Berkun Oya’nın İstanbullularca beklenen yeni oyunu (aslında yeni demek ne kadar doğru bilmiyorum, sezonun ortasına geldik) “Babamın Cesetleri” bir süredir KREK’te sevenleriyle birlikte. Bilet bulmanın neredeyse imkansız olduğu, yeni gösterim duyurusu yapıldıktan birkaç saat içerisinde tüm biletlerin tükendiği oyuna Ocak sonu itibariyle anca bilet bulabildim.

babamın cesetleri

Babamın Cesetleri“, benim izlediğim ilk KREK oyunu. “Güzel Şeyler Bizim Tarafta”nın methini çok duymama rağmen ne geçen sezon ne de bu sezon bilet bulabildim. İsmim yedek listesinde, bekliyorum umutla. Bu nedenle yazı ilk kez bir Berkun Oya üslubu ile karşılaşmış birinin izlenimleridir. Önceki oyunları ile karşılaştırmalar içermez.

İlk önce KREK ve mekanı ile başlamakta fayda var. Bulunduğu mahalle itibariyle çölde vaha niteliği taşıyan santralistanbul‘un içerisinde. santralistanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin üç yerleşkesinden (Dolapdere, Kuştepe, Santral İstanbul) birisi. Bilgi Üniversitesi bulunduğu yerleşkeleri hep şehrin alt gelir kesiminin yaşadığı yerlerden seçmiş ve buraları birer cennet mekana dönüştürebilmiştir (ki buna kapitalin gücü deniyor). Özellikle santralistanbul projesiyle üniversitenin eğitim görevi ile sanatı üretmesi ve yayma görevi bir araya gelmiş, kapılarını KREK gibi topluluklara açarak bu oluşumda üniversite dışındakilerin de katkıda bulunmalarına imkan tanınmıştır. Bununla birlikte sık sık misafir ettiği dünya starları, düzenlediği uluslararası konferanslar, restoranları, müzesi, tiyatrosu, park-bahçesi ile tüm şehre enerji yayan eşsiz bir kültür/sanat/eğitim mekanı burası. Gerçi Tamirane’nin santralistanbul’daki mekanını kapatma kararıyla anladık ki Bilgi Üniversitesi bu alanı sadece üniversiteye ait, yalnızca eğitim faaliyetleri için kullanılacak bir mekana dönüştürmeyi hedefliyormuş. Dilerim şehir ile etkileşimde olması ile övünen (ki bu nedenle üç yerleşkesinin üçünü de mahrum bölgelerde açan), içe kapanıklıktan kaçan bir üniversitenin böylesi bir adım atarak santralistanbul’u kendine ayırdığı bir yer haline getirmez.

Gece vakti santralistanbul’a gelmişseniz müzeden yükselen ışıklardan, bahçeye asılmış fenerlerden etkilenmemeniz imkansız. Biraz yerleşkenin ortalarına doğru ilerlerseniz KREK’i hemen göreceksiniz. KREK küçük, şirin bir kulübede bulunuyor. Sahne ve salon olarak bir hayli küçük bir yer. Bilet bulmanın neden bu kadar zor olduğunu, nasıl olur da biletin birkaç saat içinde tükenebildiğini (bir de prömiyerde değil her sezon her oyunda) salona girer girmez daha iyi anlaşılıyor. Birçok tiyatro ekibinden daha çok ünlenen KREK’in oyunlarına olan talebi o salonda değil bir sezonda, on sezon oynasa yine karşılayamaz. Orta/ Orta-üstü bir salonun tek temsillik izleyici sayısına bir sezonda ancak ulaşabilir KREK. Buna zorunlu mudur? Hayır, elbette değildir. İzlemeye gelenlere aştıkları büyük zorluklar, tuttukları uzun bilet nöbetleri sonunda “seçkin tiyatro izleyicisi” payesi kazandırmış olmayı da seçebilir, geniş kitlelere oynamayı da. Bir de oyunda kullanılan teknik böylesi küçük bir mekanda oynamayı gerektiriyor, bunu da unutmamak gerekir.

babamın cesetleri2

Berkun Oya, sahneye koyduğu oyunlarda tiyatronun alışılmış seyirlik alışkanlıklarını değiştirmekten hiç çekinmiyor. Oyunda seyirci ile oyunu birbirinden ayıran bir cam kullanılıyor. Sahnedeki konuşmalar oyun öncesinde dağıtılan bir cihaz ve buna bağlı kulaklık sayesinde duyulabiliyor. İşte bu ikili bize iki buçuk saat boyunca bambaşka bir tiyatro deneyimi yaşatıyor, alışmadığımız, sanki tiyatro değil gibi. Aradaki cam ve sesin direkt değil de kulaklık gibi bir aracı ile ulaşması oyunu hem kişiselleştiriyor hem de tiyatroyu sinemadan, TV dizisinden ayıran en büyük özelliği olan “canlılığı” ve “samimiyeti”ni çekip alıyor. Zaman zaman televizyon izliyormuş izlenimine kapılmak çok kolay. Aynı anda hem camı çerçeveyi kırıp dokunabileceğim kadar gerçekler hem de ışıklar kapandığında geriye yalnızca camın parlamasını bırakacak kadar dijital. Oyunu izlerken ağlanılanın, acıklı olanın, başa gelsin istenmeyenin sınırın öte tarafında olduğunu bilip rahatlarken hemen ardından sizi oyunla ayıran camın aslında oyun kadar izleyenleri de bir “taraf” yaptığını öğrenip gerilebileceğiniz deneyim.

Bunun yanında kulaklıklardan duyulan sesin derinliği ve çeşitliliği karşısında etkilenmemek elde değil. Görsel anlamda olduğu kadar kulağınızdaki seslerle de sizi ele geçiriyor “Babamın Cesetleri”. Sahnedeki sesin (hala işin sırrını çözemesem de) pek başarılı bir şekilde kulaklıklarımıza aktarılması oyuna çokça artıpuan kazandırıyor. İlk önce oyuncular fısıldaması gerektiği yerde fısıldıyorlar. O an repliğin kulağınıza fısıldanması oynanan oyunun da oyuncunun da etkileyicilik katsayısını şaha kaldırıyor. Yalnızca oyuncuların sesleri mi? Nesnelerin tıkırtıları, kıyafet hışırtıları, nefes alış verişler tüm sesler seyirciyi (en azından beni) çok etkiledi.

babamın cesetleri3

Oyun bir hastane odasında geçmekte. Ömrü boyunca savaş muhabirliği yapmış ve Dünya’nın dört bir yanında savaşları kovalayıp durmuş bir baba. Ardında bıraktığı bir aile ve hastane odasında şahit olduğumuz karşılaşmalar. O odada arta kalan ve babanın yolluğunda ardında biriken her şey gün yüzüne çıkıyor. Yönetmen (!) bir abi, sinirli kardeşi, karısı, anne, baba arasında dönüp dolaşan bir hikaye bu. Anne bu öyküye dışarıdan dahil oluyor, kulaklıklarımıza. Böylelikle oyuna cismani olarak dahil olmadan oyunun en etkileyici sahnesine imza atabiliyor. Karakterlerin her birinin bir hikayesi var. Babanın, büyük oğlun, küçük oğlun, gelinin hepsinin… Sonra tüm hikaye yine babanın hikayesi ile hemhal oluyor.

Oyunda en çok dikkat çeken, çıkışta da konuşulan babanın 20 dakikalık aralıksız monoloğu oldu. Bu sahneye kadar afiş ile oyun arasında bağlantı kurmaya çalışan, ancak başarılı olamayan zihnim bu yirmi dakikanın sonunda rahatlıyor. Baba (Şerif Erol) bu yirmi dakikayı çok başarılı bir şekilde oynuyor. Ritmini her an sabit tutarak, ölüm eşiğinde bir hasta olmadığını unutmadan ama aynı zamanda anlattıklarının heyecan uyandırmasını sağlayacak bir şekilde tamamlıyor.

Öner Erkan’a da bu yazıda bir yer ayırmak gerekiyor şüphesiz. Kabul edelim ki oyuna gelenlerin yarısı KREK’in yeni oyunu için gelmişse diğer yarısı da Öner Erkan’ı izlemek için gelmiştir. Bu yüzden Öner Erkan’ın daha önceden rol aldığı dizilerle izleyicilerin zihinlerinde oluşturduğu karakterleri yıkıp yerine oyundaki rolünü inşa etmesi hayli zor iş. Oyun bittiğinde bunu başarıyla yerine getirdiğine herkes hemfikirdi sanırım.