Sanat tarihinde en sevdiğiniz akım hangisi diye soracak olsam birbirinden farklı cevaplar duymak mümkün diye düşünüyorum. Sanattaki bu tercih farklılığı sadece akımlar üzerinden gerçekleşmiyor. Aynı zamanda çizimin yapıldığı yüzey, eserin sergilendiği yer, sanatçının kullandığı teknik gibi daha birçok alt başlıkta da beğeniler, tercihler değişebiliyor. Bu yazımda hem stüdyoda hem de sokakta birbirinden etkileyici işlere imza atan sanatçı Pelin Çağlar’ı daha yakından tanıyıp, resim sanatının barındırdığı bu çeşitliliği konuştuk. Hadi gelin Pelin Çağlar ile yaptığımız keyifli röportaja yakından bakalım !

Öncelikle röportaj teklifini kabul ettiğiniz için gerçekten çok mutlu oldum, teşekkürler. Acaba theMagger okuyucularına kısaca kendinizden bahsedebilir misiniz?

Öncelikle merhaba, kısaca kendimden bahsetmem gerekirse 1993 yılında İzmir’de doğdum. Liseyi Ümran Baradan Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi’nde, resim bölümünde okudum. Aslında başta aklımda resim üzerine bir kariyer yapmak yoktu, hatta sinemaya çok ilgi duyduğumdan dolayı acaba sinemaya mı yönelsem diye düşünüyordum. Sinemaya olan ilgimden de dolayı üniversitede ise sahne tasarım bölümü okudum. Fakat bu bölümde mutlu olamayacağımı anladım, çünkü sahne tasarım çok kolektif bir bölüm ve bence ben o insan değilim çünkü bireysel çalışmayı daha çok seviyorum. Bu farkındalıkları edinince de 4 senenin sonunda okulu bırakmaya karar verdim. Ardından resim yeniden hayatıma girdi fakat resim yapmak için okulu bırakmadım, yani okulu bırakma düşüncesi zaten bir süredir aklımda olan bir konuydu. Daha sonra yağlı boya üzerinde yoğunlaştım. Ama şunu da söylemek istiyorum, yağlı boya üzerine doğrudan bir eğitim almadım, yani kendimi yağlı boya konusunda biraz alaylı görüyorum ve açıkçası bu hoşuma gidiyor. O zamandan beri de resim sanatı üzerinde ilerliyorum.

Sanatınız ile sokakta gördüğüm murallarınız sayesinde tanışma şansı yakaladım. Daha sonra sosyal medyanız üzerinden işlerinizi araştırınca sadece mural ve slap art (sticker art) ile sınırlı kalmadığınızı, birçok yağlı boya tablonuz olduğunu da fark ettim. Durum böyle olunca işlerinizi “sokak sanatı” başlığı altında ele almak acaba sanatınızı kısıtlar mı diye düşünmeye başladım. Siz sanatınızı nasıl tanımlıyorsunuz? İşlerinizi, sokak sanatı altında incelemek sizce sanatınızı kısıtlar mı?

Tuval üzerine çalışmak çok daha uzun süredir benim hayatımda, fakat sokak sanatının hayatımdaki yeri de aza indirgenemeyecek boyutta. Özellikle İstanbul’a gelmemle beraber sokakta olmak beni daha çok heyecanlandırdı. Bu nedenle sanatımı sokak ve atölye diye ayıramam çünkü iki alanda da iş yapmak beni çok etkiliyor ve iki alanda da kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Fakat, atölyedeki varlığımı kendime daha çok kanıtladığım için şu anki çabam daha çok sokakta var olmak üzerine. Zaten işin aslı bir kalıba girmeyi de pek sevmiyorum. Sonuçta haftalarca atölyemde bir çalışma üzerine yoğunlaşmayı, çizim yaparken her detayı düşünmeyi de çok seviyorum ama aynı zamanda sokaktaki o hızlı dinamiğin içinde üretim yapmayı da çok seviyorum.

Peki sanatınızı sokağa taşımaya nasıl karar verdiniz? Sokağa iş yaparken sizi motive eden şey nedir?

Sokağa girişim folyolar üzerine yaptığım çalışmalardan oluşan slap art (sticker art) çalışmaları ile başladı. Sonrasında belediyeler ve mekanlar ile anlaşarak yaptığım çalışmalarla sokakta daha aktif rol almaya başladım. Fakat tüm bunlar olurken tuval üzerine çalışmalarıma da hiç ara vermedim, hep hayatımda var oldular. Şunu da ek olarak belirtmek isterim ki sokakta hala kendimi çok yeterli görmüyorum, yani sokağa yıllarını vermiş insanlar varken çok iddialı konuşmaktan da kaçınıyorum. Sokakta iş yaparken beni motive eden şey ise sanırım sokağın ulaşılabilirliği, hızlı bir dinamiğe sahip olması. Bunların dışında atölyede çalıştığım zaman eğer atölyede biri yoksa tek başıma oluyorum fakat sokak öyle değil. Sokakta iş yaparken saatlerce izleyen oluyor, tanışıp sohbet etmek isteyen oluyor… İşte tüm bu etkileşimler insanı daha yaşayan bir şeyin içinde hissettiriyor ve bu durum beni sokakta iş yapmam konusunda çok motive ediyor.

Sanat sokakta icra edilince ulaşılabilirlik artsa da korunabilirliği azalıyor diye düşünüyorum. Eserinizin bir sabah uyandığınız zaman orada olmama ihtimalı sizi zaman zaman huzursuz ediyor mu? Sokağa iş yapma konusunda motivasyonunuzu düşürüyor mu? 

Bu soruyu cevaplarken Mr. Hure ile boyadığımız bir duvardan örnek vermek istiyorum. Mr. Hure ile duvarı boyamaya başlamadan önce binanın dış cephesinin kısa bir süre sonra boyanacağı söylendi. Yani bu demek ki işimizin üstü bir süre sonra boyanacak ve artık ortada öyle bir çalışma kalmayacaktı… Tabii ki yaptığımız duvarın hep kalmasını isteriz ama sonuçta yapılan çalışmanın bir saat sonra orada olmama ihtimalini kabul ederek bu yola çıkıldığı için, biz de bu durumu kabul edip, yine de duvarımızı yaptık. Yani hayır, kesinlikle motivasyonum düşmüyor hatta yaptığım bir çalışmanın her an kapanabilecek olması bana daha çok iş yapmam konusunda gaz veriyor. Ulaşılabilirlik konusuna gelirsek de bence sokağın sanatı bu kadar ulaşılabilir kılması müthiş bir şey. Sokakta ürettiğim bir şeyin ben tarafından yapıldığı bilinmese bile sorun değil çünkü orada “Pelin” olarak görülmektense, sokağa bir şey üretmek ve bu ürettiğim şeyi insanlarla buluşturmak çok güzel bir haz. Ben de sokakta tanıdığım/ tanımadığım sanatçıların çalışmalarını görüyorum ve bazen sonrasında tanışıyorum ya da tanışmasam bile sokakta gördüğüm o çalışma bana bir şekilde dokunuyor, bu benim için çok değerli bir şey. O nedenle ben de yaptığım sanatla sokakta üreten ya da üretmeyen kısaca sokaktaki insanlara dokunabilmeyi çok özel görüyorum ve bu durumdan çok besleniyorum.

Hem tuvallerin hem de sokaktaki duvarlar üzerinde sanatınızı görmek mümkün. Peki sizi en çok hangi yüzey üstünde çalışmak heyecanlandırıyor?

İki yüzey üzerinde de çizim yapmak benim için çok keyifli. Tuval üzerine çalışırken o an sadece sen ve tuval oluyor, yani o an atölyede dikkatimi dağıtabilecek ya da beni anlık etkileyebilecek şeylerin oranı çok daha az. Bu nedenle tuval üzerine çalışırken iç dünyamı, duygumu daha çok aktarabiliyorum. Mesela tuval üzerine çalışırken duygusal süreçlerimden dolayı hiç çizim yapamadığım zamanlar oldu. Duvarda çalışırken ise her şey çok daha heyecanlı. Bu heyecan sadece “biri yakalayacak” heyecanı değil, zaten çok illegal çalıştığımı da düşünmüyorum. Bahsettiğim heyecan daha çok sokakta çalışırken 5 dakika sonra ne olacağını kestiremiyorsun ve bu belirsizlik zaman zaman kaygı yaratsa da aslında beni çok anda tutan bir durum. Örneğin hava aniden güneş açabilir, biri soru sorabilir ya da aniden ortamın gürültüsü değişebilir ve tüm bu değişen şeyler yapılan eseri etkileyebilir. Sokağın bu bilinmezliği ve sahip olduğu hızlı dinamiği beni çok heyecanlandırıyor. Ayrıca tuval üzerine yaptığım işe reaksiyonu iş bittikten sonra alıyorum. Fakat sokakta öyle değil, sokakta iş yapış sürecinde reaksiyon almaya başlıyorsun, aynı konserde şarkı söyleyen bir sanatçının şarkı söylerken anlık reaksiyon alması gibi…. Duvar üzerine fırça ya da sprey değdiği an aslında yaptığın işi reaksiyona açık hale getiriyorsun, böylece duvara değdirdiğin ilk fırça darbesinden itibaren yaşayan bir şeyin parçası olmuş oluyorsun ve bu durumu çok seviyorum.

Sizi takip eden biri sokakta ya da galeride daha önce görmediği bir işinizi görse bile altında sizin imzanız olduğunu tahmin edebilir diye düşünüyorum. Zaten benim de en çok ilgimi çeken noktalardan biri; çalışmalarınızın sokakta görmeye alışık olmadığım tarzda işler olmasıydı. Siz bu özgün tarzınızı nasıl oluşturdunuz, nelerden ilham aldınız ve tarzınızı nasıl tanımlıyorsunuz? 

Aslında tarzımda hep bir değişme ve dönüşme var. Mesela “Bulanık” serisinden önceki çalışmalarıma baktığımız zaman çizimlerimde daha sert geçişler var ama “Bulanık” serisindeki fırça darbeleri daha yumuşak. Bu durum kullandığım tekniğin ve tarzın değişmesi demek, fakat o değişimi belli bir üsluptan (örneğin; imge kullanımı, renk kullanımı gibi) yakaladığım için, her ne kadar kullandığım teknik değişse de karşı taraf işi tanıyabiliyor. Sokaktaki çalışmalara da değinecek olursak, sokakta çok fazla fırça kullanılmıyor. Ben de sokakta ağırlıklı olarak fırça ile çalıştığımdan dolayı sokakta bir karakter yakalayabilmiş olabilirim. Fakat tuval üzerine çalışmalarımda olduğu gibi sokaktaki tarzımda da bir değişim dönüşüm var. Sokakta yaptığım ilk işlere baktığımız zaman sanatta klasik dönemi çok sevdiğim için daha çok barok, rönesans dönemlerinden ilham alarak yaptığım işleri görmek mümkün fakat barok çalışmaya ara verdim. Artık sokakta daha çok çektiğim fotoğraflardan ya da beğendiğim fotoğraflardan (tabii ki izin alarak) ilgimi çeken detayları resmimde figür olarak kullanacağım. Böylece eserlerimde Pelin’i daha iyi yansıtabileceğimi düşünüyorum.

Özellikle son yaptığınız işlere bakınca dikkatimi ilk çeken şey bulanık portreler oluyor. Peki nedir bu bulanık portrelerin hikayesi?

“Bulanık” serisi adı altında yaptığım tablolara başlamadan önce gözler üzerine bir seri yapıyordum. Bu göz serisi, yakın ilişkilerimde yaptığım gözlemler sonucu ortaya çıkan bir seriydi. Hepimiz belli hisler yaşıyoruz, zaten sürekli hisler ile var oluyoruz, fakat bu hisleri her zaman dışa vuramıyoruz, davranışlarımıza yansıtamıyoruz. Mesela birini sevdiğimiz zaman bunu direkt davranışlara yansıtamadığımız zamanlar oluyor ama bakışlar bir şekilde duygularımızı, düşüncelerimiz ele veriyor diye düşünüyordum. Tüm bunlar göz serisinin çıkış noktasıydı.

Fakat bir süre sonra bu göz serisinin beni yeterince yansıtmadığını düşündüm. Dedim ki biz aslında hissettiklerimizi saklarken ya da çok abartılı sergilerken bulanıklaşıyoruz. Örnek vermem gerekirse mesela kaygılı olduğumuz bir ortamda daha soğuk kanlı ya da özgüvenli durmaya çalışabiliyoruz. Fakat bunu yaparken bazen karşı tarafın anlam veremediği hareketler yaparak, o kaygımızı maskelemeye çalışıyoruz. Bu da karşı tarafın bizim davranışlarımızı anlamlandırmasını zorlaştırıyor ve aslında o kişinin zihninde bulanıklaşıyoruz. Ya da bazı şeylerin varlığı ve yokluğunun bizi bulanıklaştırdığını fark ettim. Tabii ki bulanıklaşma sadece dış dünyadan bir şeyin varlığı/yokluğu ile alakalı olacak diye bir şey yok. Bu bulanıklaşma kişinin içsel süreçleri ile de alakalı olabilir. Ben de bu seriyi yaparken “Beni bulanıklaştıran şey ne?” sorusunu kendime sorarak başladım ve tablolarımı gören kişilerin de aslında tekniğe, çizime ya da renk kullanıma odaklanmalarından ziyade, bu soruyu kendilerine sormalarını sağlamak istiyorum. Kısacası bu seride kişinin kendiyle yüzleşmesini ve onu neyin bulanıklaştırdığı ya da neyin netleştireceği konusunu sorguluyorum. Tabii ki ben de daha ne kadarını fark ettim ya da ne kadarını kabul ettim bilmiyorum ama en azından bu seri bana bu kavramı sorgulatmaya başladı ve ben de insanları sorgulamaya yönlendirmeyi hedefliyorum.

Sizinle sanat üzerine sohbet etme şansı yakalamışken folyo üzerine yaptığınız çizimlerin çıkış noktasını da sormak istiyorum. Nedir bu folyo üzerine çizilen portrelerin, çizimlerin çıkış hikayesi?

Folyo üzerine çizim yapma fikri aslında çok saçma bir şekilde başladı. Bir gün abimle otururken yemek sipariş ettik ve sipariş ettiğimiz yemekle gelen folyo çok kalın ve parlak olunca folyoyu atmak yerine üzerine çizim yapmak istedim. Ortaya çıkan şey çok hoşuma gidince de folyo üzerine çizim yapmaya devam ettim. Fakat daha sonra folyo üzerine yaptığım bu çizimleri çerçevelemek çok hoşuma gitmedi. Ben de bu folyo üstüne yaptığım çizimleri fotoğraflayıp, sticker’a dönüştürdüm ve sokağa yapıştırmaya başladım. Böylece hem folyo üzerine yaptığım çalışmaları sergileyecek keyifli bir yol bulmuş oldum, hem de daha önce de bahsettiğim gibi “slap art” ile sokağa adım atmış oldum. Anlayacağınız geri dönüşüm zihniyeti ile yaptığım bir şey olan folyo üzerine çizim yapmak, sokağa “slap art” ile adım atmamı sağladı.

Yanlış hatırlamıyorsam en son sokak ve graffiti sanatçısı Mr. Hure ile Cihangir’deki bir duvara beraber bir iş yaptınız. Sokakta gördüğüm eserler arasında beni en çok heyecanlandıran işlerden biri o oldu diyebilirim. Peki sizce o çalışmanın aynısı o duvar ebatlarında bir tuvale yapılsaydı, çalışmayı beğenen kitlede ve çalışmanın ses getirme/beğenilme oranında bir değişim olur muydu? 

Öncelikle Mr. Hure ile çalışmayı gerçekten çok sevdiğimi söylemekle başlamak istiyorum. Beni sokakta iş yapma konusunda hep motive eden ve yaptığımız her işte bana yeni şeyler katan çok değerli bir sanatçı kendisi. Soruya gelecek olursak, beğenilme oranında bir değişim olurdu ama bu değişim olumlu mu yoksa olumsuz mu olurdu diye soracak olursan, bence bu daha çok bakan kişiye göre değişecek bir durum. Aslında burada önemli olan nokta, tuvale ya da duvara yapılmasından ziyade o eserin nerede sergilendiği. Bir çalışmayı tuval üzerine yapınca, çalışma ya sanatçının atölyesinde ya da galeri/müze gibi ancak kişi isterse gidip görebileceği alanlarda sergileniyor. Fakat çalışmayı sokaktaki bir duvara yapınca o duvarın önünden seni seven, sevmeyen, bilen, bilmeyen birçok insan geçiyor ve eğer o duvarın önünden geçen kişi sanatın sokakta olmasına karşı olumlu düşünceler içinde değilse, tabi ki duvarda gördüğü o sanata daha az dikkat ediyor ya da o çalışmaya karşı daha az beğeni barındırıyor. Fakat bence Mr. Hure ile yaptığımız çalışmanın tuval yerine duvara yapılması işi daha çekici kıldı. Çünkü bir sanat eserinin tuval yerine duvarda olması ve galeri yerine sokakta sergilenmesi bir tezatlık yaratıyor ve bu durum da yapılan işi bence daha çekici kılıyor. Mesela sen benim atölyeme geldiğinde ya da galeriye gittiğin zaman orada bir takım sanat eserleri ile karşılaşacağını biliyorsun ama sokakta bir sanat eseri ile ya da sanatsal bir performans ile karşılaşmak tezatlık barındırıyor. Bu tezatlık da söylediğim gibi işi daha etkileyici kılıyor diye düşünüyorum. Sonuçta tuvalin üzerine bir çizim yapıldığında zaten o tuvali fonksiyonuna uygun kullanmış oluyorsun ama duvarın üzerine çizildiği zaman o duvar günlük fonksiyonundan çıkıyor ve o duvar senin tuvalin ve o sokak senin galerin ya da atölyen oluyor. Ama dediğim gibi bu durumu beğenen olduğu kadar beğenmeyen de var.

Sanatın dört duvar dışında da var olabileceği yavaş yavaş anlaşılmaya ve kabul edilmeye başladı diye düşünüyorum. Fakat hâlâ bir eserin müzede ya da galeride sergilenmesi eserin sanatsal değerini seyircinin gözünde arttırıyor mu diye de sorguluyorum. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce hala bir sanatçının eserini 4 duvar içinde görmek, o işin sanatsal değerini arttırıyor mu yoksa artık bu kalıp yargıları arkamızda bırakmaya başladık mı? 

“Galeri bir işin sanatsal değerini yükseltiyor” zihniyeti bana göre çok geleneksel bir bakış açısı. Bir eserde benim için önemli olan şey; sanatçı kendini ifade edebilmiş mi, edememiş mi sorusudur. Bu nedenle galeriye giren bir eser daha sanatsal, sokakta olan eser sanattan daha uzak gibi bir noktada bakmıyorum. Ayrıca insanların kafasında belli başlı kalıpları barındıran bir sergi algısı var. Fakat günümüzde birçok farklı konseptlerde işler sergilenebiliyor ve bu durum sanatçıyı daha özgür kılıyor. Zaten artık sanatı ve sanatçıyı soktuğumuz kalıpların yıkılmaya başladığını düşünüyorum. Ayrıca genelde sokak ve galeri üstünden tartışıyoruz ama bence günümüzde sosyal medya diye bir gerçek var. Yani çoğu sanatçı artık işlerini sosyal medya üzerinden de sunmaya başladı ve bir noktada sosyal medya da sanatın sunulabileceği bir alan haline geldi

Sokağa ya da galeriye/müzeye iş yapmaktan bu kadar konuşmuşken, gelecekte yeni işlerinizden ve onları nerede görebileceğimizden bahsetmek ister misiniz?

Gelecekte yani 2022’de “Bulanık” serisi için kişisel bir sergi açmak istiyorum. Daha yakın gelecekte ise bir aksilik çıkmazsa Eylül ayında Akaretler’de Art Weeks olacak ve orada yer alacağım gibi duruyor. Ayrıca bu ara sokakta da yeni bir şeyler yapmak için güzel bir duvar arıyorum, umarım bulurum.

Kapak Fotoğrafı: Pelin Çağlar

İlginizi çekebilir: Ezgi Cenk’ten İrem Güler ile Sokak Sanatı Üzerine