Yahudi soykırımı mevzusu meşakkatlidir. Bugüne kadar sayısız filme ve kitaba konu olmuştur ama bunlardan çok azı iz bırakabilmiştir. Böyle hassas bir konuyu sanatın içine yedirebilmek her babayiğidin harcı olmadığı için çok da şaşırmak lazım ama illa bir sebep aranıyorsa, sebep aslında basit: Soykırımın iki şekilde işlendiğini gördük şu ana kadar. Ya insanları daha derinden etkileyebilmek adına duygu sömürüsü had safhada verilir, ya da gerçekliği çarpıtmamak adına eser, belgesel ciddiyetine büründürülürdü. Herkesin aklında yer eden nadir film ve kitaplar ise bu denklemin tam ortasında kalanlardı.

maus

Konu hassas olunca yanılgıya kapılmak da kolay tabii ki. Burada elzem olan, ne duygunun ne de mantığın dozunu kaçırmamak. İşte Art Spiegelman, bunu bir grafik romanla başarmış. Bu romanda Yahudiler fare, Almanlar kedi, Polonyalılar domuz, Fransızlar kurbağa, Amerikalılar ise köpek olarak resmedilmiş. Spiegelman babası aracılığıyla soykırımı anlatmış bize. Annesinin, babasının, kardeşinin ve tüm akrabalarının yaşadığı soykırımı. Kendisi henüz doğmadığı için dışında kaldığı bu öykünün yazarı olmuş, böylece ailesinin ortak geçmişini ucundan kıyısından yakalamış. Bunu yaparken çuvaldızı hem kendisine hem de babasına batırmaktan da çekinmemiş. Okuyunuz.

“Ama oraya, Auschwitz’e, Mandelbaum’un enkazı gelmişti. Pantolonları 2 kişinin sığacağı gibiydi, kemer diye kullanabileceği bir ipi bile yoktu. Bütün gün tek eliyle  pantolonunu tutuyordu. Ayakkabısının teki, ayağının giremeyeceği kadar küçüktü. Biriyle değiştirmek için ayakkabıyı elinde tutması gerekiyordu. Öteki ayakkabı gemi kadardı. Ama en azından giyebiliyordu. Mevsim kıştı ve her yere bir ayağını kara basarak gitmek zorundaydı.”

“Tanrım. Yalvarırım Tanrım. Lütfen bir iple, ayağıma uyan bir ayakkabı bulmama yardım et. Ama Tanrı  buraya girmiyordu. Kendi başımıza bırakılmıştık.”