Günlük rutinlerimiz sürüp giderken ve hayatın akışı içerisindeki kontrolsüzlüğümüz sayesinde oturup kendi hakkımızda ‘N’apıyorum ben’ diye düşünmemekten memnunken birden kendimizi bir pandeminin ortasında veyahut da odamızda karantinada bulduk. Bu gelişmelerin belki de bazılarımızda bir ‘uyanma deneyimi’ yaşatacağı bazılarımızda ise büyük bir sıkılmadan ibaret geçeceği aşikar. Ben de kendimi o hayalini kurduğum Erasmus’ta Çekya’da bir yurt odasında buldum. Kendi çapımda okumalar yapmayı seven biri olarak elime kaygı ile ilgili bir tez geçti. Aslında şu andaki durumumuzu en iyi özetleyen kelime kaygı olabilir. Tezin ‘Kaygı’ ile alakalı bölümünü okuduktan sonra bunları yazmanın hem benim daha iyi anlamamı sağlayacağını hem de sizlerin faydalanabileceğini düşündüm. Umarım beğenirsiniz.

kierkegaard
Søren Kierkegaard| Fotoğraf: school of life

Öncelikle kaygı kelimesinin kökeni ile başlayabiliriz. Kaygı tarihte geçtiği en eski yazılı kaynak olarak Uygurcada kadğu “tasa, üzüntü” anlamına geliyor. Günlük hayatta kaygıyı kullanma şeklimiz ile felsefe ve psikolojideki ‘kaygı’ birbirinden ayrılıyor. Gündelik yaşamda kaygı genelde  ‘endişe’ ile eş anlamlı olarak kullanılıyor. Endişe genelde ‘nedeni belli bir durumdan duyulan huzursuzluk’ şeklinde basit haliyle tanımlanabilir. Mesela her gün işten aynı saatte gelen arkadaşınızı evde bulamayınca “Endişelendim” veya “Kaygılandım” ifadelerini birbiri yerine kullanıyoruz. Psikoloji ve felsefede durum biraz farklı. Kaygı kavramsal boyutta ‘nedeni belli olmayan bir durum karşısında duyulan huzursuzluk güvensizlik hissi’ olarak tanımlanıyor. Farklı düşünceler mevcut olsa da nedeni belli olmama durumu hepsinde ortak olarak var. Günlük kullanım vesilesiyle yanlış anlaşılmaları önlemek için bazı psikiyatristler ‘anxiety’ kelimesinin Türkçeleştirilmiş biçimini ‘anksiyete’ yi kullanıyorlar. Ancak dilimize uymaması gerekçesiyle büyük çoğunluk hala ‘kaygı’ terimini kullanılıyor.

Kaygı ile korkunun benzerliğinden ötürü ilk olarak kaygıyı korkudan ayırmamız gerekiyor. Öyle ki ayrı bir konu başlığı olarak incelemeye alınmamış kaygıyı ilk inceleyen filozof Kierkegaard da kaygıyı korkudan ayırarak başlamış: “Bu terimin “korku”dan ve korkuya bağlı, belirli bir nesnesi olan benzer kavramlardan tümüyle farklı olduğunu belirtmeliyim. Kaygı bu nedenle hayvanda bulunmaz; çünkü tin, hayvana yüklenmiş bir nitelik değildir.” (Kierkegaard, 2006: 35)

Anksiyete | Fotoğraf: Unsplash.com/@anniespratt

Anlaşıldığı üzere korkunun her zaman belirli bir nesnesi varken yani ne kadar karmaşık olursa olsun neyden korktuğumuz belirli iken kaygıda durum böyle değil. Kaygı herhangi bir nesneye yönelmiyor. Cüceloğlu’na göre bu kaynak farkının yanında iki fark daha bulunuyor. İkinci fark şiddet. Korku kaygıdan daha yoğun ve şiddetli. Üçüncü fark ise süre. Korku nispeten kısa süreli iken kaygı uzun süre devam eden belki de hayat boyu sürebilen bir ruhsal durum.

‘…düşmanı belli olduğundan yenmesi nispeten kolay olan korku duygusu, benliğimiz gelişip insan olmamızın sonucu olarak yerini düşmanı belli olmadığından yenmesi de zor olan kaygı duygusuna bırakır.’

(Dağ, 1999: 188)

Kendim üzerinden düşündüğümde, genelde daha çocukken yaygın ruhsal durum korku iken büyüdükçe nesne belirsizleşerek yok olur ve kaygıya dönüşüyor. Mesela ben küçükken gece eve hırsız girmesinden çok korkardım. Korkumun nesnesi çok net görüldüğü üzere. Benliğimiz geliştikçe nesnelere olan korkumuzu giderek yeniyoruz ama yeni bir ruhsal durumla karşı karşıya kalıyoruz. Geliştikçe karmaşıklaşan benliğimiz için artık korktuğumuz şey o denli belirsizleşir ki kaygıya dönüşüyor. Buradan yola çıkarak kaygının korkuya oranla daha kişisel olduğunu söyleyebiliriz. Aynı örnek üzerinden devam edersek küçükken eve hırsız girmesinden korkan eminim başkaları da vardır ama kaygımın oluşumu kişisel olarak biriktirdiğim geçmişimle yakından ilişkili. Bu da kaygıyı her insan için farklı bir karmaşık yapıyı beraberinde getirir. Analoji olarak korkuyu gerçeklik ile ilişkilendirirsek kaygı olanak ve olasılıklar ile eşleşebilir. Buradaki gerçeklik kişiye özgü yani gerçek olduğuna inandığım şeyi gerçeklik olarak alıyorum. 

Psikolojide Kaygı Kavramı

Freud ve Kaygı | Fotoğraf: BilgiPedia

Kaygı kavramı, psikolojinin çalışma alanına ilk olarak Freud’un çalışmaları ile girmiştir. Freud’a göre Darwin’in adaptasyonu Spinoza’nın ‘conatus’ u gibi canlıların kendi varoluşları için çabalama eğilimi vardır. Bu düşünceye bağlı olarak bu çabaya bir tehdit olarak görülen çevre tarafından varlık alanının kısıtlanabilir olması insanda daimi bir kaygıya yol açar. Bu kaygıyla başa çıkmanın en kestirme ve garanti gibi görünen yolu kurallar ve normlara uyum sağlayarak yaşamaktır.

“Kaygı da fiziksel ve toplumsal çevreden gelen tehlikelere karşı bireyi uyarma, gerekli uyumu sağlama ve yaşamı sürdürme işlevine katkıda bulunan doğal bir duygudur

( Geçtan, 2005: 76)

Rollo May | Fotoğraf: Google Arts and Culture

Fakat bu toplumsal ve sistemin ördüğü normlara sürekli uymaya yönelik bu baskılayıcı hal daimi bir kaygının ortaya çıkmasında etkili olabilir. Bu huzursuzluk hissine herhangi bir kurtuluş yolu olmadığı düşüncesi eklendiğinde nevrotik kaygının başlamasına sebep olabilir. Şu anki durumda bazılarımız pandemiden kurtuluş yolu olmadığı düşüncesine kapılıp bu nevrotik kaygıya benzer şeyler hissedebilir. Bu durumdan çıkmanın yolu Rollo May’e göre kişinin kendisine yönelip bakış açısını değiştirmesidir. Yani muhtemel kaygının sebebi aslında pandeminin yanında kendisi ile ilgili sorunlar olabilir. Bu şekilde düşünmek ve kendi hayatının dümenini eline alarak bu varoluşsal kaygının önüne geçilebilir.

Freud’a göre kişiliğin ilkel yanını oluşturan ‘id’ in merkezine inilirse kaygının özüne ulaşılabilir. Ego ve süperego tarafından baskılanan id, tıpkı bir kaygı fabrikası gibi çalışmaya ve ego- bilinç düzeyi tarafından nesnesi/ kaynağı anlaşılmaz olan bir takım kaygılar üretmeye başlar(Dinvar,2017:12). Freud kaygı üzerine ilk çalışmalarında kaygıyı, bastırma sonucu ortaya çıkan bir durum olarak görürken, sonraki dönem çalışmalarında bastırmayı üreten, ona yol açan asıl gerçekliğin kaygı olduğu saptamasında bulunur (Freud,1989: 32).

Varoluşcu Felsefede Kaygı Kavramı

Kaygı
Kaygı | Fotoğraf: Unsplash.com/@vegfrt

19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan Varoluşçuluk özellikle insana odaklanmasıyla diğer felsefelerden ayrılır. Bekleneceği üzere insana odaklanan bir felsefenin kaygıdan bahsetmesi kaçınılmaz olacaktır. Aslında Varoluşçuluk bir felsefe değil felsefeler topluluğudur. Çünkü Varoluşçuluk hiçbir zaman ortak bir yargıya varamamıştır. Varoluşçu diye anılan filozoflar birbirinden farklı fikirler savunurHatta bazı filozoflar Varoluşçu olmadığını iddia etse bile varoluşçu diye anılmaktan kurtulamamıştır. Varoluşçuluk bilhassa II. Dünya Savaşı sonrası boşluğa düşen insanı, yaşantısını, duygularını kendine mesele edinen fikirler topluğudur diyebiliriz. Varoluşçu felsefe içerisinde kaygı kavramına önem veren filozoflardan Soren Kierkegaard, Martin Heidegger’in felsefelerine değineceğim.

Soren Kierkegaard ve Kaygı Kavramı 

kierkegaard2
Søren Kierkegaard | Fotoğraf: School of Life

Varoluşçu Felsefe içerisinde kaygı kavramını korkudan tamamen ayırma çabasıyla kaygı üzerine derinlemesine araştırmalar yapan, keskin iddialarla kaygı kavramını başlı başına bir kavram olarak sosyal bilimler arasında tartışmaya açan ilk isim Soren Kierkegaard. Düşünürün hayatının bir bölümünde ciddi bir papazlık eğitimi aldığını belirtmeliyim. Zaten felsefesinin çoğunda bunun etkisi de görülüyor. Kierkegaard dini metinleri baz alarak bunlara farklı yorumlar getirmesiyle ve kaygı kavramını felsefesinin temeline oturtmasıyla adından söz ettiren bir filozof. Bunun yanında ondan sonra gelen birçok varoluşçu filozofu derinden etkiliyor.

Kierkegaard’ın kaygı kavramı; günah, özgürlük ve suçluluk duygularıyla yakından ilişkili. ‘The Concept of Anxiety’ adlı kitabında Kierkegaard Adem’in işlediği ilk günahın tüm insanlara geçtiği ve insanın bu dünyaya bu günahla geldiği dogmasına karşı çıkıypr. Ona göre Adem işlediği ilk günahla birlikte ‘günah’ yeryüzüne inmiştir. Fakat dünyaya gelen insan ilk günahını bu dünyada işler. Bunu anlatmamın sebebi Kierkagaard’ın kaygı kavramını insanın yeryüzündeki işlediği ilk günah ile temellendirmesi. Aslında insan bu ilk günahı işleyerek masumiyetten suçluluğa doğru bir sıçrama gerçekleştirecektir. Bu günah ile insan yarı ontolojik bir dönüşüme uğrar. Kierkegaard’a göre masumiyet cehalettir yani ilk günahı işlemeyen insan henüz kendi varlığının ve olanaklarının farkına varamamıştır. İlk günah ile insan dünyaya iradesi ile terkedilmiş olduğunun özgür olduğunun farkına varacaktır. Bu özgürlük sorumluluk duygusunu da beraberinde getirir. Bu sorumluluğu üstlendiği anda insan Kaygı duygusunu hissetmeye başlayacaktır kaçınılmaz olarak. Suçluluğa düşme ihtimali veya günah işleme ihtimali onu kaygıya sürükleyecektir. 

Kierkegaard kaygıyı uzak durmamız veya aşmamız gereken bir şey olarak görmez. Kaygı ikilemsel bir biçimde insanın hem sürekli bir tehdit olarak gördüğü hem de ulaşmayı arzuladığı şeydir. Yani kaygı hayatımızda vardır ve hep var olacaktır. Kaygıdan kurtulmak bir yana bunu yapmak istemediğimizi söyler Kierkegaard.

Martin Heidegger ve Kaygı Kavramı 

heidegger
Martin Heidegger | Fotoğraf: School of Life

Yine kaygı kavramını felsefesi içinde önemli bir yere yerleştiren diğer bir varoluşçu düşünür Heidegger’dir. Heidegger’e göre “Felsefe yapmak Varlığın anlamını sorgulayan sorular sorarak onu açıklamaktır.” (Heidegger, 1959:12) Dolayısıyla Heidegger’in kaygı hakkındaki düşüncelerini anlamak için öncelikle kendisinin varlık felsefesine bakmak geriyor.

Heidegger kendisinden önce gelen felsefe geleneğine ciddi eleştiriler getirmiş ve bu yüzden eski kavramları kullanmak yerine kendi kavramlarını yaratmayı tercih etmiştir. Heideggerin felsefeye kazandırdığı önemli kavramlardan biri Dasein’dır.

“Dasein, basit anlamda insan varlığı değil, ontikliğinin üzerine ontolojik varoluşunu inşa eden ve varoluşunu anlamlı yapabilen ‘insan olma olanağı’dır”

(Çüçen, 2003: 40-43)

Kaygı | Fotoğraf: Unsplash.com/@martino_pietropoli

Heideggerin burada vurguladığı şey ontik olarak dünyaya gelen yani maddesel olarak var olan varlığın ‘ontolojik varoluşunu’ dünyaya geldikten sonra kurduğudur. Burada Dasein tam da dünyaya fırlatılan henüz varoluşunu gerçekleştirmemiş ama bu potansiyeli bulunduran tek varlıktır. Dünyaya fırlatılmışlığının farkına varan Dasein bu farkındalığı kazandığı anda kendini dünyada anlamlandırmaya, konumlandırmaya çalışır. Bu sayede olanaklarının farkında bir varlık olarak özgür seçimleriyle olanaklarını gerçekleştirebileceğinin de farkına varır ama bu tüm olasılıkların yanında karşısında bir olanaksızlıklar silsilesi olarak ölüm vardır. Dasein’ın sadece başkasının deneyimiyle bilebildiği ölüm Dasein’da sürekli bir belirsizlik huzursuzluk hali olarak kaygıya sebep olur. 

Ölümün yanında bir başka kaygı kaynağı olarak toplum düzeni de etkili rol oynar. Dasein’ın dünyada var olması birlikte-varolmadır. Yani Dasein dünyada her zaman başkalarıyla birliktedir. Fakat Heidegger’e göre başkaları demek benim dışımdaki herkes demek değildir. Tam tersine “başkaları” dendiğinde anlatılmak istenen kendimin kendimi çoğunlukla onlardan ayırt edemediğim, onlar içinde onlarla her bakımdan birleştiğim, deyim yerindeyse onlarla “hemhal olduğum” haldir. (Kocaman,2017:5) Bu başkalarıyla birlikte olma durumunun sonucu olarak Dasein kendi olduğunda kabul görmeme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Sürekli olarak bu tehditle yüzleşen Dasein sırf dünyada olduğu için kaygı içindedir. 

Kaygı
Kaygı | Fotoğraf: Unsplash.com/@derstudi

Heidegger felsefesinde önemli bir yer tutan diğer terim de Das Man’dır. Das Man insanın daha doğrusu Dasein’ın kendinden kaçışının, kendi varlığını unutmasının aracı olan ortamın, yani gündelik yaşamın öznesidir. Das Man’ı en iyi tanımlayan iki kelime ‘herkes’ ve ‘hiç kimse’ olacaktır. Çünkü Das Man ‘onlar’ ‘şunlar’ gibi belirli bir topluluk değil kamu olarak adlandırılan muğlak bir yığındır ve Das Man bu varlık alanının kendisini bir yaşam biçimi olarak gösterir. (Savaş, 2013:185) Dünyaya fırlatılmış halde olan Dasein kolaylıkla Das Man alanına düşer ve bu düşmüşlük onu Herkes veya Hiç Kimse yapar. Kendi otantik varlığını kurması için gerekli itkiyi Dasein Kaygı[Angst]da bulur. Görüldüğü üzere Dasein’ın kendi otantik varlığını kurması için Kaygı şarttır.

Son olarak Heidegger’in kader-yazgı ayrımına değineceğim. Ona göre Kader insanların birlikte, toplum içinde bir tarihsellik döngüsünü ifade ederken, yazgı bu tarihi kişi nezdinde yaşayanın kurduğu yaşamdır. Yani toplumun kaderi vardır, kişinin ise yazgısı. Toplumun kaderi uzun yıllar boyunca belirlenmiş ve değişmesi zor iken kişi kendi yazgısını kendi çizer. Kendini toplumun kaderine bırakmış herkes gibi yaşayan Dasein Das Man’a dönüşür diyebiliriz. Kaygının da itkisiyle kendi otantik varlığını kuran Dasein kendi yazgısını toplumun kaderinden farklı olarak belirleyebilir. Dasein kendi varlığını ne kadar iyi kurar ise o kadar toplumun kaderini yaşamaktan sıyrılabilir. Ama belirtmek gerekir ki toplumu oluşturan varlığın yazgısında kaderin içkinliği her ne olursa olsun belli ölçüde bulunur. (Dinvar,2017:24)

Kapak Fotoğrafı: Unsplash.com/@vegfrt

İlginizi çekebilir: İrem Bali’den Anksiyete