Konuyu hiç eğip bükmeyelim; Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsanız cahille karşılaşma olasılığınız oldukça yüksek. Kısaca ilgili rakamlara bakalım: Türkiye’de ortalama eğitim yılı yaklaşık 9 sene. 25-64 yaş arasında lise mezunu olma oranı %36 (geri kalanı ise maalesef lise düzeyinin altında bir eğitim seviyesine sahip). Bu oran OECD Ülkeleri arasında ise %76 olarak açıklanıyor. Uluslararası ve Türkiye Yayıncılar Birliği’nin rakamlarına göre Türkiye’de kişi başına basılan kitap sayısı ortalama 8 adet. Günlük kitap okuma süresi ortalama 7 dakika; televizyona ayrılan süre ise günde 6 saat. Kitap okuma alışkanlığında dünyada 86. sıradayız. Okuyanın da %65’i aşk, %24’ü güncel siyaset, %7’si de kişisel gelişim kitapları okuyor. Kitap ihtiyaç sıralamasında 235. sırada yer alıyor. Çocuklara kitap hediye etmede 180 ülke içinde 140. sıradayız. Avrupa’da evde bulunan kitap sayısında ise bir tek Hırvatistan’ı geçmişiz. (Onlar sanırım okumak yerine spor yapıyorlar; faydalı başka bir işle uğraşıyorlar.) 

Cahilleri Tanıma Üzerine | Fotoğraf: Thiago Matos (pexels.com)

Yıllar önce 1999 Ekim’inde, bir cumartesi sabahı, katıldığım bir eğitim ziyareti sonrasında İstanbul’a geri dönmek için Köln Havaalanı’ndaydım. Pasaport kontrolünü ve diğer işlerimi tamamladıktan sonra kahvemi alıp bir yere oturdum ve Almanya’da okumaya başladığım Zygmunt Bauman’ın ‘Thinking Sociologically’ kitabına devam ettim. Bir iki sayfa okuduktan sonra karşımda oturan biri, ki o da İstanbul uçağını bekliyordu, bana alaylı bir biçimde sabah sabah niçin o kitabı okuduğumu sordu ve hava atmak, gösteriş için okuduğumu ima etti. Ben de bu kişiyi ciddiye alıp açıklama yapma gafletinde bulundum. Bilemiyorum ya ikna ettim (Sosyoloji alanında yüksel lisans tezimi yazdığımı ve dolayısıyla ders amacıyla okuduğumu söyledim.) ya da o ikna olmuş gözüktü ama bir şekilde konuyu kapattı. Uçağa binip koltuğa oturduktan sonra açıklama yaptığım için kızdım kendime. Adama kibarca “kendi işine bakmasını” söyleyebilirdim ama ben medeni olanı seçmiştim.

Bu olayın üzerinden 2-3 yıl sonra başıma gelen bir başka olay ‘cahillere’ laf anlatmamak gerektiğini, onlara açıklama yapmanın veya onları kale almanın insanı nasıl sıkıntılı bir duruma sürükleyebileceğini gösterdi: Türkiye ile Fransa arasında yine siyasi konular ile ilgili bir gerginlik vardı. Konu ile ilgili olarak biriyle tamamen alakasız bir ortamda tartışmaya girdik. Ben onun hoşuna gitmeyen şeyler söyledim. O hanımefendi de bunun üzerine beni cahillikle, okumamakla ve dünyayı anlamamakla suçladı. Ben yine kibarca ona eğitimimden, çalıştığım alanlardan bahsettim. Bunun üzerine sinirlendi ve en son ne okuduğumu sordu. Ben de aynı anda birkaç kitap okuduğumu söyledim ve okuduklarımı saymaya başladım. Okuduğum kitaplar arasında Foucault’un Entelektüelin Siyasal İşlevi yapıtını da sayınca yazarın Fransız olduğunu anlamış olacak ki (demek ki o kadar da cahil değilmiş) “hah” dedi, “o nereli” diye sordu. “Fransız” dedim. “Bak gördün mü?”dedi, “O da Fransız. Fransızları okuyorsun, onlardan tek taraflı bilgi alıyorsun”. Beni yakaladığını düşünüyordu. (Bir yarı cahili taktimimdir) Bir an Foucault kim, ne hakkında yazmış, anlatmaya yeltendim ama çok doğru bir kararla konuşmayı sonlandırdım; yanından ayrıldım. Bu olay benim cahillere yönelik davranışlarımı değiştirme kararı aldığım bir dönüm noktası oldu.

Cahilleri Tanıma Üzerine | Fotoğraf: Bülent Tunga Yılmaz

Konuyu hiç eğip bükmeyelim; Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsanız cahille karşılaşma olasılığınız oldukça yüksek. Kısaca ilgili rakamlara bakalım: Türkiye’de ortalama eğitim yılı yaklaşık 9 sene. 25-64 yaş arasında lise mezunu olma oranı %36 (geri kalanı ise maalesef lise düzeyinin altında bir eğitim seviyesine sahip). Bu oran OECD Ülkeleri arasında %76. Uluslararası ve Türkiye Yayıncılar Birliği’nin rakamlarına göre Türkiye’de kişi başına basılan kitap sayısı ortalama 8. Günlük kitap okuma süresi ortalama 7 dakika; televizyona ayrılan süre ise günde 6 saat. Kitap okuma alışkanlığında dünyada 86. sıradayız. Okuyanın da %65’i aşk, %24’ü güncel siyaset, %7’si de kişisel gelişim kitapları okuyor. Kitap ihtiyaç sıralamasında 235. sırada yer alıyor. Çocuklara kitap hediye etmede 180 ülke içinde 140. sıradayız. Avrupa’da evde bulunan kitap sayısında ise bir tek Hırvatistan’ı geçmişiz. (Onlar sanırım okumak yerine spor yapıyorlar; faydalı başka bir işle uğraşıyorlar) 

Hani ilkokul münazaralarının en klişe iki konusundan biri vardır ya ‘’Çok okuyan mı bilir çok gezen mi?’’ Diğeri de “Sanat sanat için midir yoksa sanat toplum için midir?”. Okumuyoruz; bari bilgi açığımızı gezerek kapatalım değil mi? Ama 2019 verilerine göre Türkiye’den yurtdışına gidenlerin toplam sayısı yaklaşık 8 milyon. Bunların büyük çoğunluğu ise Hac için Suudi Arabistan’a ya da KKTC’ye gitmiş. Sonrasında ise akraba ziyareti için Almanya var. Ardından da gitmek için pasaporta gerek olmayan Gürcistan ve Ukrayna bulunuyor. Gürcistan ve Ukrayna seyahatlerinin kültür amaçlı olduğuna şüphem yok (!) ama bu düşüncemi kanıtlayacak ilgili bir istatistiğe ulaşamadım maalesef. Dediniz ki “Ülkemiz cennet, ne işimiz var gavur ellerde.” O zaman buyurun iç seyahat rakamlarına… 2019 yılı itibariyle ülke içinde toplam 79 milyon civarında seyahat yapılmış. Bunların 49 milyonu yakınları ziyaret, halk arasındaki tabirle memlekete gidiş-geliş. 

Az okuyoruz az geziyoruz, az eğitim alıyoruz. Peki nereden bilgi edineceğiz de cahil olmayacağız? Türk halkının birinci ve ezici bir şekilde bilgi kaynağı televizyon. Bu 6 saatte de insanların Viasat History veya National Geographic seyretmediği de ortadayken birinci ve en büyük kaynaktan da pek bir şey öğrenemedik. Diğer kaynaklara bakalım: özellikle de son dönemde Facebook ve WhatsApp grupları. Oralarda da kuantum fiziği, modern sanat, Berlin Film Festivali konuşulmadığına hemfikiriz sanırım. 

Cahilleri Tanıma Üzerine | Fotoğraf: KoolShooters (pexels.com)

Tüm bu karamsar tablo sizi yaşadığınız toplumda cahillerin ortasına bırakıyor. Benzer bir cahillik seviyesini ABD’de görmüştüm ama o sistem ayrı bir tartışma boyutu. Kendi içinde sorunları olduğu kadar erdemleri de var. 

Öte yandan cahilliğin ve cehaletin bir başka karanlık bir yüzü daha var; onu yeryüzünden silinmesi gereken bir insanlık durumu, bir tutum haline getiren. Yukarıda bahsettiğim örneklerde ne Köln Havaalanı’nda karşılaştığım adam Baumann’ı, ne de tartıştığım kadın Foucault’yu bilmek zorunda değil. Dolayısıyla onları cahil yapan, cehaletin pençesine atan bilmemeleri değil. Adam belki de çok iyi bir mühendis, tartıştığım kadın belki çok iyi bir bankacı ama yine de cahiller… Belki de cahilliğin en kötüsünden, yarı-cahillikten, mustaripler. Cehaletleri bilmedikleri bir konuda kendilerini yetersiz hissedip, karşı saldırıya geçmeleri. 

Cahillik (cehalet) bilmemek ile doğrudan alakalı bir olgu değil. Keza, cahilliğin diploma sahibi olup olmamakla da kesin bir ilişkisi yok. Evet, eğitim cahilliğin en büyük antikoru ama öte yandan yaşamımda diploma sahibi olmayan ama işini düzgün yapan, etik değerleri çok yüksek olan ve konumuzla da ilgili olarak bilgiye önem veren, saygı gösteren bir sürü insan tanıdım. Örneğin ayakkabılarımı yıllardır boyayan, tamir eden lostracı Bilal Usta; Kapalıçarşı’da atkı ve fularlarımı aldığım dükkânda çalışan Mustafa ve beni yıllarca okula götürüp getiren Ahmet Abi… Bu liste uzayıp gider. Bu insanlarla ‘Postmodern şiirin mikro-estetik eleştirisini’ tartışamazsınız ama onlara sonuna kadar güvenebilirsiniz. Bilgi ile bilgelik arasında doğrusal, zorunlu bir ilişki olmadığını kanıtlarlar. “Bilim” sahibi olmanın “İrfan” sahibi olmaya yetmediğini onları ve onlar gibi insanları tanıdıkça anlarsınız. Size saygı gösterirler, sizden de saygı görmeyi hak ederler.

Konu cahillik olunca elbet Dunning-Kruger Etkisi’nden de söz etmek gereklidir. Özetle, sosyal psikologlar David Dunning ile Justin Kruger tarafından geliştirilen bu teori kısaca “Cehalet, gerçek bilgiye sahip olmanın aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır.” der. Bu teoriye göre ‘‘Niteliksizler ne kadar niteliksiz olduklarının farkında değildirler ve nitelikli biriyle karşılaştıkların da bu kişinin niteliklerinin farkına varamazlar.’’ Daha da ileri gidip ‘’Kendi niteliklerini abartma eğilimi’ gösterirler. Türkçe’de “Cahil cesareti” veya “Cahil cüretkâr olur, kendini alim sanır” tanımlamaları tam da bu durumu anlatır. 

Bunca yıllık deneyimlerim, gözlemlerim ve Dunning-Kruger Sendromu bağlamında kendimce bir cahil tanımı geliştirdim. Bu tanım bağlamında da cahillerin bazı ortak özelliklerini şu şekilde sıralayabilirim: 

  • Kendi anlamadıkları ve bilmedikleri şeylerden başkalarının zevk alabileceğini düşünmezler-düşünemezler. Özellikle de kendilerince elit gördükleri şeylerden zevk alanların bunları imaj-gösteriş olduğu için yaptıklarına inanırlar veya inanmış gözükürler. Sanırım hayatımda opera ve modern sanattan gerçekten zevk aldığıma inandırmam gereken onlarca insan ile karşılaşmışımdır.
  • Bilmedikleri, ulaşamadıkları veya ulaşmak istemedikleri şeyleri küçümserler: “Yurtdışı seyahatleri mi? Ülkemiz cennet canım. Ülkemizin güzelliklerini görmeden gitmem.”. “O lüks restoranlarda kocaman tabakların içinde minicik porsiyonlar. Para tuzağı vallahi. Gideceksin kebapçıya, donatacaksın sofrayı.” “Laz değilim o yüzden de İngillazca bilmiyorum.”. Bu liste böyle uzayıp gider… 
  • Kendilerinin çoğunlukla standart, hatta vasat özelliklerini abartırlar. Her şeyin iyisini onlar bilir, onlar yer ve onlar yapar. Siz bir restorandan bahsedersiniz o “O da bir şey mi asıl şurada yiyeceksin.” der. Bu durum kendini yabancı dil bilgisinde de gösterir: “İngilizcem iyi ama pratiğim eksik…” 
  • Bazı genel kabullerin dışında bir beğeni, düşünce veya zevkiniz varsa bunu da gösteriş olarak düşünürler (Amiyane deyişle artislik yapmak). Bazen de gereksiz derece sert ve büyük tepki verirler bu duruma. Ben Türk kahvesi sevmem ve içmem, espresso severim. Bu konuda benimle alay edenler bile oldu “Tabi kendisi İtalyan” diye. Cahiller kalıplarla ve sınırlarla düşünür; onlar için olguların farklı boyutları yoktur. Risotto seven Özbek pilavı sevmez, sevemez, sevmemelidir. Cahillere göre dünya mutfağı yerel mutfağın; lüks, Michelin yıldızlı restoranlar kebapçıların antitezidir. Trüf mantarlı tagliatella, Milano usulü safranlı risotto sevmek şov veya gösteriştir. Ben lahmacunu da çok severim pizzayı da ama Karadenizli olmam nedeniyle pideyi pizzaya tercih ederim. En sevdiğim yemeği sorduklarında “Anneannemin yaptığı tam Karadeniz usulü kemik suyunda ve bol yağlı kemikler ile pişmiş lahana sarması ve yanında saf Bafra manda yoğurdu.” dediğimde şaşırırlar. Ölmeden önce son yemeğim de Samsun pidesi olsun, içini annem yapsın, yanında da fasulye turşusu kavurması olsun, ama son bir kez Enoteca Pinchiorri de de yiyelim. 
  • Bilmediği bir olgu bir durum hakkında ahkam kesmek müthiş bir cahillik göstergesidir. Hayatın boyunca hiç Michelin yıldızlı restoranda yedin mi arkadaşım? O zaman niye kötülüyorsun? 12 taksitle aldığın 3 gün 4 gece İtalya Turu’nda turistik bir restoranda donmuş pizza yiyip İtalyan Mutfağı uzmanı mı oldun da sonra gelip pizza-pide-lahmacun tartışmasına giriyorsun? 
  • Siyasi ve dini inançları, hayat görüşlerini savunmak ve haklı çıkarmak için gerçekleri çarpıtmaktan geri durmazlar, korkmazlar. Hoş geldin “Post-truth”. Bu durum maalesef günümüzde, bir çok nedene bağlı olarak genel bir olgu, norm haline geldi. Politikacılardan pseudo-entelektüellere bu olguyu manipüle edenler bunu büyük bir pişkinlikle yapıyorlar. Bir başka deyişle bireysel-mikro düzeyde gerçekleşen bu olgu, kitlesel bir hale geldi; günümüzün sosyo-politik durumunu tanımlayan bir makro duruma dönüştü. Kitlesel cehalet ve onların temsilcileri dünya tarihinde ve global bir düzeyde hiç görülmediği ölçüde etkili; pek çok ülkede zihinsel ve fiziksel olarak iktidarda. 
  • Milliyetçilik… Hamasi; bağlamdan, tarihten ve dünyadaki mevcut ekonomik-politik konjonktürden uzak bir milliyetçilik anlayışı cehaleti bir başka boyuta taşır. Bu milliyetçilik, şehir-memleket şovenizmiyle de beraber olunca çifte kavrulmuş lokum olur, tadından yenmez. Yıllar önce sıradan bir sohbette Madonna hakkında konuşuyorduk. Bir şekilde True Blue albümü söz konusu oldu. Ben albümün tarihini 1986 olarak söylediğimde orada bulunanlardan biri de 1985 dedi. Ben de 86 diye ısrar edince o kişi benim Samsun’da büyümeme gönderme yaparak “Samsun’a albüm bir sene sonra gelmiş olmasın?” dedi alay ederek. Arkadaşım cahilsin ve bu cahilliğini insanları doğup büyüdüğü şehir üzerinden vurarak kapatmaya çalışıyorsun. Bu arada albümün yayınlanma tarihi 30 Haziran 1986. 
  • Futbol cehaletin harman olduğu alandır. Herkes teknik direktör, herkes kulüp başkanıdır bu alemde. Kahvehanede okey oynarken “Ahmet sol açık oynamaz onu liberoya alması lazım hocanın. Mehmet’i niye aldı oyuna. Yok geç kaldı. Bu hoca futboldan anlamıyor. Bu Guardiola çok şanslı.” muhabbetleri uzar da uzar. Bir banka genel müdürüne akıl verebiliyor musun? Bir sergi küratörüne o sanatçıyı niye çağırdın diyebiliyor musun? Profesyonel düzeyde ne farkı var bunun? Futbol cahillerinin bir de şöyle bir tutumu vardır: Futbol entellerin okumuşların alanı değildir, burada bilim-bilgi, rasyonel düşünce işlemez. Mesela istatistik, tarihsel bilgi verirsiniz inanmazlar; bilgiyle, gerçekle ezersiniz bu kez çirkinleşirler. Simon Kuper ve Stefan Szymanski oturup Soccernomics diye bir kitap yazmış; Eduardo Galeano Gölgede ve Güneşte Futbol’u yazmış aç oku değil mi? Bir de Türkiye’nin spor, özellikle de futbol sosyolojisi alanında en önemli isimlerinden biri olan Prof. Dr. Ahmet Talimciler Hoca’nın tabiriyle televizyondaki futbol kabaresinin parçası olan futbolcu eskisi yorumcular konusu var ki evlere şenlik. 
  • Bir cahille tartıştığınızda konuyu bildiğinizi eğitim, referans ile kanıtlamaya kalkarsanız bu kez sizi züppe, snop ve elitist olmakla suçlarlar. “Her şey kitaplarda yazdığı gibi değildir. Eğitim de her şey değildir. Önemli olan hayat okulundan mezun olmaktır.” Ne çok okumuş görmüşlerdir ki aslında cahildirler. Bir keresinde bana bir toplantıda İngilizce’min nasıl olduğu soran bir kişiye Türkiye’de mezun olduğum üniversiteyi ve yurt dışında bulunduğum eğitim kurumlarını söylediğimde yüzünü buruşturarak büyük bir küçümseme ile “Ne … mezunları ne yurt dışında okuyanlar gördüm iki kelimeyi bir araya getiremediler.” demişti. Tepkim şöyle olmuştu: ‘”Hadi oradan…” Siz de bilginizden eminseniz öyle deyin geçin. Cahili ikna etmeye çalışmayın, bırakın kendi cahilliğinin bataklığında boğulsun. 
  • Cahillerin lügatinde “bilmiyorum” yoktur. Hiçbiri bilmiyorum demez. Hatta daha da ileriye gideyim “bilmiyorum” çok güvenilir bir cahil ve yarı-cahil testidir. Bir kişi bilmiyorum diyorsa emin olun ki cahil değildir. Socrates’in “Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir.” sözü muhtemelen felsefe tarihinin en bilge sözleri arasında yer alır. Keza Einstein da “Zeki insanların en belirgin özelliği, her şeyi bilmenin mümkün olmadığının farkında olmalarıdır” der. Socrates ve Einstein şu videodaki “Japonya Nerede?” sorusuna cevap veren amcaları görselerdi bu sözlerinin ne kadar doğru olduğunun kanıtlanmasına çok sevinirlerdi eminim: 
youtube play youtube play
  • Ve en korkuncu: Cahillerin sizi cahillikle suçlaması… Bu da başıma geldi. “Bilmiyorsan aç oku!” demişti biri bana. Arkadaş ben bilmediğimi, merak ettiğimi açıp okuyorum da sen yapıyor musun? 

Tüm bu deneyimler ve gözlemler sonucunda cahillerden korunmak için geliştirdiğim 4 temel önlemi şu şekilde özetleyebilirim: 

  1. Cahillerle tartışmaya girmeyin, “he” deyip geçin. Bırakın tartışmayı kazandıklarını düşünsünler, kendi cahil ve küçük dünyalarında yaşamaya devam etsinler. 
  2. Nezaketinizi, zarafetinizi elden bırakmadan cahilleri gerekirse küçümseyin; eşit olmadığınızı hissettirin. Alınırlarmış, üzülürlermiş aldırmayın. Fazla tevazuunun sonu vasattan nasihat dinlemektir. 
  3. Cahilleri küçümseyin ama onlarla alay etmeyin. Bu cahillere özel bir durum değil. Aslında kimseyle alay etmemek lazım. Mizah, hiciv ve hatta sert eleştiri ile onur kırıcı alay arasında büyük fark vardır. Cahillik alay edilecek değil, bilakis acınacak ve kınanacak bir durumdur. Cahillere belli bir merhamet duyun ama “Fazla merhametten maraz doğar.” bunu da aklınızdan çıkarmayın. 
  4. Çevrenizi dikkatli seçin; cahillerden ve az sonra değineceğim yarı-cahillerden mümkün olduğunca uzak durun. Yazının başında bahsettim, onlardan kaçamayız, her yerdeler. Öte yandan az biraz çabayla ve önlemle, daha azıyla ve mecbur olduğumuz için muhatap olma şansımız var.

Bu kararlar zaman zaman ukala ve soğuk olarak tanımlanmama neden olduysa da pek çok açıdan hayatımı kolaylaştırdı. Bir de zamanla yarı cahillere karşı davranışlar geliştirdim ki açık söyleyeyim onlar en fazla karşılaştığım, en kötü ve en uzak durulması gereken grup. Diğer cahillere göre bunlara zaman zaman acımasız davranmışlığım, tabir-i caizse had bildirmişliğim var. Bir gün bir genç arkadaşla karşılaştım, yaptığım iş gereği. Çok şey bildiğini iddia eden garip bir çocuktu. “Allah kahretsin, her şeyi biliyorum. Zimbabwe’nin başkentini bile.” dedi. Ben de dayanamadım sordum: “Zimbabwe’nin başkenti neresi? cevap veremedi, çok bozuldu. Sonra da Zimbabwe tarihi hakkında kısa bir açıklama yaptım. Şansızlığı benim gibi hobi olsun diye dünyada mevcut olan tüm ülkelerin başkentlerini ezbere bilen ve İngiliz koloni tarihi üzerine dersler almış, bundan dolayı da 20. Yüzyıl Kolonyal tarihinde çok özel bir vaka olan Zimbabwe hakkında sağlam bilgisi olan biri ile karşılaşmış olmasıydı. Bu arada hemen söyleyeyim, dünyada o tarihten sonra yeni devletler kuruldu, ben de başkent ezberlemeyi bıraktım. Şu anda dünya üzerindeki tüm ülkelerin başkentlerini bilemem elbette ancak bunu bilmediğimi biliyorum. 

Yarı-cahiller her meslek grubundan ve her eğitim seviyesinden çıkabilirler. Hatta doktora sahibi, hatta profesör olmuş biri de yarı-cahil olabilir. Yarı-cahillik, biraz bilgi kırıntısı olduğu bir alanda bu kırıntıları genel görüşleri ile birleştirip biliyormuş gibi yapmak, bildiğinde diretmek, şuursuz olmak demektir. Cahillik ile bilmemek arasındaki farkı anlarsak yarı-cahillik olgusunu da daha iyi anlayabiliriz. Socrates ve Einstein’ın sözlerinden anlaşılacağı gibi herkesin her şeyi bilmesine gerek yok. Hatta aynı alanda bile her konuya vakıf olamazsanız. Örneğin Modern İngiliz(ce) Edebiyatı hakkında ortalamanın üzerinde bir bilgim var, bu konu hakkında kendime güvenirim. Keza Alman(ca) Edebiyatı hakkında da fena değildir bilgi düzeyim ama özellikle de II. Dünya Savaşı sonrası Fransız Edebiyatı hakkında konuş derseniz konuşamam. Tek tük romancı bilirim ama Camus, Sartre, Malraux Robbet-Grillet, Butor ve Simon’u duymak ve okumak beni bu konuda biliyor yapmaz. Bu kulaklar yüksek lisans yapmış birinden “Amerika sanatta-kültürde yok.” sözünü duydu. O kişiye “ABD Fransa’dan sonra en çok Nobel Edebiyat Ödülü alan ikinci ülke.” dediğimde “Hepsi göçmen.” diye cevapladı. “ABD bir göçmen ülkesi.” dediğimde ise sinirlendi ve konuşmayı kesti. 

Cahilleri Tanıma Üzerine | C Technical (pexels.com)

Kendisinden pek haz etmesem de İlber Ortaylı’nın şu sözü konuyu çok iyi anlatıyor: “Cahil olabilirsiniz, yarı cahil olmaya hakkınız yok.” Hemen her alanda yarı-cahiller neredeyse bir ordu oluşturuyor, her yanımızı çevreliyor. 

Çok klasik bir söz vardır: “Bilmemek değil öğrenmemek ayıptır.”. Çok katıldığım bir sözdür. Dünyada o kadar çok bilgi var ki her şeyi bilmemize olanak yok. Öte yandan hele de günümüzde, bilgiye, bilgi kaynaklarına bu kadar ucuz ve kolay ulaşabildiğimiz bir dönemde önemli olan araştırma yöntemlerini ve doğru bilgiye ulaşmayı bilmek. Tabii iş burada da bitmiyor. Önemli olan ulaşılan karar alma süreçlerine entegre ederek yararlı hale getirmek, yeni şeyler üretmek için kullanabilmek. Yoksa 21. Yüzyıl’da toplam 6 yeni devletin kurulduğunu ve bunlardan sadece 3 tanesinin (Karadağ, Kosova ve Yeni Sırbistan) başkentini bildiğimi öğrenmem 10-15 saniyemi aldı. Peki bu bilgiyi nasıl değerlendireceğiz? Sanırım önümüzdeki dönemde cahilliğin tanımını yapacak olan da bu soru olacak. Saf bilgiyi bilmek değil onu işlemek… Dilimizde güzel bir deyiş vardır: malumatfuruşluk… Malumatfuruş olmak yerine bir konuda derinlemesine özel bir uzmanlık ama öte yandan genel kültür, o da şart. Japonya Uzakdoğu’da bir ada, dünya yuvarlak, Hindistan Mars’tan daha yakın… Bunları bilelim, işimizi düzgün yapalım yeter. 

Yazıyı dünyanın önde gelen makro ekonomistlerinden, Bilkent Üniversitesi Ekonomi Bölümü Bölümü’nün eski başkanlarından Prof. Dr. Refet Gürkaynak’ın bir sözüyle kapatayım: 

‘’Memlekette gittikçe daha fazla işini iyi yapmaya özen gösteren, kendisine nasıl davranıldığına değil kendi zarifliğine, nezaketine dikkat eden insan görüyorum. Baştan savmanın, hoyratlığın, nobranlığın hüküm sürdüğü yerde bu bireysel muhalefettir. Siz de katılınız.’’

Hep beraber bireysel muhalefete o zaman…. 

Kapak Fotoğrafı: Karatara (pexels.com)

İlginizi Çekebilir: Bülent Tunga Yılmaz’dan İstanbul’da Yaşam Kalitesi