Ebeveynler çocuklarına daima iyi bir aile ortamı sunduklarını ve  hoşlarına gitmeyecek herhangi bir durumu (çocuklarının kendinden farklı düşünmesi bile dahil olabilir) hiç hak etmediklerini söylüyorlar. İşte tam bu noktada yazarın “İyi aile yoktur” sözü aklımıza geliyor. Aileler gerçekten savundukları gibi iyi bir aile miydi yoksa iyi aile yok mu? 

Toplumumuzda var olan “bir şeyleri yapma yaşının geldiği” baskısını hepiniz bilirsiniz. Liseden sonra üniversiteye gitme, üniversiteden sonra iş bulma, iş bulduktan sonra evlenme, evlendikten sonra mutlaka çocuk yapma… Üzerimizde söz sahibi olmayan, verdiği tavsiyeleri kendisi bile hakkıyla yerine getirememiş olan herkes bir fikir belirtiyor. Peki herkes bu tekdüze aşamalardan geçmek zorunda mı? “Ee çocuk yapmayacak mısınız?” diyen her yetişkin yeterli-verimli bir ebeveyn olabiliyor mu yoksa kendi travmalarını atlatamadan hepsini bir başka nesile aktarıp üstüne yeni travmalar mı ekliyor? Herkesin çocuk sahibi olabileceği konusunda bu yersiz özgüven nereden geliyor? İsteyerek ya da istemediğinin farkında olmadan çocuk sahibi olan her anne-baba bu sıfatları kendi istek ve iradesiyle alırken, kendi iradesi dışında dünyaya getirdikleri ve altını temizleyeceklerini, ona maddi olarak belli bir süre destek olacaklarını, yedirip içireceklerini, rehber olacaklarını bildikleri bir çocuktan “onu dokuz ay karnında taşıdıklarının, yemeyip yedirdiklerinin, saçını süpürge ettiklerinin, gecelerce uykusuz kaldıklarının, altını temizlediklerinin” acısını çıkarıyor, hesabını soruyor?

Kültürümüz ne yazık ki her çocuğun bilinçaltına “Ben bu yapılanların altından nasıl kalkacağım, ben bunların bedelini nasıl ödeyeceğim?” sorularını işliyor ve çocuk hayatı boyunca omuzlarına ağır gelen bir baskı, sorumluluk, yük, kırgınlık, suçluluk hissinin altından kalkmaya çalışıyor. Ama ebeveynler çocuklarına daima iyi bir aile ortamı sunduklarını ve  hoşlarına gitmeyecek herhangi bir durumu (çocuklarının kendinden farklı düşünmesi bile dahil olabilir) hiç hak etmediklerini söylüyorlar. İşte tam bu noktada yazarın “İyi aile yoktur” sözü aklımıza geliyor. Aileler gerçekten savundukları gibi iyi bir aile miydi yoksa iyi aile yok mu? 

İyi Aile Yoktur
İyi Aile Yoktur | Fotoğraf: Unsplash/@0xhjohnson

Sert bir giriş yaptığımın farkındayım fakat bir öğretmen olarak çocuklar benim hassas noktam. Anne-babasının fotokopi makinesiyle çoğaltılmış hali olan, onların başaramadıklarını başarma görevi yüklenen bir kukla olan, “çok özel bir çocuk” olduğu iddia edilip türlü baskıya maruz kalan, yarış atı gibi koşturulan, kısacası her biri ayrı bir dünya olan binlerce çocuk var etrafımda. Çok uzun zamandır kendi travmalarını atlatamamış, kendini gerçekleştirememiş, öfke kontrolünü sağlayamayan, çocuğun iradesi dışında dünyaya getirdiği bireyin ihtiyaçlarını karşılayacak maddi güce sahip olmayan (bu listeyi çok uzatabilirim) kimselerin asla ebeveyn olmaması gerektiğini savunuyorum. Aynı fikri savunan Nihan Kaya’nın İyi Aile Yoktur kitabı listemdeydi ve iyi ki okuma fırsatı buldum. Özellikle Türk aile yapısından nasibini alan herkesin mutlaka bu kitabı listesine eklemesini öneriyorum. Peki neden iyi aile yoktur? “Yemeyip yediren, içmeyip içiren” aileler neden kara listeye alınmıştır? Gelin hep birlikte bakalım.

Nihan Kaya Kimdir?

Nihan Kaya
Nihan Kaya | Fotoğraf: Hürriyet

14 kitaba sahip olan Nihan Kaya, kurmaca eserleri kadar edebiyat, psikoloji ve estetik teori üzerine yazdıklarıyla da biliniyor. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu Kaya, University of Essex’te Psikanalitik Çalışmalar yüksek lisansını tamamladıktan sonra King’s College of London’da yazdığı doktora tezi Yazma Cesareti: Acının Yaratıcılığa Dönüşümü ile uzmanlaşıyor ve tezini kitaplaştırıyor. Psikoloji ve yaratıcılık alanlarında dünyanın çeşitli yerlerinde atölye ve seminerlerle birlikte, MEF Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde Psikanaliz ve Edebiyat dersleri veriyor.

İyi Aile Yoktur Kitabının Bölümleri

2018 yılında İthaki Yayınları’ndan basılan İyi Aile Yoktur eseri 4 ana bölümden oluşuyor. İlk bakışta daha çok anne-babaların okuması gereken bir kitap gibi görünse de aslında çocuk sahibi olan ya da olmayan, kültür ve aile kavramlarına dair sorgulamalarda bulunan herkesin okuması gereken bir eser. Kitap oldukça vurucu bir isme sahip olan “Çocukluk bir cehennemdir” bölümüyle başlıyor. Girişte bulunan “Yeryüzünde kırgın bir çocuk kalmayana kadar yazacağım.” cümlesi, yazarın kitabı yazmaktaki misyonunu açıkça dile getiriyor.

İlk bölüm; geçmişte yapılan araştırmaların sonucu olarak doğduktan sonra dokunulmayan bebeklerin yaşama tutunamadığının, kültürümüzde koşulsuzca seven ve affeden, tabir-i caizse saçını süpürge eden tarafın ebeveynler değil bilakis çocuklar olduğunun, çocukların da birey olmasına izin verilmesi ve onlara saygı duyulması gerektiğinin, herkesin cinsel istismar konusunda sesini çıkarıp her çocuğun ailesinden uğradığı sayısız istismara “senin için en iyisini isterler” kisvesi altında sessiz kalmasının, insanın en olumsuz tarafları ve travmalarını yansıttığı kişinin çocuğu olduğunun, bizimle tıpatıp aynı şeyleri duyan ve düşünen bir çocuğun ayrı bir birey olmadığının, kişinin belki kendisinin bile sonradan fark edeceği kimlik özelliklerinin ebeveyn olduktan sonra ortaya çıktığının, kültürümüzün “ah, anne yüreği işte” diye iç geçirdiği çoğu şeyin annenin çocuktan önce var olan güvensizlikleri, zaafları, kişisel zayıflıkları olduğu ve çocuk doğduktan sonra tamamen ona yöneldiklerinin, çocuk sahibi olmanın insanların bu duyguları dilediğince yaşaması için eşsiz bir imkan oluşturduğunun, dışarıdan mükemmel anne olarak gördüğümüz çoğu kadının sadece mükemmel ev kadını olduğunun ve çocuğun ondan talep etmediği lezzetli yemekler ve mum gibi evler sunarak takdir beklediğinin oldukça gerçekçi örneklerle anlatıldığı, birçok şeyi yeniden sorgulamamıza imkan sağlayan bir bölüm.

Ne de olsa çocuğuna cinsel istismar uygulamadığı, onu hastanelik edecek kadar dövmediği, açlığa terk etmediği sürece alkışlanıyor ve “anne yüreği”, “çocuğun iyiliği için”, “yemedim yedirdim” gibi yüceltmelerle kendi vicdanını rahatlatıyor. Sonra da yemeyip yedirdiği her şeyin acısını, dünyaya onun isteği ve iradesi dışında getirip bıraktığı çocuktan çıkarıyor. İsteği dışında dünyaya getirilen ve isteği dışında geçmişten bu yana kimin belirlediği bilinmeyen birçok fedakarlığın önüne sunulduğu çocuk, ömrünün geri kalanında hep bu fedakarlıkların faturasını ödemekle yükümlü oluyor. Duygusal istismar, baskı, zorlama yoluyla geri ödenmesi beklenen her şey; ebeveynlerin karşılıksız olduğunu iddia ettiği sevgi ve imkanlar. Çocuğunun çok sevgi görerek büyüdüğü iddia edilen evlerde sevgiyi iletme şeklinin yanlış olduğu, en önemlisi de çocukların saygı görmediği bir ortam var ve gelecekte depresyondan, özgüven eksikliğinden mustarip olacak bireylerin hepsi aslında bu evlerde yetişen çocuklar. 

İkinci bölüm modern eğitimin tarihçesiyle başlıyor. Geçmişte uygulanan ve günümüzde hala devam ettirilen, kanıksadığımız için yanlış olduğunun farkında bile olmadığımız hiyerarşi, zihinsel, fiziksel ve psikolojik istismar dolu eğitim sistemlerinin, sosyal, siyasal ve ekonomik ortam içinde anlatıldığı bölümde, Thom Hartmann’dan birçok alıntı yapılıyor. Burada dünyanın en iyi okulları olarak tabir edilen Montessori okullarında verilen eğitimin nasıl doğal bir süreç haline geldiğinden, her insanda kendiliğinden geliştiğinden, çocukların kendilerine bir şey öğretildiği baskısı olmadan öğrenmelerinin doğalarına nasıl uygun olduğundan ve çok daha iyi sonuçlar verdiğinden bahsediliyor. Peki neden geçmişte başarılı bir eğitim sistemi uygulanabilmişken, hala başarısız bir sistemde ısrar ediliyor? Çünkü amaç çocukların bir şeyler öğrenmesi değil, sindirilmesi. Otorite için tehdit oluşturmayan, sorgulamayan ve “düzgün” eğitilmiş insanların devrim yapamayacağı bilindiğinden, doğduktan sonra zaten ailesi tarafından sindirilmiş çocuklar, bir de hükümetin kontrol ettiği eğitim sistemlerince sindiriliyor. Okullar bir yazar, şair, sanatçı olalım diye değil, vatandaş olalım diye var. Üstelik bu baskıcı ve sorgulamanın yasak olduğu eğitim sistemiyle aileler de işbirliği içinde.

Bu bölümde yer verilen Amerikalı çocuk yazarı Helen E.Buckley’nin The Little Boy başlıklı hikayesine yer verilmiş ve daha önce duymadığım bu hikaye özellikle bir öğretmen olarak beni derinden etkiledi. Kısaca okulun çocuğu ne hale getirdiğinden bahseden bu öykü, aslında eğitim sisteminin çok yeterli bir özeti. Bu sistem içinde ayakta kalabilen, özgür ve yaratıcı düşünebilen çocuklar ise önbenliğine ailesi tarafından fazla ket vurulmamış çocuklar çünkü çocuğa gerek öğretmene gerek patrona gerek hükümete boyun eğmesini öğretenler, çocuğun benliğini zedeleyici davranışlarla onu dışarıdan  ve derinden yaralanmaya açık hale getirenler zaten aileleri. Çünkü aile çocuğun benliğini yok ediyor, türlü acıyı alıp onaylamasını istiyor, çocuğun kendini savunmasına müsaade etmiyorsa; çocuk da ömrünün geri kalanında acıyı alır, kabul eder, bir tokat yediğinde diğer yanağını çevirir hale geliyor. Üstelik çocuk ailenin ona olan olumlu ve olumsuz her davranışında kendini sorumlu görüyor. Çocuklara haksız ve suçlu olduğu sezdirilirse bu suçluluğu hayatları boyunca omuzlarında taşıyorlar ve en kötüsü çocuktaki bu suçluluk hissini onun dışında herkes sezebiliyor. Kısacası ailelerin çocuklara yapabileceği en kötü şey onları aç, susuz, evsiz bırakmak ya da cinsel şiddet uygulamak değil ve bu yüzden artık boş yere “Çocukları incitmeyin” pankartları açmak yerine onları eleştirel düşünebilen, kendi iradesiyle karar verebilen, karşı çıkabilen, hissedebilen, bağ kurabilen bireyler olarak yetiştirmemiz gerekiyor. Yetiştiremeyecekse de bu çocukları dünyaya getirip bırakmaktan vazgeçmemiz.

Üçüncü bölümde yazarın linçlenmesine sebep olan ve çokça tepki toplayan, kurban bayramında çocuğu kurban etmekle başlayan ve çocukların feda edilebileceğini onlara hissettiren kültür. Çocuklara anlatılacak dini hikayelerde çok dikkatli olunması gerektiği, çocuğun ebeveynlerinin dindarlığının nesnesi olamayacağı gibi çok önemli konulara değiniliyor. İçine doğduğumuz dini ve kültürel ortamın çocuk için uygun olmadığına ve anneliği sorgulamaya açmadığına dikkat çekiliyor. Çocuk üzerinde hakimiyet kurma amaçlı anlatılan hikayelerin çocukların kendilerini çabucak gözden çıkarılabilecek, değersiz bir varlık gibi hissetmesine yol açtığı, bir nevi çocuğu kurban etmek olduğu ve çocuğu kurban etmenin içimizdeki Tanrıyı kurban etmek olduğu oldukça makul ve mantıklı şekilde açıklanıyor. Dinin hassas bir çizgide yol aldığı Türk kültüründe yazarın böyle cesurca paylaşımlar yapabilmesi, hem sorgulaması hem de sorgulatabilmesi takdire değer.

Dördüncü ve son bölümde, son zamanlarda birçok kişisel gelişim kitabında üzerinde durulan ve belki de hiç bu açıdan bakmadığımız affetme konusuna ayrı bir pencereden bakılıyor. Yazara göre aslında travmalara ve hasara sebep olmuş ebeveynleri affetmenin şifa verici hiçbir etkisi yok ve bu yaklaşım daima anne-baba olma mertebesini göklere çıkaran ve hataları örtbas eden sistemin uydurduğu bir yalan. Mağdurun olana boyun eğmeye ve onu mağdur edenleri affetmeye zorlanmaması gerekiyor çünkü kişinin bazen kendisinin bile fark etmediği içinde kalan öfke yön değiştirip başkalarına yansıyor. Toplum tarafından yapılan “annendir, babandır, üzerinde emekleri var” şeklinde duygusal manipülasyonlar sebepli bir affetme, gerçek, kalıcı ve sağlıklı bir affetme değil ve kişinin acı çekme, yas tutma süreçlerini yaşamasını gerekiyor. Aksi halde bu psikolojik baskı, fiziksel sorunlara da sebep olabiliyor, yapılan araştırma sonuçlarına göre cinsel hayatı dahi etkileyebiliyor. Toplumumuzda bu kültürle yetişmiş çoğu psikoterapist aldığı eğitime rağmen hala hastalarını anne-babalarını affetmeye zorluyor, bu sebeple doğru bir psikoterapiste danışabilmek de mühim bir konu. 

“Gerçek bağışlama öfkenin yanından değil, tam ortasından geçer. Ancak bana yapılan haksızlığa kızabildiğim, canımı yakandan nefret edebildiğim zaman onu bağışlamam için önümde bir engel kalmaz. Erken çocuklukta mağdur kalınan istismarların hikayesi ortaya çıkarıldığında, bastırılmış öfke ve nefretin etkisi sonsuza dek sürmeyecek, artık yaşanabilen öfke ve nefret, olayların böyle olmasına karşı duyulan üzüntü ve acıya dönüşecektir. Bağışlama, kurallarla, yasaklarla, zorla elde edilemez. Bastırılmış, yasaklanmış bir nefret ruhu zehirlemediği zaman, kendiliğinden ortaya çıkar. Bulutlar dağıldığında güneşin parıldaması için zorlanmasına gerek yoktur, kendiliğinden parıldar.”

Son bölümde anne-babaların hayatta kendilerini gerçekleştiremedikleri veya çeşitli imkansızlıklar sebebiyle yerine getiremedikleri tutku ve arzularını çocuklarında görmek istemelerinden kaynaklanan onlara birer görev ve sorumluluk yükleme istismarından da bahsediliyor ve bunun altında yatan temel duygunun “kıskançlık” olduğunu savunuluyor. Kıskançlık oldukça ilkel bir duygu ve “çok iyi biri” olarak nitelendireceğimiz insanlarda bile bulunması kaçınılmaz. Fakat anne-babanın “Bizim zamanımızda bunlar yoktu, biz neler çektik, size sunulan imkanlar bize sunulmamıştı, hiçbirinin değerini bilemedin” şeklinde çocuğun kontrol edemeyeceği geçmiş yaşantılar sebebiyle suçlanması durumunda kıskançlık tehlikeli bir hal almaya başlıyor. İnsan uğruna feda edildiği duygu veya duruma körü körüne bağlanıyor ve bunu hayatı boyunca bahane olarak kullanmaya başlayarak adeta kurban rolüne bürünüyor. Kendisi feda edildiği için çocuklarını feda etme eğilimi de, kendisinin vazgeçmek zorunda kaldığı fakat çocuğunun talep etmediği her şeyi ona sunma ve bir karşılık bekleme eğilimi de bence aynı derecede patolojik. Bu kitap sayesinde eğer bu şekilde bir gölgelenme yaşanıyorsa, artık fark edip perdeleri kaldırabilmek mümkün.  Yazar son kısma dahil olan “Doğmamış Çocuğa Mektup” bölümünde gelecekteki çocuğuna, tespit ettiği bu hatalı davranışlarda bulunmayacağının sözünü veriyor.  

Alıntılar ve Alice Miller

Kitapta Alice Miller, Clarissa Pinkola Estes (Kurtlarla Koşan Kadınlar), Thom Hartmann ve Carl Gustav Jung’un alıntı ve fikirlerine çokça yer veriliyor. Nihan Kaya özellikle Alice Miller’ın referansına fazlasıyla başvuruyor hatta eserini “Alice Miller’a, çok derin bir saygı ve minnetle, çünkü bu kitabın, her okurunu ona götürmesini dilerim.” cümlesiyle açıyor. Yazar eserin son kısımlarında Alice Miller’a ait birçok kitap önerisinde bulunuyor ve kısaca içeriklerinden bahsediyor. Nihan Kaya’nın bir Alice Miller hayranı olduğu ve onu referans aldığı aşikar. Bu kitap üzerine bir konuşmamız sırasında theMagger Editörü İrem Çakır’dan Alice Miller’ın da bir istismarcı olduğunu öğrendim ve ilgimi çeken bu konuyu araştırdım. Psikolojide çığır açan bir psikanalist olan Alice Miller’ın oğlu Martin, asla aşk ilişkisinden doğmayan bir çocuk. Dünyaya geldikten sonra anne için hep o korkunç savaş günlerinin hatırlatıcısı oluyor. Babası, Martin’i her fırsatta dövüyor, hakaret ediyor, aşağılıyor ve cinsel olarak istismar ediyor. Alice Miller oğlunu, ona türlü işkenceyi çektiren bu babayla büyütüyor ve söylenene göre buna göz yumuyor.

İnsanların daima eksikleri, zaafları, çözemedikleri sorunları üzerinde çalıştıklarından veya bunun üzerinde çok durduklarından en çok bu konularda sivrildiğine inanıyorum. Görüldüğü gibi Miller da kendi trajedisini, çözemediği travmaları oğluyla tekrar ediyor ve belki de bunları yadsıyarak kendi kitaplarında “nasıl mükemmel ebeveyn olunacağını” anlatıyor. Martin Miller’ın annesinin ölümünden sonra yazdığı Yetenekli Çocuğun Gerçek Dramı adındaki otobiyografisi, Alice Miller’ın kitaplarını basan Alman, Fransız ve Amerikan yayınevleri tarafından defalarca reddediliyor ve Almanya’da yayımlanıyor. Martin annesinin asla kendi kitaplarında bahsettiği gibi biri olmadığını anlatarak gerçek kimliğini paylaşıyor ve kitabın arka kapak yazısında kendi travmasını atlatamamış kişilerin bunu bir sonraki nesle mutlaka aktaracağından bahsediyor. 

Kapak Fotoğrafı: Nesliay Ocakküçük

İlginizi çekebilir: Hatun Vera Altunöz’den Montessori Eğitimini Esas Alan Okul