Çarpık şehirleşmenin, plansız büyümenin, fakirliğin ve elbette gusto eksikliğinin sonucu olarak aynı derece karaktersiz kötü binalar bugün maalesef İstanbul’un mimari kimliği, daha doğrusu kimliksizliğini oluşturuyor. Tarihi yarımadanın ve Boğaz’ın kartpostal turistik görüntüsü dışında İstanbul; tarihinden kopmuş, köksüz, kocaman bir gecekondu haline gelmiş durumda. Günümüzde yapılan yeni binalar ile de İstanbul, ait olmadığı geçmişi ile tüm bağlarını kopararak kendine yeni bir yapay gelecek yaratmaya çalışıyor. 

Mimari Bilinçsizlik
Mimari Bilinçsizlik | Fotoğraf: Unsplash/@rofotoqoto

Sen gittiğin o ülkesin varılmıyorsun
Vurmuş sonrasız nasıl en güzel sulara

Güzelliğin balıkları gibi İstanbul’un.
Şimdi her yerde ne güzeldiniz o kalmış
Yankımış denizlere öbür kadınlara
Dünyada sizinle İstanbul olmak varmış.
(İlhan Berk, Ben Senin Krallığın Ülkene Yetiştim)

Sanki başka bir yüzyıldaymış gibi siyah-beyaz olarak hatırladığım bir tarihte, uzun sürmüş bir yazın gölgesinde bir sonbahar gününde, kalbimde ve dilimde İlhan Berk’in yukarıdaki dizeleri: “denize bakan evler‘’ gibi esenlik, aynı sokaklarında yürüdüğüm, aynı havasını soluduğum şehrin diğer sakinlerinin büyük çoğunluğunun aksine, İstanbul’un son kalan bir katre güzelliğini yeniden keşfetmeye çıktığımda başka bir şehirle karşılaştım: Vedat Tek’in İstanbul’u ile. 

İstanbul
İstanbul | Fotoğraf: Unsplash/@ezgiy

İstanbul’un Mimari Kimliği

Bir şehre kimliğini, karakterini veren en somut unsurlar binalarıdır. Yakın sayılabilecek bir tarihte bir iş toplantısı için Çekmeköy’den Yeşilköy’e İstanbul’un bir ucundan diğer ucuna diyebileceğimiz uzun bir yolculuk yaparken, İstanbul’un genel silueti daha doğrusu mimari karakteri hakkında adeta kalbimi çıkaracak düzeyde bir karamsarlık ve hayal kırıklığı hissetmiştim. Çarpık şehirleşmenin, plansız büyümenin, fakirliğin ve elbette gusto eksikliğinin sonucu olarak aynı derece karaktersiz kötü binalar bugün maalesef İstanbul’un mimari kimliğini, daha doğrusu kimliksizliğini oluşturuyor. Tarihi yarımadanın ve Boğaz’ın kartpostal turistik görüntüsü dışında; İstanbul tarihinden kopmuş, köksüz, kocaman bir gecekondu haline gelmiş durumda. Günümüzde yapılan yeni binalar ile de İstanbul, ait olmadığı geçmişi ile tüm bağlarını kopararak kendine yeni bir yapay gelecek yaratmaya çalışıyor. İstanbul’dan bir tür Dubai yaratmaya çalışılıyor. Bu duruma itiraz edenler ise gelişme düşmanı ve tutucu olarak yaftalanıyor…

Viyana
Viyana | Fotoğraf: Unsplash/@nicolasnowak

Oysa bir şehrin tarihi dokusunu ve karakterini koruması, kendi kültürünü koruyarak gelişmesi, daha doğru bir deyimle, inovatif olmasına engel değil. Bunun en belirgin örneği Viyana. Viyana tarihi dokusundan bir şey kaybetmeyen, neredeyse müze görünümünde bir şehir ama bu durum onun küresel bir kültür, ekonomi ve diplomasi merkezi olmasına bir engel teşkil etmiyor. Viyana küresel şehirler içinde sadece nefes kesen mimari güzelliği, rafine yaşamı ile değil, inovatif özelliği ile de ön plana çıkıyor. Viyana 2007 ve 2008 yıllarında arka arkaya dünya şehirlerinin inovasyon kültürü sıralamasında bir numarada, 2011’de de beşinci sırada yer almış ve 2005-2010 arasında dünyanın bir numaralı uluslararası kongre merkezi olmuş. 

2015 Viyana’da ”Yürüme Yılı” olarak belirlenmişti. Bu yıl kapsamında da Viyana’da her ay çok ilginç ve farklı bir tur düzenlendi: ”Çirkin Viyana”. Bu tur genel olarak dünyanın en rafine ve güzel şehirlerinden biri olan Viyana’nın bir başka, karanlık ve çirkin yüzünü göstermeyi ve bu sayede de aslında tüm şehirler için geçerli olan gerçek ile fantezi arasındaki farkı ortaya koymayı hedefliyordu. Yıl boyunca her ay düzenlenen turların sonunda da katılanların oylarıyla Viyana’nın en çirkin 10 binası seçildi. Böyle bir turun başlatılmasının ardındaki düşüncelerden biri; aslında güzelin sıkıcı, çirkinin ise ilgi çekici ve güzel olabileceği gibi felsefenin bir alt dalı olan estetiğe ait bir tartışma. Buna ek olarak tur aynı zamanda, kabul gören Viyana imajının ötesine geçerek şehrin aslında göründüğünden ve sunulduğundan daha yaratıcı, canlı ve farklı olduğunu da kanıtlamayı da hedefliyordu.

Mimar Kemalettin Vakıf Hanı
Mimar Kemalettin Vakıf Hanı | Fotoğraf: skylife.com

Bu turdan hareketle İstanbul’u düşündüğümüzde durum biraz farklı. İstanbul’da en çirkin değil en güzel 10 binayı bulma turları düzenlenebilir. Tüm bir şehrin aynı sıradan, yapay, plastik bir estetiğe, daha doğru bir deyişle, anti-estetik bir yapılaşma anlayışına kurban gittiğini düşünürsek çirkini değil güzeli aramak için dolaşmalıyız, çünkü güzel olanların çoğu adeta arkeolojik kalıntılar gibi aranıp bulunmayı gerektiriyor. Örneğin yıllarca işportacılar, toptancı konfeksiyoncular tarafından kamufle edilen Mimar Kemalettin’in Vakıf Han II ve III Binaları, Vedat Tek’in şehrin farklı yerlerinde yanlarındaki karakterden ve estetikten uzak binalar tarafından adeta ezilmiş yapıtları, Sirkeci-Eminönü’nde terk edilmiş hanlar tek tek tur ile keşfedilmeyi bekliyor.

Büyük Postane, Eminönü
Büyük Postane, Eminönü | Fotoğraf: gezievreni.com

Vedat Tek ve Eserleri

Tüm bu karamsarlık içinde İstanbul’da Vedat Tek gibi mimarların (sanatçıların) yapıtları bir nebze de olsa içimize ferahlık veriyor. Vedat Tek’in yapıtları İstanbul’da eskimiş, yırtık pırtık elbiseler üzerinde sırıtan parlak mücevherler gibi duruyorlar. Maçka’daki Milli Emlak Dükkanları boş. Nişantaşı’ndaki evinin yanında karaktersiz sıradan bir bina. Hala kullanılan Sirkeci’deki Büyük Postane ve Sultanahmet’teki Tabu-Kadastro (Defter-i Hakani) Binaları’na giren binlerce kişiden kaç tanesi girdikleri yapının mimari, tarihi ve estetik-kültürel değeri hakkında düşünüyor? Vedat Tek üzerine en önemli otorite olan mimarlık tarihçisi Afife Batur’un tanımlamasıyla: ‘’En önemli yapıtlarından biri olan, Türkiye’deki Art-Deco mimarlığının en görkemli binalarından’’ 1939 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nin sahibi Yunus Nadi için Nişantaşı Valikonağı Caddesi’nde (kendi evinin tam karşısında) inşa ettiği Yayla Apartmanı’nın ‘’kültür varlığı olmadığı’’ gerekçesiyle yol genişletme çalışmaları sırasında yıkıma onay veren kurul üyelerinin aklında ne vardı? 

Moda İskelesi
Moda İskelesi | Fotoğraf: mapio.net

Vedat Tek’in yapıtları erken dönem modern Türk Mimarisi’nin en önemli başyapıtları olmaları yanında aslında günlük yaşamımızın da ayrılmaz bir parçaları. Kadıköy Moda İskelesi, Haydarpaşa İskelesi, Fatih-Saraçhane’deki Tayyare Şehitleri Anıtı, Erenköy’deki Zihni Paşa Cami, Hobyar Mescidi (Büyük Postane Cami), İstiklal Caddesi üzerindeki Rüştü Paşa Apartmanı, Çiftehavuzlar Cemil Topuzlu Köşkü, günümüzde Ciner Holding merkezi olarak kullanılan Şark Nemlizade Tütün Deposu, FSM Üniversitesi Rektörlük Binası olarak kullanılan eski Fatih Belediye Başkanlığı Binası, halihazırda restorasyon çalışması devam eden Sirkeci’deki Liman Han ve Teşvikiye Cami karşısındaki Güneş Apartmanı… 

Vedat Tek Kimdir?

Vedat Tek Osmanlı geleneğini modern batı mimarisi ile birleştiren, zaman içinde gelenekten moderne doğru yumuşak ve uyumlu bir geçiş yapmayı başaran, deyim yerindeyse modern mimarinin bu topraklardaki ilk büyük ismi. Tasarım ve sanatsal yeteneği ile her biri özgün bir sanatsal-mimari dile sahip aynı zamanda şık ve güzel binalar ortaya koydu. Son dönem Osmanlı aristokrasisini oluşturan en önemli ailelerden birinin üyesi olmasının, Vedat Bey’in mimari ve sanatsal anlayışında büyük bir etkisi var tabii ki. Tıpkı bir başka büyük sanat ve kültür adamı Osman Hamdi Bey gibi o da yüksek memur bir babanın çocuğu. Anneleri de sarayda üst düzey görevli ailelerden geliyor. Vedat Bey’in annesi Divan Edebiyatı ve müziğinin çok önemli bir temsilcisi şair ve bestekar Leyla Saz. Her ne kadar babası, dönemin en ünlü vezirlerinden Giritli Sırrı Paşa karşı çıksa da, annesinin desteği ile Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) ardından eğitimine Paris’te devam etmiş. Önceleri babasının isteği üzerine bir süre mühendislik derslerini takip etse de sonrasında dünyanın en saygın mimarlık okullarından biri olan Ecole des Beaux-Arts’a girer, ünlü mimar Constant Moyaux’nun atölyesinde eğitim görmüş. 

Beaux Arts Müzesi, Fransa
Beaux Arts Müzesi, Fransa | Fotoğraf: Unsplash / Lena Paulin

Vedat Tek’in tüm mimari serüveninde Beaux-Art’ın etkisi açıkça görülür ama zamanla kendini yenilemeyi başarmış büyük bir sanatçı olarak tek bir kaynağa bağlı kalmadan zengin bir mimari üsluba ulaşır. Vedat Tek, Osmanlı ve Türk modernleşmesinin en yoğun olduğu bir dönemde, 19.yüzyıl sonu 20. yüzyıl başındaki pek çok diğer sanatçı gibi batılı, başka bir deyişle muasır medeniyet seviyesinde bir sanat oluşturmak, İstanbul mimarisinde ulusal söylem yaratmak için yola çıkar. Nitekim onun ve Mimar Kemaleddin’in, Arif Hikmet Koyunoğlu ve Gulio Mongeri ile birlikte ”Birinci Ulusal Mimarlık Akımı” ile özdeşleştirilmesi de bu yüzden. Öte yandan yine her büyük sanatçı gibi o da söylem veya ideolojinin ötesinde kendi kişisel dilini yaratır. Nitekim tekrar Afife Batur’a dönersek onun da ifade ettiği üzere bu muasır medeniyet mevzusu Vedat Tek’te bir değişikliğe yol açmaz. Vedat Bey kendi sözleriyle, 1937 yılında Yedigün Mecmuası’nda bir röportajında şöyle der: ‘’Ben eserlerimde modern Türk mimarisini tercih ederim. ‘’

Vedat Tek’in bir romantik veya historisist mi yoksa bir modern mi olduğu mimarlık tarihi ve kuramının alanına giren teorik bir konu (şahsen ben de Vedat Tek’in bir ‘modern’ olduğunu düşünüyorum). Bizi, günlük yaşam telaşı içindeki İstanbulları ilgilendiren ise Tek’in yapıtları. Mimarlık tarihi ve kuramı için önemleri bir yana Vedat Tek’ın yapıtları, güzelliklerini idrak edebilene ve yaşadığı şehre estetik bir bakış açısıyla yaklaşabilenlere özel bir kimlik ve ruh sunar. O olmasaydı bugün İstanbul’un kaybolmaya yüz tutmuş kimliği çok şey kaybedecekti. Günlük yaşamımızın parçası olan her gün önünden geçtiğimiz ama kafamızı kaldırıp bakmadığımız, İstanbul’un o yıpratıcı günlük koşuşturmasının telaşı içinde üzerine düşünmediğimiz pek çok önemli mimari yapıtın sahibi olan Vedat Tek’in başyapıtı Büyük Postane bile yaşamımıza bir nebze de olsa estetik katıyor.  

İstanbul Arkeoloji Müzesi (Alexandre Vallaury)
İstanbul Arkeoloji Müzesi (Alexandre Vallaury) | Fotoğraf: reddit.com

İstanbul’un Mimari Kimliğine Katkısı Olan İsimler

İstanbul bize eklektik bir kent atmosferi içinde, derinliklerinde İslam mimarisinden neo-klasik Avrupa mimarisine, 16. yüzyıldan 20. yüzyıl başına, farklı tarihsel dönemlerin stillere sahip yapıtlar arasında bir seyahat imkanı sunuyor. Farklı özelliklerine ve dönemlerine rağmen, tüm bu yapıtlar bütüncül bir ruh ve kültürel bir geçmişten süzülüp günümüze ulaşıyorlar. O bütüncül ruh ve kültürel geçmiş ise İstanbul şehrinin ta kendisi. Dünya sanat tarihinin en büyük dahilerinden biri Mimar Sinan bu şehre en büyük damgayı vurdu. Öte yandan 19. yüzyılın son dönemi ve 20. yüzyıl başında İstanbul’a önemli yapıtlar kazandıran Alexandre Vallaury ve Giulio Mongeri; geçmişten günümüze bu şehrin estetik kimliğinin oluşmasında büyük katkılar yapan Mimar Kemaleddin Bey, Ali Talat Bey, Sedat Hakkı Eldem, Emin Onat ve daha genç kuşaklardan pek çok mimar bu kültürel derinliğin oluşmasında pay sahibi. 

Peki bizler, bu şehrin sakinleri, yozlaşma ve köksüzleşme kanser hücreleri gibi şehrin her bir yanına yayılırken önündeki simitçiler veya önlerine serilen çarşaflarda satılan işporta ürünlerden fırsat bulup da fark edebilirsek Germanya Han olarak bilinen eski Deutsch Orient Bank binasının ve Vakıf Han II’nin varlığını ve ruhunu hissedebilir miyiz? 4. Vakıf Han’ın restorasyonu sonrasında yapıya eklenen çatı katlarını görseydi Mimar Kemaleddin ne yorum yapardı? Her gün bir sürü bürokratik iş için önünde kuyruk olanlar SGK Zeyrek Binası’nın Türk Mimari tarihi açısından önemini biliyorlar mı? Onlar için Sedat Hakkı Eldem kimdir, eski Sosyal Sigortalar Kurumu memurlarından biri mi? Ve o binanın tam karşısındaki İstanbul Manifaturacılar Çarşısı, yani bilinen adıyla İMÇ… Çağdaş Türk Mimarlığı açısından çok önemli bir yere sahip olan binanın tasarımı, inşası ve sonrası hakkında yapının mimarlarından Doğan Tekeli’nin ”Mimarlık: Zor Sanat” kitabında yazdıklarını okuduğunuzda insan bu şehrin ve sakinlerinin iyi ve güzel şeyleri hak etmediğini düşünüyor.

1980’ler ile beraber yapının adı kalır ama artık çarşı Türkiye’nin kasetçilerinin merkezi haline gelir. Arabesk, fantezi müziğinin yıldızları bir dönem oradan çıkar. Yıllarca şöhret olmak için İMÇ’nin merdivenlerini arşınlayanlar, çarşının duvarlarını süsleyen Türk resim sanatının büyük isimleri Kuzgun Acar, Ali Teoman Germaner, Sadi Diren, Yavuz Görey, Füreya Koral, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu ve Nedim Günsur’un eserlerini görmüşler midir? İMÇ’nin tarihi Tekeli’nin şu sözlerini ne kadar da haklı çıkarıyor: “Yaşadığımız kentin caddelerinde, sokaklarında yürürken, önlerinden geçip gittiğimiz yapıların, pek çoğunun farkına varmayız. Arada bir gözümüze çarpanların da ne zaman, ne zorluklarla, kimler tarafından inşa edildiklerini düşünmeyiz.”

İstanbul | Unsplash/@ashta

İstanbul sürekli gittiğimiz ama bir türlü varamadığımız ülke gibi… Vedat Tek ve İstanbul Mimarisi üzerinden düşünüp Eminönü İskelesi’nden vapurla Kadıköy’e gelip insan ve araç yoğunluğundan dolayı Kadıköy rıhtımından bir türlü eve dönemezken çaresizce Ece Ayhan’ı hatırlıyorum denize bakarak: 

Şiirimiz kentten içeridir abiler
Takvimler değiştirilirken bir gün yitirilir
Bir kent ölümünün denizine kayar dragomanlarıyla
Düz ayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?

Bir kent sadece ölümünün denizine kaymakla kalmıyor, yeraltına, mezarına da iniyor mezar kazıcılarıyla… Sonra Attilla İlhan’ı hatırlıyorum:

Sen
Eğer yine İstanbul’san
Eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim
Sen eğer yine İstanbul’san
Aldanmıyorsam
Yakaları karanfilli ibneler eğer beni aldatmıyorsa
Kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
Yine senin emrindeyim.

Ben de soruyorum, estetikten uzak yapılaşmadan dolayı gözlerimizden kan fışkırırken, kendi kendime: ”Emrinde miyim bu şehrin?” diye…

Kapak Fotoğrafı: kanal7haber.com

İlginizi Çekebilir: Melek Ardıç’tan Alexandre Vallaury