Ülkemizin önemli kültür sanat ve edebiyat kişiliklerinden Feridun Andaç’ın son kitabı “Kültürsüzlüğümüzün Dört Mevsimi”, Türk kültürü ve edebiyatında en önemli etik taşlarından birisi. Kendisinden sonraki kuşak olarak bu kitabı okuduğumda, ne denli zengin ve zorunlu olarak sorunlu bir miras içinde yaşadığımı, çok tarihsel sorumluluklar taşıdığımı hissettim. Türk edebiyatının çağdaş geleneklerinden oluşan o görünmez akademinin tam içinde olduğum hissine kapıldım.

Fotoğraf: edebiyathaber.net/

Bu satırları yazarken aklımda çok soru var. “Kültürsüzlüğümüzün Dört Mevsimi”ni* az önce bitirmeme rağmen, okuma sırasında aklıma patlamalarla yığılan güzel ve gerekli soruları birdenbire silmeye karar verdim. Sayısız röportaj yazan ve söyleşi yapan bir yazar olarak, bu soruların kaynağını mesleki bir deformasyona bağlamış olmam sanırım çok etkili oldu bunda.

Söyleşi yapmak, sorular sormak, hatta en az yanıtlar kadar soruları üzerine düşünmeye devam etmek sanırım kitap yazmanın cesur ve en etkin yöntemlerinden biri. Zira akıl ya da beyin, yazarken sürekli bir akış arayışı içinde. Doğrudan bir kitap yazmak için kuşkusuz büyük bir sessizlik ve çok açık haksızlıklar olmalı insanın hayatında. Yani derin bir odaklanma durumu…

Gelgelelim yaşamının neredeyse tamamını yazıya adamış kişilikler için dünya saatinin değişmezliği çok sıkıcı bir ayrıntı. Açıkçası zaman hiç yetmez. Bu yüzden sorular ve söyleşiler akla akıcılık katar, düşüncelerimizin kristalize olup damıtılmaları için beyinde kavramsal bir adrenalin işlevi görürler.

Bu kitap yazma kolaylığının yaygın olarak anlaşılmış olduğuna ilişkin, kişisel olarak, ilginç bir deneyim yaşamıştım ünlü bir ses sanatçımızla. Onun özgün müziğinin hayalet-editörü olmak için gittiğim toplantıda bana “evlat ben şimdi oturup kitap yazamam sen sor ben cevaplayayım sonra soruları çıkartırız,” demesi beni oldukça ikna etmişti bu yöntemin kesinliği konusunda.

Bahane kadar zaman da bulamayanların,  yazacakları kitapları gerçekleştirmek için fırsat yaratamadıkları için aşırı derecede yakındıklarını düşündüğüm günümüzde, bu yöntemin kendi aramızda, belki de edebiyat türleri için bile yapmaya başlamamızın zamanı gelmiştir belki de.

Evet bu gerekli girişten sonra, sanırım kendimi sorularımın içinde daha az kapatılmış hissettiğimi algılayabildiğim için sorularımı sormaya başlayabilirim:

Çok klişe, ama iyi ve kötü sorularım var.

Önce kötüler. (Cevapların kötü olması gerekmiyor.)

***

Fotoğraf: m.bianet.org/

Renkli yüksek tirajlı ve dağıtımlı yeni edebiyat dergilerini nasıl buluyorsunuz? Hiç o dergilerde yazdınız mı?

Bundan kastın eğer “popüler kültür” dergileriyse hayır diyebilirim. Belki birkaçı istisna! Neden derseniz; çünkü yazı önerisi geldiğinde önce konuya/ne yazabileceğime bakarak karar verdiğim bir iki dergi var… (Örneğin Atlas, vb.) Yani orada da amaç alacağım telif önceliğim olmadı hiçbir zaman. Gerekli/yararlı, kendimi vererek yazabileceğim bir “konu” her zaman önceliğim oldu. Yani bir “zabit katibi” gibi, ‘paramı verin her yerde her şey yazarım demedim hiçbir zaman. Bazen dergiler biz’i seçse de, ben çoğunlukla seçtiğim dergilerde yazdım. Bunu da bir “duruş”/”bakış” olarak nitelendirmek gerekir. Her yere, her şeye koşan, kuru deriden bal çıkaran biri olmadım.

Bu hareket sektörel boyutlara çekilen edebiyat dergiciliğine sizce bir eleştiri ve öneri mi?

Evet, eleştirelliği içeriyor elbette. Bir mahallenin, bir cemaatin, hatta bir “sofra”nın insanı olmamaya özen gösterdim sürekli. Sözü olan insan bence durduğu yerdeki ne söylediğiyle ilgilenmeli her daim. O bilir, zamane döngüsü öyle bir şey ki; iktidarlar gelip geçer, koltuklar devrilir, maskeler düşer tuz buz olur her şey… Ama kalıcı olan sözdür, yazıdır, oradaki varoluşunuzdur, duruş biçiminizdir. Bu anlamda yazıyı da bir iktidar biçimi görmek yerine, uyarıcı/aşılayıcı/yol yön gösterici olarak almak gerektiği düşüncesindeyim. Gelin görün ki, sözünü ettiğiniz mecralar bunu hiç de öyle görmez, bir tür “iktidar” olmak derdindeler. Bir dönem bir grup yazar olarak bizler, “iktidarsız.com”da yazanlar, bunu eleştiren bir tavır olarak ortaya koymuştuk.

Modernizmin kalesi olan bir üniversiteye geleneğin önemli bir kalemi hakkında önemli çalışmaları ve hizmetleri ile iyi bilinen bir hocamız rektör atandı. Bu sence bir kabuk değişimi mi yoksa kabuk çatlatma çabası mı?

Bunu iki açıdan değerlendirmeli: Neye görelik ve niçin?

Sanırım konuşacaklarımızı ise bundan sonraya sıralamalı. Asla kişilik itirazı olarak söylemiyorum; etkinlik/donanım/birikimden yanayımdır bu konularda. Hele hele öyle bir üniversitenin gelenekselleşmiş yapısın içinde sözünü ettiğiniz kişiye sıra gelemez bile, benim ölçütlerime göre. O camiayı bilen biri olarak söylüyorum.

Taraf ve bertaraflığın egemenliğinde bilim yapılamaz. Yapılırsa da bu sonuçlar “doğal”lık kazanır işte. Bakın itibarsızlaştırmanın, vasatlığın egemen olduğu bir ortamdayız yıllardır. Kimsenin yetkinlik, birikim, işinin ehli olmak gibi bir derdi yok artık. Herkes her yerde her şeyin hakimi. İşte çürüme yozlaşma dediğimiz şey de böyle böyle gelip bir toplumu ur gibi sarar.

Üstelik sizin şu değerlendirmenize de hiç katılamıyorum ne yazık ki: “geleneğin önemli bir kalemi hakkında önemli çalışmaları ve hizmetleri ile iyi bilinen bir hocamız” bana özgün yönlendirici yeni bir çalışmasını gösterin lütfen. “Tekrarın tekrarı” derdi Mehmet H. Doğan böylesi güdümlü yazıp edenlere. İzleyin, yakında şenlik başlayacaktır, vasatlığın bir Akademi geleneğini nasıl tarumar ettiğini hep birlikte göreceğiz.

Burada şunu da söylemek isterim; böyle bir teklif birine geldiğinde önce kendine şu üç soruyu sormalı: Neden ben, benden ne istenecek, acaba bu yeri doldurabilecek bir birikimim/birikimsizliğim var mı?

Hadi adını verelim, Handan İnci benim tanıdığım, insan olarak sevdiğim biri. Bu eleştirim asla onun kişilik haklarına dönük değildir. Birkaç konferansta panelde toplantıda birlikte yan yana olmuşuzdur. Beğenirsiniz beğenmezsiniz kendi alanında uğraş veren biri. Bu ayrı. Ama böylesine geleneği olan, Akademi’den üniversiteye dönüştürülen sanat eğitimi ağırlıklı bir kurumun başına gelmek, bazı şeylerin farkında olmazsanız eğer, bir insanın başına gelebilecek kazaya da dönüşebilir.

Zaman ustadır, gösterir bize sürekli. Ben bu konuda kaygılıyım. Salt bu durumdan değil, ülkenin siyasi erkinin üniversitelere, eğitime verdiği zayiattan…

Fotoğraf: peramezat.com

Memleketiniz Erzurum ile ilgili şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı kitabı çıkarmıştınız. O süreçte daha yakındık hatırlıyorum. Sıla özleminiz Erzurum kitabıyla bir parça olsun giderildi mi yoksa yüzleşme sürüyor mu hâlâ?

O kitapla defteri kapadım demeliyim. Kuşkusuz bir “Ulysses” yazmadım. Ama tıpkı Joyce gibi, doğduğum yerden uzaklaşınca oraya dair yazabildim; yazınca da bitti. “Görev” filan gibi de değildi üstelik. Bugün katledilen bir kentin belleğine kayıt düştüm, hepsi bu. Yarınını gelecek kuşaklar düşünsün. Vandallığın her türünden tiksindiğimden söz etmiş miydim size?

Kitap fuarları kendi dinamizmini ortaya koyamadan tehlikeli bir büyümeye sürükleniyor görüşündeyim. Hani bimilyoncular vardı mahalle aralarında eskiden 6 sıfır atılmadan önce…

Bu da bir gözboyama oyunu. Siz kitabevlerini, tıpkı sinema ve tiyatro salonları yerine AVM dikerek nasıl toplumu tektipleşmeye itiyorsanız, fuarlar da öyle. Kitap, kitabevinden satılır. Tam bir kitap kirlenmesi! İyi kitap okuru kitabevlerinin çoğalmasıyla yetişir. Elbette ki burada eğitim kaçınılmaz. Hangi eğitim diye sormalıydınız bence!?

Bu yozlaşma sürecinin kılcal damarları nerelere uzanıyor görüyorsunuz… Yazarlığın sınırlarının, Türkiye özelinde daha da… Popülerleştiğini söylüyorsunuz. Bakın, sizin sınırlarınız benim de sınırımın başladığı yerdir. Başınızı uzatıp sokağa bakın, bir de içeride olanlara. O kadar çok benziyorlar ki birbirine. Örnek mi? İşte “Ahmet Ümit vakası”, “İlber Ortaylı” vakası… Saymakla bitmez. Yazının, sözün ticareti olmaz, bir tüccar gibi davranamaz akademisyen de yazar da. Hangisi toplumun vicdanı derseniz, hiçbiri. Açsın okusunlar André Gide’in sözleri, belki biraz utanırlar.

Tam burada çok sıkıldım. Hayır sadece soruları sormaktan vazgeçiyorum, çünkü gerçekten kötü sorular. Çünkü soruların iki yüzü var cevaplar ilki, diğeri de kullanım değişim değerleri üzerindeki keyfiyet. Umarım yazarımızı çok yormadım ya da hasar bırakmadım kendisinde.

Üşengeç değilimdir, iyimserim ama umutlu değilim! Gene de Mevlâna’nın sevdiğim şu sözleri benim ışıldağım olmuştur her daim:

“İyi insanların şarkıları

ta yukarlardan aşağılara

güneşin ışıkları gibi iniyor.

İyi insanlar yağmur demiyor, kar demiyor,

ortalık kış kıyamet,

kolları sıvamışlar,

taze yaz meyveleri yetiştiriyorlar.”

Şimdi iyi sorular (cevapların da iyi olması gerekmiyor.)

Nasılsınız iyi misiniz Feridun ağabey?

Yanıtını sorunu görmeden verdim, sanırım!

Kültürümüzün baharları sizce ne zamandı ve ne zamanlarda onu bekliyor ve özlüyorsunuz?

Ben hep bugünü yaşarken yarına bakan insanımdır. Dün, ancak kökenimi hatırlatır bana. Onun üzerinden asla oyunbazlık yapmam.

Elinizde cidden iyi imkânlar olsaydı (maddi, kurumsal) kültür ve sanat için neler yapmak isterdiniz?

İnsanlara sanat eğitimi verebilen bir akademi açardım, ama içinde her şeyi barındıran. Şu soruyu sormanı isterdim: Orhan Pamuk Nobel’le ne getirdi bu dünyaya, kaç insana dokundu acaba, kaç insanın elinden tuttu, ne tür bir girişimde bulundu? “Masumiyet Müzesi” oyuncağını saymazsak!

Yaklaşık 20 senedir her yerde terennüm ettiğim Türkiye Yazarlar Akademisi için topu size atıyorum şimdi. Birkaç kez bunu konuştuk. Siz hariç söz ettiğim çoğu kişiden sevimli olmadığı, kimin içerde-dışarda kalacağı ya da Türkiye’de bu olmaz’a kadar varan karşılıklar aldım. Başlarda üzerime alınsam da sonraları bunun toplu bir çaresizlik-vazgeçmişlik-umursamazlık koalisyonu olduğunu fark ettim ve bu kuruluşu özlemeye devam ettim. Sizce Académie Française çıkışlı ve biz’e varışlı bir yazar kurumu bizi nereden nereye alır götürür ya da bırakır?

Bunun iklimi var mı sizce ülkemizde? Ya da mevsimleri? Giderek nerelerde nasıl çölleştiğimizin farkında olmalısın…

***

Söyleşiyi bitmeden bitirmek, dijital çözümlerin tavan yaptığı günümüz iletişim dünyasında bir hayli mümkün. Böyle yaparken, son dakika sorusuyla karşı karşıya kalıyorum Feridun Andaç’ın, edebiyatçıların iletişimi doğru anladığı ve anladıklarını güzel uyguladıklarının bir kanıtı olarak…