hassas ruhlu, içe dönük ve devamlı iç gözlemler yapan biriydi. Seksen yaşına kadar yaşayan Edvard Munch, yaşamının büyük bir kısmını depresyon ve kaygı içerisinde geçirdi. Eserlerinde bu duyguları oldukça iyi yansıttı çünkü resim yapmak aslında kendine bulduğu bir çıkış yolu, adeta bir yaşam alanıydı. 

Edvard Munch’ın Hayatı

Aile Hayatı ve Çocukluğu

Beş kardeş olan Edvard Munch annesini ve ablasını verem nedeniyle kaybeder. Annesi Laura Munch henüz  30 yaşında iken beşinci çocuğunu dünyaya getirdikten sonra vefat eder. Bu aile için büyük bir kayıp olur ve bu kayıp hissi aileyi bir daha hiç terk etmez… Annesinin ölümünden sonra babasının din ile ilişkisi artmaya başlar, Hristiyanlık kurallarına karşı gelenlerin ömürleri boyunca lanetlendiklerine inanırlar. Edvard Munch ve kardeşleri, babalarının annelerinin ölümünden sonraki dengesiz hareketleriyle birlikte mutsuzluğa doğru adım atmaya başlarlar.

Munch sonraki yıllarda babasının kısa sürelerle aklını yitirdiğini notlarına yazar. Hassas yapılı, içe dönük ve kendisi de hasta olmaya meyilli Munch için o yaşlarda elbette ki bu oldukça korku verici olur. Kardeşlerin en büyüğü olan ablası Sophie, Munch 13 yaşındayken hayatını kaybeder. Annesini kaybettiğinden daha çok acı çeker Munch…

Edvard Munch’ın İlk Eserlerinin Doğuşu

Ablasının hayatta kalmak için çabalamasını izlerken yaşadığı hüzün ve çaresizlik, Munch’ın birkaç yıl sonra yapacağı resimlerde kendisini gösterir. 1885-1886 yıllarında yaptığı “Hasta Çocuk” resmiyle (yukarıdaki resim) ablasının vefatından dolayı hayatı boyunca hissettiği hüznü ifade eder. Ablası son zamanlarında acılarından kurtulmak için yardım ister ancak Edvard’ın elinden bir şey gelmez. Bu durum ona yetersizlik hissi yaşatmaya başlar ve sonraları kendisini suçlamasına neden olur. O hayatta kalır, ablası acı çekerken onun yerine geçemez…

“Hasta Çocuk” hüzün veren bir tablodur. Genç kızın yüzü hayaleti andırır, yaşamayı isterken bedeninden ayrılmış bir ruh gibidir. Yoğun anlamları ve sanatçının ruh halini ifade etme gücü dikkate alındığında bu tablo ilk ”dışa vurumcu” eserlerden biri olarak görülür. Munch bu resmin, üslubunda bir dönüm noktası olduğunu da söyler. Sanatçının biyografisini yazan koleksiyoner ve eleştirmen Jens Thiis bu tabloyu “Norveç sanatının ilk anıtsal figür resmi” olarak ifade eder. 

Babasının en küçük hatasında bile çok ağır cezalar vermesi, annesi ve ablasının ölümünde ettiği duaların karşılığını bulmadığını düşünmesi gibi nedenle, Munch’ın zihninde acımazsız ve merhametsiz bir Tanrı tasviri yaratmasına neden olur. Yirmili yaşlarına geldiğinde Tanrı’nın ve ölümden sonra yaşamın olmadığı kanısına varır. Babası mühendis olması konusunda ısrar etse de, Edvard Munch buna yanaşmaz ve ressam olmaya karar verir. Munch’ın en erken otoportrelerinden biri “Otoportre” tablosunu 1881-1882 yıllarında yapar. Otoportre, solgun bir yüz ve çökük omuzlar ile hastalıklı görünen genç bir adamı tasvir eder. 

Annesinin ölümünden sonra teyzesi Karen, çocuklara bakmak için Edvard Munch ve kardeşleriyle birlikte yaşamaya başlar. Teyzesi de resim yapmayı seviyordu ve Munch’taki yeteneği hemen fark eder. Edvard Munch 1884’te teyzesini “Sallanan Sandalyede Karen” tablosu ile resmeder. Munch’ın bu dönemde yaptığı resimler oldukça olgun olur. Aynı yıl yaptığı kız kardeşinin tablosu “Inger Munch” resminde, bakışları ve ifadesiyle çok güçlü bir genç kızı tasvir eder.

Edvard Munch & Milly

Edvard Munch bu eserlerinden sonra kendisini geliştirmek ve bu konuda eğitim almak için bulduğu bursların desteği ile Paris’e gider. Bu süreçte aşk hayatı da oldukça karışır. Paris’e gitmeden önce ona hayatındaki en derin acılardan birini yaşatan ve psikolojik olarak zarar veren kadına (Emilie (Milly) Thaulow) aşık olur. Kuzeni Carl ile evli olan Milly ile gizli bir ilişkiye başlar. Ancak başlarda heyecanlı ve güzel giden ilişkileri sonrasında Milly’nin Munch’tan sıkılmasıyla yön değiştirir. Bu sırada Munch, Oslo’da düzenli yapılan resim sergilerinde eserlerini sergilemeye devam eder. Ancak katıldığı sergilerde eserlerinin ilgi görmemesi ve eleştirmenlerden olumlu yorum alamaması üzerine bir de Milly’nin onu artık istemediğini öğrendiğinde, Munch derin bir bunalıma girer. Yaşadığı bu duygusal travma, sonradan yapacağı eserleri tabii ki etkiler…
 

Melankoli, 1891
Melankoli, 1891 | Fotoğraf: istanbulsanatevi.com

İşte Munch’ın çocukluk ve gençlik yıllarında hayatına sığdırdığı bu hüzünlü olaylar, henüz o yaşlarda zihninde ve ruhunda derin yaralar açar. Edvard Munch yaşadığı duyguları, duygu değişimlerini, bunalımları, depresyonları hepsini eserlerine yansıtır. Bütün duyguları tablolarda hayat bulur. En ünlü eseri “Çığlık” tablosuna baktığımızda onun ruhundaki haykırışları duyabiliyoruz adeta. “Melankoli” tablosunda ise yalnızlığını hissedebiliyoruz. Yıllara meydan okuyan pek çok ölümsüz eserin ardında farklı hikayeler var. Bu hikayelerin çoğu da mutlu hikayeler değil maalesef. Bu bize belki de şunu anlatıyor. Yaşadığımız her şey bizim için bir öğreti, başımıza gelen olumsuz olaylar sonrasında belki de bizler için güzel bir kapı açacak…

“Bana göre hayat bir hücredeki pencere gibidir – vaat edilen topraklara hiçbir zaman erişemeyeceğim.” Edvard Munch
 

Kapak Fotoğrafı: istanbulsanatevi.com

İlginizi Çekebilir: İlke Hazer’den Çığlık