İstanbul Modern’in 27 Kasım’a kadar devam edecek olan Çok Sesli sergisi, geçtiğimiz haziran ayı sonunda açıldı. Farklı konseptler, dolayısıyla da ses ve mesajlardan kafalar karışsa da üzerine biraz kafa yorduğunuzda gerçekten de “çok sesli” olması anlamında sergiyi başarılı bulabilirsiniz. Sergiyi gezerken “Bu karikatürden bu videoya ne alaka geldik yani?” diye sorma potansiyeli olanlar için, aşağıda küçük bir rehber bekliyor…

çok sesli

Uzun zamandır İstanbul Modern’de büyük çaplı yeni bir sergi bekleyenler çok güzel bir haber oldu Çok Sesli sergisi. Üstelik yazın o neşeli ve renkli haline uygun olarak, 27 Haziran’da açılan serginin renkli bir tanıtım posterinin yanında sergi konusunun Türkiye’de görsel ve işitsel sanatlar arasındaki etkileşimi olduğu duyuruldu. Sergi açıldıktan birkaç hafta sonra katıldığım rehberli turda, sergiye hakim birinin anlatmasına rağmen serginin odağında bir dağınıklık olduğunu düşünmeden edemedim. Bir odada uzun uzun işitsel ve görsel sanatların kesişim tarihinden uzun uzun bahsedilirken bir bakıyoruz diğer tarafta politik bir söylem, başka bir tarafta bir şehrin tepesinden verilen kentselleşme mesajları var. Belki net bir gruplandırma olsa gezenlerin de kafası daha net olurdu fakat; arada kalıplara uymayan diğer “sesler” için bundan kaçınılmış sanırım. Yine de kaçıranlara bir ön rehber olarak, yorumlayabildiğim kadarıyla en sevdiğim işlerden yola çıkarak belirlediğim üç ana konuya göz atıp gitmekte fayda var.

???????????????

Türkiye’de Görsel Sanatların ve Müziğin Kesişimi

Aslında Çok Sesli sergisinin girişindeki Repertuar çalışması, duyurularda yaratılan beklentiyi karşılıyor. Hepsini tek tek okuması oldukça uzun sürse de Repertuar, Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayıp yakın dönemdeki tanıdığımız sanatçılara gelerek Türkiye’de müzik ve görsel sanatların -sanıyorum daha önce hiçbir yerde toplu olarak bahsedilmeyen- kesişimlerini detaylı bir biçimde anlatıyor. Sadece görsel ya da sadece işitsel sanatçılar olarak tanıdığımız Fikret Mualla’dan Zeki Müren’e birçok sanatçının diğer dalla ilginç kesişim noktalarını öğrenmiş oluyoruz. Böyle bir girişle sergiye başlayınca, devamının da bu kesişimlerden örnekler veya benzer kesişim çalışmaları görebileceğinizi düşünürken, işte tam da orada, konu biraz dağılıyor. Girişini Repertuar’ın yaptığı serginin devamı sayılabilecek aslında sadece birkaç iş var. Bunlardan Repertuar’a en yakın olanı, opera sanatçısı Semiha Berksoy’un bir yandan sesini dinlerken diğer yandan görsel işlerini inceleyebileceğiniz oda. Burhan Doğançay’ın Mavi Senfoni’si de benzer şekilde,  İstanbul Modern’in siparişi üzerine Türkiye’de ilk kez bir resimden esinlenerek müzik bestesi yaratıldığı için görsel-işitsel sanat tarihindeki kesişen noktalara güzel bir örnek.

underscene

Yukarıdakiler kadar net ilintili olmasa da yine bu bağlamda değerlendirebileceğimiz daha genç sanatçıların elinden çıkan işler; Borga Kantürk’ün yarattığı odada Unutturamaz Seni Hiçbir Şey’i dinletmesi ve Merve Şendil’in Türkiye’de alternatif müzik araştırması yaparak amatör müzik gruplarının kaydını tuttuğu, 80’lerde doğanların kasetlerle nostalji yaşayabilecekleri “Underscene Project” olmuş.  

Şehrin Sesi

Serginin en çok hoşuma giden işleri, bana en çok sevdiğim bienal olan 2012’de gerçekleşmiş kentsel dönüşüm konulu İstanbul Tasarım Bienali “Musibet”i* hatırlatan şehir ve kentleşme ile alakalı olarak grupladığım işler oldu.

Fikret Atay’ın Batman’da bir tepede teneke kutularla müzik yapan bir genci çektiği “Tinica” ve Ferhat Atay’ın yine muhtemelen bir tepede, fakat bu kez Ankara’da başörtülü bir kadına Hallelujah’ı söylettiği (daha doğrusu, söyler gibi yaptırdığı) videoda kentlerin gerçek sahipleri (ya da “diğer” sahipleri) hakkında düşündürüyor. Bunların yanında; bir şehrin ve çevresinin enstrümanlarla olan etkileşimine; şehir, su ve çölde yuvarlanarak ses çıkaran vurmalı çalgıları izleyerek tanık olduğumuz Nevin Aladağ’ın “Session”, Türkçe adıyla daha bir anlamlı olan “Üçlü Taksim” videosu, en keyif aldığım işlerden biri oldu.

Sergideki favorim ise, kendisinin de İzmirli olduğunu öğrendiğim Hale Tenger’in, Kordon boyundaki çocukluğumuzun (hatta hala İzmir sahillerinde sıkça görülen) balonlarıyla bizi buluşturduğu “Deniz Üzerinde Balonlar”. Balonları vurarak kazanılan oyunda, balonların yansımalarına işaret ederek gerçek ile yanılsama arasında sıkışıp kalan bireyin ikilemlerini hem görsel, hem sesli olarak çok  güzel bir yerleştirme ile anlatmış Tenger. Kaba tabirle, o “balonlu odayı” kaçırmayın derim! 

Çatlak Sesler, Politik Vuruşlar

Bir süredir şehirlerimize de kulaklarımıza da yerleşen çatlak sesler, propaganda ve isyan, bu sergide de yerini bulmuş. Serginin en çok iki büklüm olunup, hatta yer yer sıraya girilip resmi çekilen işlerinden biri, Vahit Tuna’nın iktidarın dev megafonuna maruz kalmış, aşınmış kum tepede oturan insan figürüydü.

propo

Yine politik mesaj veren bir diğer iş ise, bir odaya girerek aşırı cızırtılı, çığlıklığa, hatta gürültü olarak algılayabileceğiniz seslerle 1930’lu yılların tek partili Türkiye’sinde yazılmış milliyetçi şiirleri dinlediğiniz, Erinç Seymen’in “Bir şiir için performans” videosu. Rahatsız edici mi? Evet. Seslere katlanmak zor mu? Evet. Ama toplum olarak kulak kapattığımız birçok şey olduğunu düşününce bazen rahatsız olmak iyidir.

Çok Sesli!

Biraz tersten gitmek olsa da, sergiyi gezdikten sonra “yani ne anlatılmak istenmiş?” diye okuduğum açıklamalarda, İstanbul Modern Küratörü Çelenk Bafra’nın sergiyle alakalı yaptığı açıklamada, sergide mutlak bir ahenk aranmaması gerektiğini okudum. Bafra; serginin, içinde bulunduğumuz coğrafyanın kültürü gibi çoklu, çoğulcu ve çok sesli olduğunu söylemiş. İçinde bulunduğumuz coğrafyayı anlamak güç olduğu gibi sergideki bağlantıları da hemen kavramak güç olsa da, yine de en azından size hitap eden kısımlardan oldukça zevk alabileceğiniz bir sergi Çok Sesli. Olaydan kopmayıp daha odaklı gezmek için ise, siz en iyisi benim gibi yapmayın önceden hem bu yazıyı, hem de serginin basın bültenini detaylıca bir okuyun! İyi gezmeler!

Musibet / Büyük Dönüşüm Ekseninde, Tasarımda Bağlam ve Anti-Bağlam’ın Estetizasyonu” isimli sergide, İstanbul’da ve Türkiye’nin farklı kentlerinde yaşanan kentsel dönüşüm süreçleri ve bu süreçlerle kol kola giden, biri bağlamın ve özgüllüğün, diğeri bağlamsızlığın ve yeniciliğin estetizasyonu olarak adlandırılabilecek birbirine zıt iki tasarım yönelimi ele alınıyor.