Bu sene Bond filmleri 60. yıldönümünü kutluyor. İlk çekilen Bond filmi Doctor No’nun 1962’de gösterime girişinin üzerinden tam 60 yıl geçmiş. Ne Ian Flemming’in Bond romanlarının sinema uyarlama haklarını alan yapımcılar Harry Saltzman ve Albert R. Broccoli ne yaşamı boyunca Bond karakteri üzerine 11 roman ve 2 uzun hikaye yazan Ian Flemming ne  Doctor No sonrasında  iki Bond filmi daha yönetecek olan yönetmen Terence Young ve ne de ilk ve ebedi Bond Sean Connery film gösterime girdiğinde bir sinema efsanesinin, sinema tarihin en uzun soluklu serisinin doğduğunu düşünmemişlerdir. Hatta neredeyse tek bir sahneyle sinema tarihine geçen ve tüm şöhretini o sahneye borçlu olan ilk Bond kızı Ursula Andress bile böylesini hayal edememiştir.

60. Yılında Bond Filmleri
60. Yılında Bond Filmleri | Fotoğraf: ultimateclassicrock.com

Bu yazıda en sevdiğim ve haliyle de bence çekilmiş en iyi beş Bond filminden bahsedeceğim. Yalnız, yazıma devam etmeden daha önce de farklı yazılarımda değindiğim üzere Bond ile aramdaki aşk-nefret ilişkisi hakkında bir kaç şey söylemek isterim. Bond filmlerinin 60. yıldönümü için tasarladığım üç yazılık dizi bir tür Bond barışma sürecim olarak da sayılabilir. Nasıl ki ergenlik yıllarım yaşamımım en kötü en hatırlamak istemediğim bölümünü oluştur ve nasıl ki ergenliğimden nefret ediyor ama onu yaşamımdan, anılarımdan çıkaramıyorsam Bond ile de ilişkimin boyutu da adeta ergenliğim gibi. Kimi zaman kabul etmekte zorlansam da ilk ergenlik yıllarımda sinema, popüler kültür, erkek giyimi, cinsellik ve daha başka pek çok şey ile ilk ve derinlemesine ilişki kurmamı sağlayan en önemli fenomenlerden biri oldu Bond.

Zamanla bir edebi karakterden John Le Carre’nin deyişiyle bir kültür pornografisine, bir kültür endüstrisi metasına, küresel bir pazarlama aracına dönüştükçe ve benim entelektüel düzeyim evrildikçe Bond ile arama ciddi bir mesafe koymayı başarsam da Bond üzerine düşünmeyi, her yeni gösterime giren Bond filmini genellikle de ilk veya ikinci matinede seyretmeyi bırakamadım. 1988 yılında sabaha kadar videocunun açılmasını heyecan bekleyip açılır açılmaz The Living Daylights filmini kiralayıp akşama kadar üç kere seyrettiğim günlerde dünyayı, yaşamı, sanatı, sinemayı ve daha pek çok şeyi heyecanla öğrenmeye/keşfetmeye çalışan bir ergendim ve Bond sinemayla, popüler kültürle, başka coğrafyalarla ve yaşam dair başka pek çok şeyle küçük dünyamın boyutlarını açtı.

Seyahat sevgim, Alain de Botton’un Seyahat Sanatı’nı okumadan çok önce, Bond filmlerinin geçtiği ülkelere, mekanlara olan merakımla başladı mesela. Saat sevgim ve merakım da Bond’un bir katkısıdır yaşamıma. Yurtdışına gittiğimde boş vakitlerimin bir bölümü ikinci el saatçilerde Connery ile özdeşleşmiş Rolex Submarinar Ref. 6538 aramakla geçti. Bir benzerini, dolar/tl kur oranın tarihin en düşük olduğu bir dönemde bulabildim. Hala en çok sevdiğim saatimdir. Yine Connnery ile özdeşleşmiş kokteyl manşetli gömleğe ancak özel dikim ile sahip olabileceğimi anladıktan sonra gömleklerimi diktirmeye başladım. The Living Daylights’daki Bond Kızı Maryam D’abo ergenlik aşkım olarak hatıralarımda özel bir yere sahip oldu. O filmin bu listede yer almasının bir nedeni de elbette D’abo’dur.

60. Yılında Bond Filmleri | Fotoğraf: ItalyStart

Tüm bunlar entelektüel bağlamda değerlendirildiğinde Bond’un bir modern tüketim kültürü fantezisi, kültür endüstrisinin en klişe numaralarının stilize ve şık bir şekilde uygulanarak tüketicinin sonuna kadar sömürüldüğü bir ‘ürün’ olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Yılların İngiliz markası, kraliyet ailesinin gömlekçisi Turnbull&Asser bile James Bond koleksiyonu çıkarıyor. Dünya saat endüstrisinin en saygın markalarından Omega Bond ile marka işbirliği yapmanın ötesine geçip saat kadranına 007 yazıyor; saniye kolu 007 olan özel seri çıkarıyor. Tom Ford Bond ile marka işbirliğine girdikten sonra erkek giyiminde neredeyse tamamen bir Bond markasına dönüşüyor. Bu ürünlere parası yetmeyenler içinse bu sene tıplı 50. Yıl için olduğu gibi 60. Yıl şerefine ucuz parfümden çoraba bornoza oyuncağa kadar bol seçenekler sunuluyor. Moleskine defter verelim yoksa Q imzalı Mug da olur; onun gibi sağlıklı çay içersiniz. İtiraf edeyim elim gitmiyor değil. Hele de Mug ve defterler aklımı çeliyor ama şu ana kadar sağlam durmayı başardım. İlgilenenler linkten bu hediyelik eşyalara ulaşabilirler:

Bond’un, filmlerdeki onlarca kadına yaptığı gibi insanı kendine çeken, izlettiren ve hakkında konuşturan bir çekiciliği vardır. Milyonlarca hayranı filmleri defalarca seyreder, listeler yapar. Sinema tarihinde hiçbir seri hakkında Bond için yapıldığı kadar çok ‘en iyiler’ ve ‘en kötüler’ listeleri yapılmamıştır. Umberto Eco daha 1966’da, Bond filmleri belirli bir sayıya ve başarıya ulaştığında (toplam 4 film) Ian Flemming’in romanlarına yönelik bir çalışma yapmış ve onun bu başarısını çözmeye çalışmıştır. Bu çalışma bize Bond’un niçin bu kadar başarılı olduğunun semiyolojik bir analizini verir. Eco “Flemming, en banal ama samimi anlamda iyi bir yazar. Bir ritmi; kelimelere dair parlak ve kesin bir duyarlılığı var. Flemming bir sanatçı demek değildir ancak sanatla yazar” der bu çalışmasında.

Ian Fleming
Ian Fleming | Fotoğraf: NDTV

Flemming 1964 yılında, genç sayılabilecek 56 yaşında öldükten sonra filmler üzerinde kontrolünü de yitirmiştir. (Dr. No, ağırlıklı olarak yazarın yaşadığı Jamaika’da çekilmiş ve Flemming film çekimde hazır bulunmuştur. İlk üç film, Dr. No (1962), From Russia with Love (1963) ve Goldfinger (1964) da yazar hayatta iken çekilmiştir. Toplamda Bond üzerine 11 roman ve 2 hikaye yazan Flemming’in yapıtlarının adını taşıyan son film 1987 tarihli 15. Bond olan The Living Daylights olmuştur.  Her ne kadar her filmin başında ‘Ian Flemming’s James Bond’ yazsa da Bond, Flemming’in yarattığı ve sanatla yazdığı bir karakter olmanın ötesine geçmiştir. Flemming ve Bond üzerine daha kapsamlı teorik ve akademik kapsamlı çalışmalara merak duyanlar https://literary007.com sitesine bakabilirler.

Gelelim bu girişten sonra yazının ana konusuna… Daha önce en kötü on Bond filmi hakkında bir yazı yazmıştım. (O yazı benim The Magger’da yazdığım ilk yazılardan biridir ve yazıyı Spectre’nin 2015 yılında gösterime girmesi üzerine yazmıştım. Meraklıları o yazıyı da okuyabilir). Toplam film sayısından en kötüleri çıkarırsak en iyi beş filmi seçmem için geriye 18 film kalmış oluyor. Bu açıdan seçim yapmam hiç zor olmadı. İki film arasında biraz kararsız kaldım; listenin diğer dört filmini ise neredeyse düşünmeden kağıda hemen yazıverdim.

En İyi Beş Bond Filmi

James Bond | Fotoğraf: Parade

Listem açık söylemek gerekirse bir film hariç sürpriz barındırmıyor. Bond filmlerine dair seyirci görüşlerini en iyi yansıtan online platformlardan biri olan Rotten Tomatoes puanlamalarına baktığımızda en yüksek puan alan ilk 5 Bond filmi şu şekilde:

  1. Goldfinger
  2. From Russia with Love
  3. Dr. No.
  4. Casino Royale
  5. SKYFALL

Benim listemle dört ortak film var. Listemde yer alan ama diğer listelerde üst sıralarda yer almayan The Living Daylights benim listemin tek şaşırtıcı ve tartışmalı seçimi. Öte yandan  filmin Rotten Tomatoes listesinde tam ortada yer alarak 13. sırada yer alması filmin çok da kötü değerlendirilmediğini gösteriyor. Yazının ileriki aşamasında filmin niçin en sevdiğim Bond filmleri arasında yer aldığını anlatmaya çalışacağım. Listeye girip girmemesi konusunda  karar vermekte zorlandığım film ise Brosnan döneminin ilk filmi Goldeneye oldu. Altı yıllık bir aradan sonra serinin yeni ve umut vadeden yeni bir Bond ile beyaz perdeye dönüşü olmanın ötesinde tarihsel ve politik bir bağlama oturtulmuş iyi senaryo; iyi aksiyon (özellikle Bond’un tank ile St.Petersburg sokaklarındaki kovalamacası serinin en iyilerinden); başarılı Bond Kızları, özellikle serinin tarihine iz bırakmış Famke Janssen’in yan kötü karakter Xenia Onatopp karakteri ve Sean Bean’in ikna edici kötü adamı ile elbette yeni Bond Brosnan’ın karizması filmi serinin başarılı yapımlarından biri haline getirir. Film aynı zamanda yeteneği, karizması, yakışıklılığı ile mükemmel bir seçim olan ama kötü senaryo ve filmlerle heba edilen, bence Bondlar içinde ilk üç içinde yer alabilecekken (bence elbette Sean Connery, Timothy Dalton ve Daniel Craig) oynadığı  bazı filmler serinin en kötüleri arasında yer alan Brosnan döneminin de onurunu kurtarıyor bir bakıma.

Guy Hamilton
Guy Hamilton | Fotoğraf: The New York Times

Bond serisini kendine özel dinamikleri olan ve özellikle yönetmenlik, müzikalite ve oyunculuk açısından belirli bir tutarlılığa sahip olmayan bir fenomen olarak kabul etmek doğru bir yaklaşım olacaktır. Benim tanımımla “kötü Bond filmlerinin unutulmaz yönetmeni” Guy Hamilton Bond için ilk kez yönetmenlik koltuğuna oturduğunda serinin en iyi filmleri arasında hemen hemen tüm listelerde ilk 3 sırada yer alan; hatta pek çokları tarafından serinin en iyi filmi olarak kabul edilen Goldfinger’i çekip sonrasında kendisinin de pişman olduğu The Man with the Golden Gun’ı yapabiliyor, Moore döneminin belki de bir numaralı müsebbibi olabiliyor. Çok iyi Bond seçimi olan Brosnan yeteneği heba edilerek en kötü Bond filmlerinden bazılarında oynayabiliyor.

Benim listemde yer alan ve en iyi beş Bond filminden biri olarak kabul ettiğim The Living Daylights vasat sayılabilecek bir Bond kızına ve seri tarihinin açık ara en başarısız ‘kötü adamlarına’ sahip olabiliyor. Bence çok kötü bir film olan Diamonds are Fovever, Bond tarihinin en popüler ve efsanevi şarkılarından biriyle anılıyor. O kadar ki müzik filmi adeta gölgede bırakıyor.  Dolayısıyla Bond filmlerini sıralarken pek çok faktör dikkate alınabilirken pek çok faktör dışarıda bırakılıyor. Bu yüzden de örneğin çok farklı listeler, örneğin en iyi Bond girişleri, en iyi Bond kötüleri vb., hazırlanıyor Bond serisi hakkında. Bu yazı benim Bond listelerimin ilkini kapsıyor. Sonrasında sırasıyla en iyi beş Bond şarkısı ve en iyi beş Bond kızı listelerini içeren iki ayrı yazı daha hazırlamayı planlıyorum.

Liste ile ilgili kısa bir not: Filmleri sevme sırasına göre değil yapım tarihlerine göre sıraladım. En sevdiğim Bond filmini merak edenler için hemen söyleyeyim: Benim için 2012 tarihli SKYFALL 28 Bond (EON tarafından çekilmemiş ama Bond filmi olan 3 filmi de dikkate alarak) filmi içinde en iyi yapımdır.

5. From Russia with Love | 1963

From Russia with Love | Fotoğraf: Forbes

Serinin ikinci filmi.. Soğuk Savaş’ın en sıcak günlerinde, önemli bir bölümü İstanbul’da geçen bu film Flemming’in 1957 tarihli aynı adlı romanının gerçekçi ve çok başarılı bir uyarlamasıdır. Teknolojik araç gereçlerin az kullanıldığı; az aksiyon bol diyalog ve senaryo ile oyunculuklara ve gerilimli atmosfere dayanan; bugünlerde belki biraz eskimiş gibi gözüken ama dönemine göre yenilikçi sayabilecek bir görsel ve teknik ustalık da barındıran filmi en başarılı Bondlar arasına tartışmasız üst yerlerde yer alır. Bu film Connery’nin niçin ebedi ve mükemmel bir Bond olduğunun da bir kanıtıdır: Connery bu filmde, karizmasının ve şıklığının doruğunda cool, acımasız ama esprili, çapkın ama aynı zamanda işine bağlı; bir centilmenin jestleri ve inceliğini sahada acımasız bir katilin içgüdüsel öldürme arzusuyla çok iyi birleştiren öldürme yetkisine sahip bir ajan portresini mükemmel bir biçimde beyaz perdeye yansıtır.

İtalyan güzellik kraliçesi Daniela Bianchi tarafından canlandırılan Rus Ajan Tatiana Romanova Bond serisinde iz bırakan Bond kızlarından biridir. Filmin kötülerinde psikopat Grant rolünde İngiliz Sinemasının ve Tiyatrosu’nun büyük aktörü, Oscar ve Golden Globe ödülleri adaylıklarına sahip, A Man For All Seasons’da VIII. Henry ve The Sting’de Doyle Lonnegan rolleri ile sinema tarihinde büyük izler bırakmış Robert Shaw; Sovyet Albay Klebb rolünde bir başka önemli isim Lotte Lenya karakteriyle tüm seriye damgalarını vurudurlar.

youtube play youtube play

Filme büyük bir karizma ve hareket katan MI-6 İstanbul temsilcisi Türk Ali Kerim bey rolünde Meksika Sinemasının 40 ve 50’li yıllardaki en büyük isimlerinden Pedro Armendariz ile çok fazla görünmemesine rağmen Spectre’nin beş numarası, Çek satranç ustası Kronsteen rolünde Polonya asıllı İngiliz oyuncu ve yönetmen Vladek Sheybal çok başarılılar. Armendariz ile ilgili de hüzünlü bir hikayesi var filmin. Armendariz, 1956 yılında Howard Hughes’ın Cengiz Han’ın hayatını anlattığı The Conqueror filminin çekiminde yer alır. Film Amerika’nın Utah Eyaleti’nde çekilmektedir ve filmin seti o dönemde ABD Hükümeti’nin Nevada Eyaleti’nde atmosferik nükleer denemeler yaptığı deneme alanına çok yakındır. Filmin çekiminden sonra 25 yıl içinde filmde görev alan 220 kişiden 91 tanesinde kanser görülür; 46 tanesi de kansere bağlı olarak hayatını kaybeder. Maalesef Armendariz film ekibi içinde kansere çok erken yakalananlardan biridir. From Russia With Love sırasında ağrıları çok yoğunlaşmıştır ve filmi öleceğini bildiği için ailesinin finansal durumunu garantiye almak için büyük acılar içinde tamamlamıştır. Nitekim film çekimi sonrasında da hastaneye gizlice soktuğu bir tabanca ile intihar etmiştir.

Filmi bizim için ilgi çekici kılan en önemli unsur elbette filmin ilk yarısının tamamen İstanbul’da çekilmesidir. Surdibi, filmde Sovyet Konsolosluğunun bulunduğu Osmanbey (gerçekte İstiklal CAddesi/Beyoğlu’nda), Kapalıçarşı, Yerebatan Sarnıcı ve Boğaz filmde gerçekçi bir biçimde yer alır. İstanbul, yıllar sonra The World is not Enough (1999) ve Skyfall (2012) ile James Bond İstanbul’a dönmüştür. Bir ilgi çekici not da filmin İstanbul bölümünde Bond’u takip eden yabancı ajanı Türk aktör Hasan Ceylan’ın canlandırmasıdır. Filmde hiç diyaloğu olmayan Ceylan filmde oynayan tek Türk aktör olarak da tarihe geçmiştir. Hasan Ceylan en çok Kemal Sunal filmi Sahte Kabadayı’da Dikiştutmaz Sabri karakteri ve “vaziyet alın, birazdan burası karışacak” sözleri ile hatırlanır.

4. Goldfinger | 1964

Goldfinger
Goldfinger | Fotoğraf: Film Stories

Hız kesmeden arka arkaya devam eden Bond serisinin üçüncü filmi… İlk iki filmin başarısı üzerine bu kez çıta yükselir ve serinin ilk büyük bütçeli görkemli filmi yapılır. Ücret antlaşmazlığından dolayı yönetmenliği bırakan ilk iki filmin yönetmeni Terence Young’ın yerini benim tabirimle ‘kötü Bond filmlerinin unutulmaz yönetmeni’ Guy Hamilton alır. Hamilton elbette kötü bir yönetmen değil. Nitekim Goldfinger dışında 1960larda bir başka önemli İngiliz casus karakteri olan Harry Palmer serisinin ikinci filmi Funeral in Berlin ve epik Battle of Britain gibi önemli filmlere de imza atmış bir isim. Öte yandan Goldfinger ile muhteşem başladığı Bond kariyerine üç tane çok kötü Bond ile devam eder: Diamonds are Forever, Live and Let Die ve The Man with the Golden Gun. Bir röportajında Moore’a Connery’nin Bond yorumunu taklit etmemesini kendisinin önerdiğini söylemiştir ki bu sözü Moore döneminin playboy Bond’unu büyük oranda kendisine borçlu olduğumuzu ortaya koyar. Yine bir röportajında da bir tek The Man Golden Gun için “çekmekten pişman olduğu Bond filmi” olarak söz etmiştir. Yine de Goldfinger ile Bond serisinin pek çok eleştirmen ve hayran tarafından en iyilerden, hatta en iyi olarak kabul edilen filmini yaparak yönetmenlik kalibresini göstermeyi başarmıştır.

Goldfinger seri ile ilgili pek çok ilke sahne olduğundan dolayı da seri açısından önemli bir filmdir. Bond ile özdeşleşecek önemli kült unsurlar arasında yer alan teknolojik oyuncaklar, Aston Martin DB5, yabancı mekanların yoğun kullanımı ve sarkastik espriler seriye bu film ile girmiştir. Goldfinger Oscar alan ilk Bond filmi olarak da serideki özel yerini almıştır.

Filmin konusu ise şöyledir: Uluslararası büyük bir altın kaçakçısı ve spekülatörü olan Goldfinger İngiliz altınlarının kaçakçılığını yapmaktadır. Uluslararası büyük bir altın operasyonu engellemesi için Goldfinger’in peşine gönderilen Bond, onun aslı büyük planının ABD’nin altın rezervi Fort Knox’u ele geçirme komplosu olduğunu ortaya çıkarır. CIA’den yakın dostu Felix Lecter’ ile Goldinger’ın şahsi pilotu olmasına ve komplonun gerçekleştirilmesinde büyük bir rol oynayacak hava operasyonunu planlayan ve yönetmesine rağmen son dakikada taraf değiştiren Pussy Galore’un yardımlarıyla da komployu boşa çıkarır.

Bond serisinin kötü adamları arasında en özel olanlardan biri ki filme adını da veriyor, Goldfinger filmin en ilgi çekici boyutlarında biridir. Karakter olarak karmaşık ve derin değildir; hatta çocuk  kadar mızıkçı ve basittir. Kaybetmeyi sevmediği için yanında çalışanlarının yardımıyla kayıt oyunlarından de golfte hile yapar.  Sarışın ve güzel kadınlardan oluşan bir çalışan ordusu vardır. Onların yanında olmasından, onlarla birlikte görüşmekten mutlu olur. Altın, zenginlik ve gösteriş dışında hiçbir inancı ve ideolojisi yoktur. Altına takıntılı bir arzu besler ve safi açgözlülükten kaynaklı, hiçbir ideolojik yanı olmayan; insanlığın kurtuluşu, yeniden yaşam, intikam vb. gibi diğer Bond kötülerinde gördüğümüzden farklı olarak aşkın amaçlara dayanmayan bir kötülüğe sahiptir. Öte yandan çocuk kadar mızıkçı  ve basit olması ve sıradan kötülüğü mükemmel çok boyutlu, sofistike bir kötülük planı yapmasına da engel değidir. Goldfinger’in Bond kötü adamları arasında beğenilenlerden biri olmasında bu karakter özellikleri yanında ona beyazperdede hayat veren ünlü Alman aktör Gerd Fröbe’nin büyük bir payı vardır. Pek çok sıralamada Bond tarihin en iyi ‘kötü adamı’ olarak kabul edilir.

youtube play youtube play

Bond kızları konusunda da en zengin filmlerden biridir Goldfinger. Honor Blackman’ın canlandırdığı Pussy Galore ve Shirley Eaton tarafından canlandırılan Jill Masterson en ikonik Bond kızları olarak serinin ve sinemanın tarihi içindeki yerlerini almışlardır. Galore’un dört tane çok güzel sarışından oluşan uçuş ekibi de 1960lar’ın ‘güzel sarışın’ fetişimizine bir gönderme yapar. Jill’in intikam almak isteyen kız kardeşini de eklediğimizde film en çok sarışına ve Bond kızına  sahip film olarak seride yer alır. Masterson’un altınla kaplanmış bir şekilde yatakta ölü olarak görüldüğü sahne sinema tarihinin en ikonik görüntüleri arasında yer alır. 2008’de çekilen Quantum of Solace bu sahneye gönderme yapmış ve MI6 ajanı Fields (Gemma Arterton) yatakta petrole bulanmış olarak bulunmuştur.

Goldfinger’in baş adamı, 1948 Londra Olimpiyatlarında halterde gümüş madalya kazanmış Japon asıllı Amerikalı sporcu Harold Sakata tarafından canlandırılan Oddjob, Richard Kiel’in Jaws’ı ile birlikte Bond tarihine en büyük izi bırakan yan kötü adam olarak damga vurmuştur. Ölümcül şapkası da Bond serisi ile özdeşleşmiş fenomenlerden biri olmuştur.

Film Çin fenomenini ve Çin’in de dünya sahnesinde önemli bir oyuncu olma arzusunu ilk kez gündeme getiren yapıtlardan biri olarak da dikkat çeker. Sürekli aksiyon ve bu aksiyonun yarattığı heyecan filmi epik Bond filmlerinin ilk büyük örneği haline getirir. Filmin son sahnesinde Amerikan ordusu ile Goldfinger’ın adamları arasındaki çatışma da filmin aksiyonunu adeta bir savaş filmi şahikasına çıkarır. Zaten en kısa Bond filmlerinden biri olan (111 dk) Goldfinger zamanın nasıl geçtiğinin anlaşılmadığı, serinin ve sinemanın tarihinde özel bir yer eden pek çok ikonik sahne ve imaj ile çok özel bir başyapıt.

3. The Living Daylights | 1987

The Washington Post yazarı Rita Kempley Timothy Dalton hakkında şöyle yazar: “En iyi Bond… Marka bir smokin kadar klas, bir Aston Martin kadar şık ve stil… ve Bond’un meşhur votka martinisindeki gibi, kadınlar onun işlenmiş granit görüntüsü karşısında sarsılacak ama kaçmayacaklardır. “

Kempley’in 35 yıl önce gördüğünü pek kişi ancak yıllar sonra görebildi. Muhtemelen Bond filmleri içinde sinematografik ve seri içindeki değeri ve önemi çekildikten çok sonra anlaşılmaya başlayan tek filmdir The Living Daylight. Film çekildiği dönemde ilgi ve seyirci açısından hiçbir sorun yaşamamış; aksine büyük bir gişe başarısı yakalamıştır. Kendisinden önce çekilen iki  Bond filmden, A View to Kill ve Octopussy, daha fazla hasılat yapmasının ötesinde o yılın en hit ve popüler filmleri kabul edilen Mel Gibson ve Danny Gloverlı  Leathel Weapon (Cehennem Silahı) ve Bruce Willis’in Die Hard (Zor Ölüm) üzerinde de bir gişe başarısı elde etmiştir. Başka bir deyişle insanlar filmi ve Dalton’ı görmeye gitmişlerdir ama bir Bond olarak Dalton’ın o dönemde bugünkü gibi taktir gördüğünü söylemek mümkün değildir.

Yönetmenlik koltuğunda, Moonraker sonrasında Bond Serisinin resmi yönetmeni olarak kabul edilen Bond emektarı John Glen oturur. Serinin üç filminin, On Her Majesty’s Secret Service, The Spy Who Loved Me ve Moonraker çekimlerinde farklı görevler yer alan Glen, 1981’de For Your Eyes Only çekimi öncesinde filmin dağıtımcısı United Artists mali sorunlar dolayısıyla filmi yönetmesi için anlaşılan Guy Hamilton’ın yüksek yönetmenlik ücretini ödeyemeyince görevi üstlenir. 80ler boyunca tüm Bond filmlerini yöneten Glen de beş film ile serinin en çok film yöneten yönetmeni olur.

Film ile ilgili en ilgi çekici ve önemli not ise öncesindeki Bond seçimi sürecine aittir. Pierce Brosnan kendisini bir yıldız yapan NBC dizisi Reminton Steele ile Bond yapımcılarının dikkatini çekmiştir ve 1986’da NBC dizinin yapımını durdurunca Moore sonrası dönem için hemen Pierce Brosnan ile anlaşılır. Brosnan film çekimlerine başlayacakken dizinin gelen raporlarda yüksek izlenme oranları ve popülerliği ortaya çıkınca devamına karar verilir. Kontrat gereği Brosnan diziye geri dönmek zorunda kalınca EON acil olarak yeni bir Bond aramaya karar verir ve aslında Bond olmak için ilk teklifi Connery sonrası dönemin ilk filmi, On Her Majesty’s Service için alan ancak çok genç olduğu için teklifi kabul etmeyen Timothy Dalton’a yeni bir teklif götürür. Dalton teklifi bu kez kabul eder ve yeni Bond olur. Brosnan Bond olabilmek için neredeyse bir 10 yıl beklemek zorunda kalacaktır.

Dalton iki film sonrasında, 1990 tarihinde Bond olarak üçüncü filmine başlayacakken serinin yapımcısı EON Productions ile dağıtımcısı UA/MGM arasında çıkan hukuki sorunların mahkemeye taşınması sonucu filmin yapımı dört yıl kadar ertelenir. 1993’de dava antlaşma ile sonuçlanması ardından Dalton’un seriye dönmesi beklenirlen Dalton sürpriz bir kararla artık Bond’u oynamayacağını, Gone With the Wind romanın devamı olan Scarlett’ten uyarlanan mini diziye başlayacağını söyleyince tekrardan ilk tercih olan Brosnan’a dönülür ve 1995’de Goldeneye  ile Brosnan dönemi başlar.

The Living Daylights genel bir değerlendirmede en kötü Bond filmleri arasında ilk sıralarda yer almasına yol açacak çok önemli bazı unsurları barındırır. Örneğin; filmin kötü adamları Bond tarihinin açık ara en başarısız ‘kötü adamları’ arasında ilk sıralarda yer alırlar. Bence Diamonds are Forever’da Charles Gray tarafından canlandırılan Blofeld karakteri ile kapışırlar ilk sırada yer almak için. Bazı listelerde de en kötü olarak kabul edilirler. Filmde kötü adamlar o kadar başarısızdır ki gerçek kötü adam kim sorusuna da cevap verilemez; Bond filmi parodisinden çıkmışlar gibidir. Jeroen Krabbe’nin canlandırdığı General Koskov mu yoksa Joe Don Baker tarafından canlandırılan Brad Whitaker mı? İtiraf etmek gerekirse yan kötü adam kategorisinde yer alan tetikçi/yan kötü adam Nercos ki Alman aktör Andreas Wisniewski tarafından canlandırılır kötü adam rolünü diğer iki zayıf kötü adam karakterden çalar ve akılda kalır. Bu arada bir ilginç not Joe Don Baker için. Baker bu filmde kötü adamı canlandırdıktan sonra Brosnan döneminde seriye geri döner ve bu kez Goldeneye ve Tomorrow Never Dies filmlerinde Bond ile birlikte çalışan CIA ajanı Jack Wade karakterini canlandırır.

İngiliz oyuncu Maryam D’Abo tarafından canlandırılan Bond kızı, General Koskov’un planlarını uygulamak için kullandığı sevgilisi çellist Kara Milovy  da zayıf, çok özenilmemiş bir karakter olarak çizilmiştir ama bu D’abo’nun zarif ve taze güzelliğini ve klasını etkilemiyor tabii.

youtube play youtube play

Peki filmi iyi yapan unsurlar nelerdir? Öncelikle Dalton’un yeni Bond yorumu… Moore sonrası dönem için en başlarda pek çok aktör üzerine düşünülür ve deneme çekimleri yapılır. Sam Neill (ki yönetmen Glen ve yapımcı Albert Broccoli’nin ailesi tarafından çok beğenilmiş ama Broccoli ikna olmamıştır. Bugün bakıldığında iyi bir seçim olabilirmiş gibi gözüküyor. Aktörün önemli bir yıldız oyuncu olmasına büyük katkı sağlayan bir casus dizisi olan Reilly, Ace of Spies aktörün iyi bir casus olabileceğinin en önemli göstergesidir). MGM tarafından önerilen Mel Gibson (allah korumuş), Bryan Brown, Michael Nader (ne alaka!) ve Finley Light (ki Avustralyalı model 10 yıllık bir kontrat bile imzalamış ancak rolü hiç alamamıştır) gibi isimlerler ciddi olarak düşünülmüş; sonuçta karar kılınan Brosnan da kontrat sorumlulukları gereği filme başlayamayınca rolün sahibi daha önceden de rol birkaç kendisine önerilen, asıl başarısı ve ünü tiyatrodan gelen aktör Timothy Dalton olmuştur. Albert Broccoli önceleri Dalton’un kamuoyunda çok tanınır olmamasından endişe duymuşsa da Bond’a getirdiği yorumdan memnun kalmıştır. Nitekim 2 film sonrasında seriye Dalton ile devam etmeyi istemesinin de nedeni budur.

Dalton, rolü kabul etmesi hakkında şöyle söyler: “Karakteri üzerinde düşünmeden oynamak veya benden öncekilerin yorumlarına dayandırmak yanlış olacaktır diye hissettim. Bunların yerine onu yaratan adama döndüm ve şaşırdım. Birkaç roman okudum(…) sadece sizi içine alan müthiş macera hissine sahip değiller. Bu sayfalarda daha önce ekranda görmedim bir Bond’u keşfettim, olağanüstü bir adamı, gerçekten oynamak istediğim, çelişkilerin ve  karşıtlıkların adamını.”

Bu sözler de aslında The Living Daylight’ın niçin bu listede olduğunu açıklar. Film, Dalton’un yorumu sayesinde Bond’u gerçek bir saha ajanı gerçek bir katil yapar. Dalton’un soğukkanlı ve karanlık tonu, hiç gülmeyen yüzü Flemming’in yarattığı karakterin özüne dönme çabasının göstergeleridir ki filme yönelik en büyük eleştirilerden biri de espri eksikliğidir. Dalton’ın bir sonraki filmi Licence to Kill ise olay örgüsünden çok Bond’un karanlık kişiliğine odaklanır ama Bond dışında kalan öğeler filmi benim nezdimde başarı bir Bond filmi olmaktan alıkoyar. Miami Vice döneminin Bond yorumu gibi olmuştur adeta.

The Guardian’da 2006 serinin yeniden Daniel Craig ile başlaması üzerine yazdığı ‘Why Timothy’s Bond was the best’ başlıklı yazıda Gwladys Fouche şöyle der: “Kesinlikle Connery çok cool, Brosnan muhteşemdi ama Moore’un portakal rengi güneş yanığı sonrasında Dalton çok büyük bir adımdı (…) sadece Dalton Flemming’in korkusuz ajanının karanlık yüzünü gösterebildi.”

Bond dışında filmi benim için çekici kılan başka öğeler nelerdir? Film, sonuna yaklaşılan Soğuk Savaş’ın esintilerini taşıyan bir Bond filmidir. Araya bir Afganistan ve Mücahitler de sıkıştırır ki o da Soğuk Savaş’ın sıcak savaşa dönüştüğü bir tarihi olaydır, ama hala Batı’ya geçmek isteyen KGB Generalleri, KGB ajanları ve soğuk savaşın soğuk şehirleri, bugün Slokavya’nın başkenti olan o dönem Çekoslovakya’da yer alan Bratislava benim gibi bir Soğuk Savaş meraklısını zevkli anlar yaşatır.

Bond Kızı Maryam D’abo… Bond kızları arasında en iyilerden değil elbette ama bence en güzeli, en zarifi, en asil olanı ve ergenlik aşkım… Canım Viyana.. dünya üzerinde en çok sevdiğim şehir olan Viyana’yı ilk kez ekranda bu film ile gördüm. Denebilir ki Viyana sevgim bu filmle başladı.

Filmin müzikleri… Bond efsanesi John Berry’nin veda filmidir The Living Daylights. A-Ha’nın bence çok başarılı tema müziği ki beğenmeyeni de çoktur ve iki mükemmel şarkı ile filme katkıda bulunan The Pretenders dışında Bond Kızı Milovy’nin bir çellist olmasından dolayı klasik müzik  de filmin müziklerini zenginleştirir. Mozart 40. Senfoni, Borodin iki No’lu Yaylı Sazlar Dörtlüsü, Mozart’In Figaro’nun Düğünü,Operası, Johan Strauss valslerinden Wein, Weib und Gesang, Dvorjak Çello Konçertosu ve Çaykovski Bir Rokoko Teması Üzerine Çeşitlemeler filmin müzikleri arasında yer alır. Klasik çello literatürüne girmek için de iyi bir seçenek sunar film. Bu filmle Aston Martin, Lotus’a devrettiği Bond arabası statüsüne yeniden geri döner ve bence serideki en güzel Aston Martin de budur: 1977 model Aston Martin V8 Vantage. Bir modeli masamı süsler.

2. Casino Royal | 2006

Casino Royal | Fotoğraf: Youtube

Dört yıllık bir aradan sonra, Brosnan döneminin son filmi olan Die Another Day (2002) sonrasında Bond bu kez Daniel Graig olarak geri döner. Craig, Bond öncesinde de Road to Perdition ve Munich gibi önemli filmlerde oynamış, Layer Cake ve Enduring Love gibi başrollerle de dikkat çekmiş bir oyuncudur. Bond olarak seçilmesini ondan önce ajanı canladıran beş aktör de onaylamış, hatta onunla beraber adı geçen Clive Owen da Craig’i desteklemiştir. Fouche de 2006’da yazdığı yazıda Casino Royal ve Craig için şöyle yazmıştır: “Casino Royal tanıtım filmini seyrettiğimde, Craig bana kendinden önceki Galli aktörü (Timothy Dalton’dan bahşediyor) hatırlattı. Sadece daha eski kafalı ve sarışın. Craig’in de büyük olacağına inanıyorum. Tıpkı Dalton gibi.“

Fouche’nin doğru bir tahmin yaptığını düşünüyorum. Craig iyi ve kötü filmlerle seriye ve karaktere damgasını vuran ve en iyiler tartışmasına dahil olacak düzeyde karakter ile özdeşleşen bir Bond olarak seriye veda etti. İşte Casino Royal bu serinin ilk ve yeni dönemin de ipuçlarını barındıran özel bir Bond filmi.

Film ile ilgili detaya girmeden önce kısa bir tarihi bilgi vermekte yarar var. Casino Royal Flemming’in 1953 tarihli aynı adlı romanın ilk değil aslında üçüncü uyarlaması. 1958’de Saltzman ve Broccoli Flemming’den Bond’un filme uyarlama haklarını satın alırken Casino Royal bu antlaşmanın dışında kalmıştır. Dolayısıyla da EON tarafından yapılmayan üç Bond filminin iki tanesi Casino Royal uyarlaması olmuştur. Uyarlamaların ilki romanın yayınlanmasından bir yıl sonra 1954 yılında CBS tarafından yapılan bir televizyon filmidir. Bond’u Amerikalı aktör Barry Nelson’ın canlandırdığı film 1981 tarihinde film tarihçisi Jim Schoenberger tarafından keşfedilmiş; tarihe de Bond’un ilk uyarlaması olarak geçmiştir. İkinci uyarlama ise 1967’de, EON serinin beşinci filmi You Only Live Twice’ı gösterime sokmadan iki ay önce gösterime girmiştir. Bond’u büyük İngiliz aktör David Niven’ın canlandırdığı film döneminde ciddi bir gişe başarısı göstermiştir ancak Bond filmleri sıralamasında çok başarılı bulunmaz. 1999’da MGM ve EON filmin gösterim haklarını satın almıştır. Dolayısıyla çok daha önce uyarlanması beklenen bir Bond romanı gerçek anlamda ancak 2006’da yeni bir Bond döneminin başlangıcı olarak sinemaya uyarlanabilmiştir.

Filmin yönetmeni, başarılı bir Bond filmi olan Goldeneye’ı da yönetmiş olan Martin Campbell’dır. Goldeneye sonrasında da seriye devam etmesi istenmesine rağmen diğer filmlerin senaryolarını sınırlı bulan ve yeni bir Bond ile çalışmak isteyen Campbell bu şansı Craig ve Casino Royal ile yakalamış ve seride 11 yıl sonra ikinci kez  yönetmen koltuğuna geçmiştir.

youtube play youtube play

Film çok zekice bir senaryo oyunuyla ve seride iz bırakan filmlerden biri olmasını sağlayan bir şekilde başlangıçta Bond’un nasıl 007 olduğunu anlatır. Siyah-beyaz olarak Prag’da Bond’un ihanet etmiş bir MI-6 ajanını öldürmesiyle başlayan film kısa bir geri dönüşle bu cinayet öncesinde Bond’un ajan olarak ilk öldürmesini de daha önce hiç bir Bond filminde görülmemiş düzeyde sert ve vahşi bir kavgayı yakın çekimle gösterir. 00 olabilmek için bir ajanın en az iki kişiyi öldürmesi gerekmektedir ve Bond bu iki öldürme ile terfi eder. Bond’un ikinci cinayetindeki soğukkanlılığı, neredeyse yaptığı işten zevk alıyor haliyle ilk öldürme öncesindeki kavga sahnesinde vahşi hali bize yeni ve karanlık bir Bond ile karşı karşıya olduğumuzu gösterir.

Filmin başlangıcı ki bence en iyi Bond başlangıçlarından biridir, bir detaya sahiptir. Kartal gözü ve akan kan vardır ama Bond’un ana teması çalmaz. Sahneyle beraber Chris Cornell tarafından seslendirilen filmin şarkısı You Know My Name girer. Bu, serinin tüm hayranlarında bir hayal kırıklığı yaratmış olmalı eminim ki ben de sinemada gayet mutsuz olmuştum ve içimden “böyle mi Bond’a yeni yorum getirecekler” demiştim sinirli bir şekilde. Aynı şekilde Bond, efsanevi “Bon, James Bond” repliğini de bir türlü söylemez film boyunca. Filmin sonu ise muhteşem bir finalle adeta tüm bir seriyi bağlar: Bond, Spectre’den Mr.White’i ayağından vurduktan sonra Mr. White “Sen kimsin” diye sorduğunda verir cevabı: “Bond, James Bond…” ve o anda James Bond Teması çalar. Bond’un James Bond 007 olma süreci tamamlanmıştır. Bu ince ama çok başarılı unsur bile onu serinin en özel filmlerinden biri yapmaya yeter.

Bu incelik dışında sağlam aksiyon ve Daniel Craig’in daha ilk sahneden itibaren çok müthiş bir Bond olacağını belli eden karizması ve oyunculuğu yanında elbette Bond’un yaşamında büyük izler bırakan; neredeyse bir travma yaratan Vesper karakterinde Bond kızı Eva Green ve  Craig ile aralarındaki uyum filmi bir üst boyuta taşır. M ve Bond arasındaki, neredeyse bir anne-oğul arasındaki sevgi ve anlaşmazlığı hatırlatan ilişki de filme sağlam bir altyapı sağlar. Kötü adamda son dönemin en iyi uluslararası oyuncularından Mads Mikkelsen başarılı bir karakter sunar. Bond’un yakın arkadaşlarından Rene Mathis rolünde efsanevi İtalyan aktör Giancarlo Giannini, Bond’un CIA’deki daimi dostu Felix Leiter rolünde son dönemin bir diğer önemli ve popüler oyuncusu Jefrrey Wright ve elbette M rolünde Judi Dench de filmi oyunculuklarıyla desteklerler. Yapımcılar bir önceki Die Another Die’da yaptıkları hayatı yapmazlar; grafik ve bilgisayar destekli  yapay efektler ve yerleştirmeler yerine daha geleneksel dublör yöntemi ile çalışarak filmdeki aksiyon sahnelerinin daha gerçekçi olmasını sağlarlar.

Casino Royal, 2012 tarihli Skyfall’a kadar tarihin en büyük gişesine ulaşan Bond film olmuş: Pek çok eleştirmenin 2006’nın en iyi filmleri listesinde yer almıştır. Daniel Craig de bir James Bond rolü ile BAFTA ödüllerine aday olan ilk aktör olarak tarihe geçmiştir.

1. Skyfall | 2012

Syfall
Syfall | Fotoğraf: Esquire

SKYFALL’un yönetmen koltuğuna son dönemin en önemli İngiliz tiyatro ve sinema yönetmenileri arasında yer alan Sam Mendes oturur. Kariyerinde yönetmen olarak Oscar, Tony, BAFTA ve Altın Küre ödülleri ve adaylıkları bulunan Mendes, tarihin gördüğü en kariyerli Bond yönetmeni sıfatıyla başlar göreve. Bond Daniel Craig dışında kötü adam Silva rolünde günümüzün en önemli aktörlerinden, Oscar ödüllü Javier Badem, filmin sonunda yeni M olacak Gareth Mallory rolünde bir başka yaşayan sinema ve tiyatro efsanesi Ralph Fiennies, filmin büyük sürprizi  Kincade rolünde sinema tarihinin en büyük aktörlerinden Albert Finney, Q rolünü ilk defa üstlenen İngiliz sinemasının en önde gelen yeni kuşak aktörlerinden Ben Whishaw, Miss Moneypenny rolünde İngiliz sinemasının yeni kuşağının bir başka yetenekli oyuncusu Naomie Harris ve elbette seriye bu film ile muhteşem bir şekilde veda eden Judi Dench’den oluşan oyuncu kadrosu ile film başlamadan serinin 50. Yılında büyük bir sinema olayı olacağını ilan eder adeta. Serinin en derinlikli ve çok katmanlı senaryosuna muhteşem oyunculuklar, gerçekçi ve heyecan dozunu yüksek tutan aksiyon ve gerilim ve bunlara serinin en iyi Bond temalarından Adele tarafından seslendirilen film ile adlı isimli şarkı da eklenince bence serinin en iyi filmi ortaya çıkar.

Film temel olarak eski bir 00 olan ve M’in gözde ajanları arasında yer alan Silva’nın M’in ve MI-6’in ona ihanet ettiğini düşünerek M’den ve teşkilattan intikam alma hikayesine dayanır. Öte yandan bu hikaye etrafında M’in teşkilatı yönetme biçimi, özellikle ajanlara karşı aşırı soğukkanlı ve görev odaklı yaklaşımı ve bunların sonucu olarak da geçmişinin hayaletlerinin onu yakalamasıyla yaptığı kişisel sorgulaması da filme dahil olur. Tüm bu süreçte Bond’un kişisel olarak M’e ve teşkilata sadakati de diğer bir yan tema olarak senaryoda yer alır. Filmin önemli bir bölümünün M üzerine kurulması, onun kişiliğinde sorgulanmaya başlanan MI-6 faaliyetleri, 00 Programı ve günümüzde casusluk-karşı casusluk çalışmalarının İngiliz Parlamentosu’nda tartışılması filme dozu iyi ayarlanmış bir politik bağlam da sağlar. Sonuç olarak bu çok katmanlı hikaye Skyfall’u entelektüel olarak da serinin en derin filmi haline getirir.

Skyfall, serinin tarihine ve Bond mitolojini oluşturan bazı imaj ve kavramlara ince göndermeler yapan, ayrıntılarla örülü bir filmdir. Bence serinin en iyi girişlerinden biri olan filmin başlangıcında Jame Bond Teması’nın sadece ilk birkaç notasını duyarız ve bir anda Craig’in silueti belirir. Bu iki tanıdık nota bize kimin adeta bir hayalden çıkıp geldiğini gösterir. Craig’in silueti bize doğru hareket eder ve sonunda da yüzünü görüşürüz ve Bond’un geldiğinden emin oluruz.

Filmin ilerleyen bölümlerinde Bond Silva’dan M’i korumak için kaçırırken araba değiştirmek için durur. M’in makam arabasını bırakıp gizli bir yerde saklı Aston Martin DB 5’i alırken James Bond teması çalar. İki Bond ikonu ana tema ve Aston Martin buluşurlar. Bu sahne bize efsaneyi 50. Yılında hatırlatmıştır. Filmin aksiyon dozu da çok iyidir. Senaryoya çok iyi yerleştirildiğinden genel akışı bozmaz. Özellikle girişte Eminönü’nde başlayan ve Adana’daki Varda Viyadüğü’nde sona eren kovalamaca sahnesi, Silva’nin Westminster baskını ve final aksiyon açısından mükemmel anlar vadeder.

youtube play youtube play

Filmin önemli notlarından biri ilk bölümünün Türkiye’de İstanbul, Adana ve Fethiye’de çekilmiş olmasıdır. Bu filmle seri üçüncü İstanbul’a gelmiştir. Filmin başında Bond, yaralı takım arkadaşlarını bulduğu bir binadan çıkar. Bina Sirkeci’deki German Handır. Sonra Sirkeci, Eminönü ve Kapalıçarşı’da büyük bir kovalamaca devam eder. Bond’un trendeki kavga sahneleri ve vurulup köprüden düştüğü sahne Adana’da Kıralan Köyü’nde bulunan, İstanbul-Bağdat Demiryolu’nun bir parçası olarak Almanlar tarafından 1916’da tamamlan ve bu yüzden de Alman Köprüsü veya Koca Köprü olarak da bilinen Varda Viyadüğü’dür. Köprüden sonra inzivaya çekilen Bond’un bu sahneleri de Fethiye’deki Kali Plajı’nda çekilmiştir.

Türkiye’deki çekimlere dair birçok ilginç hikaye bulunmaktadır. Bu hikayelere geçmeden önce sırf trendeki aksiyon sahneleri ve Bond’un köprüden nehre düşme sahnesi için Adana’nın hemen İstanbul’un dışında yer alıyormuş gibi gösterilmesi bir ciddi bir coğrafi hata olmakla beraber bu hatayı filmin hatırına affettiğimizi de ifade edelim. Filmin Kapalıçarşı çekimleri sırasında özellikle yapının damına zarar verdiği iddiaları çok konuşulmuş; bu konuya dair iddialar filmin yapımcısı Wilson tarafından yalanlanmıştır. Wilson çekimler sırasında damın kullanılan bölümünün kaldırıldığı, replikaların kullanıldığı çekimler sonrasında da orijinallerin yerine konduğunu belirtir. Çekimler sırasında Eminönü Caddesi üç hafta boyunca trafiğe ve yayaya kapalı kalınca etkilenen esnafın dükkanlarını açması ama iş yapmaması karşılığında da günlük 750 TL (2012 kurlarında yaklaşık 410 Dolar) ödeme yapılmış. Kapalıçarşı’da da turist yoğunluğu dolayısıyla sadece pazar günleri çekimler gerçekleştirilmiş. Fethiye’deki plaj çekimleri için de oradaki esnafla da ayrı bir pazarlık yürütülmüş.

Bugün 47 yaşındayım. Bond efsanesinin 100. Yılında, 2062 yılında 87 yaşında olacağım. Tab,i o güne kadar yaşarsam ve iklim krizi, gıda ve su kıtlıkları ve savaşlardan hala bir yaşayabilecek bir dünya kalmışsa bu 40 yılda kaç Bond göreceğimizi ve kaç film seyredeceğimizi çok merak ediyorum.

Kapak Fotoğrafı: lastmovieoutpost.com