Geçenlerde festival filmi olarak karşıma çıkan ve hala etkisinden çıkamadığım bir yapımdan bahsetmek istiyorum bu kez: Köpekler Pantolon Giymez. Öyle bir etki ki yazmadan rahat edemeyecektim. Gölde boğulan eşini kurtaramamış olması dışında hayatında bir tuhaflık olmayan, kızıyla yaşayan sıradan bir adam olan Juha’nın, özellikle de tesadüf eseri Mona adlı gizemli bir Sahibeyle tanıştıktan sonra lateks kıyafetler, topuklu deri ayakkabılar, kırbaçlar, kelepçeler ve tasmalarla dolu yeni bir dünyanın içine “balıklama atladığı” hayatının birkaç haftasına odaklanıyor film.

Köpekler Pantolon Giymez
Köpekler Pantolon Giymez | Fotoğraf: cinedb.com.tr

Konu BDSM olunca halihazırda -izlemesem de- birçok yapım olduğunu biliyor ve bunların birçoğunun izleyiciye sağlam bir psikolojik altyapı sunmaktan ziyade görsel bir zevk vermek; gerçeklikten uzaklaşmak pahasına izleyicinin merak ve tatmin mekanizmasını tetiklemek kaygısında olabileceğini tahmin edebiliyorum.

Sinemada genelde aksiyon ön plandadır; görünmeyenden ziyade görüneni anlatmak, insanların zihinlerinin içinde olup biten devinimleri izleyiciye aktarmaktansa olayları perdeye yansıtmak daha kolaydır. Ama kimi filmler de vardır, izlerken bir roman okumuş, karakterlerin içlerinde olan biteni, iç seslerini satır satır okumuş, duygulanımlarını yaşamış, onların hatalarını siz de yapmış gibi olursunuz. Klasik aksiyon temelli filmlere oranla anlaması belki biraz daha gayret gerektirir bu filmler izleyici için. Bu nedenle Köpekler Pantolon Giymez’i izleyip, filmin BDSM gibi ilginç bir konuyu ele alış şekli bakımından hayal kırıklığına uğradığını belirten ya da Sahibe Mona’nın veya Juha’nın kızı Elli’nin hayatına daha detaylı değinilmemesinden yakınan yorumlarla karşılaşmak çok da şaşırtıcı değil.

Bana kalırsa bunlar kim ne derse desin bilinçli yapılmış tercihler. Nedenine değinmeden ve filmle ilgili ayrıntılara girmeden önce yazının bundan sonraki kısmının spoiler nitelikli olabileceğini söylemekte yarar var. Ama izlemeden önce yazının tamamını okumayı tercih etmenin de seyir kalitesi açısından çok bir sıkıntı çıkaracağını düşünmüyorum.

Köpekler Pantolon Giymez Karakterleri

Her ne kadar filmin ana atmosferini oluşturan BDSM konusunda detaylı bir bilgiye sahip olmadığımdan, onun bu açıdan gerçekçi olup olmadığı konusunda fikir beyan etme hakkını kendimde görmesem de filmi kendi içinde oldukça tutarlı bulduğumu söylemeliyim. Odaklandığı konuya (Juha’nın iç dünyası) sadık kalmış, yan yollara sapmamış ve gereksiz hiçbir ayrıntıya veya sahneye yer verilmemiş. Merak uyandırıcı bir karakter olan Mona’yı bile sadece hikayesinin bizi ilgilendiren kısmı kadar görebiliyoruz. Günlük yaşamında fizyoterapist olan Mona’nın boş vakitlerinde neden böyle bir ek mesleği yaptığı bir gizem olarak kalmaya devam ediyor çünkü bu aslında Juha’nın hikayesi. Yine de şahsi çıkarımım bunun nedeninin Mona’nın aslında iki işini de birbirinden çok da farklı görmüyor olabileceği; yani her ikisinin de bir tedavi yolu olduğunu düşünüyor olabileceği. Mona da annesini küçük yaşta kaybetmiş olan Elli de başlı başına ayrı birer filmin konusu bence.

Köpekler Pantolon Giymez, Juha
Köpekler Pantolon Giymez, Juha | Fotoğraf: echoartists.com

Gelelim Juha’ya: Cerrah olarak çalıştığı hastanede yapması gereken bir ameliyattan, kızını bahane edip hastanenin camını kırarak kaçan, sonra da söz verdiği halde onu dört gözle bekleyen kızının konserine katılmak yerine bir BDSM zindanında kendini boğduran ve bunun sonucunda da kendini, üzerinde zincirli, deri kemerli fantezi bir aksesuarla yarı çıplak bir vaziyette yine aynı hastanenin acil servisinde bulan bir adamı/doktoru/babayı suçlamalı mıyız? Yüzümde buruk bir gülümsemeyle tüm bunları izlerken Juha’ya hiçbir şekilde kızamadığımı fark ettim. Çünkü Juha kendinde değil. Kızını okuldan eve getirip götürürken, onunla konuşurken, arkadaşları kendisine bir şeyler anlatırken, kendisiyle flört etmeye çalışan kadınların yanındayken, hatta açık kalp ameliyatlarını başarıyla gerçekleştirirken bile Juha aslında “orada” değil. O hala eşini kurtarmak için daldığı ve tam boğulmak üzereyken bir balıkçı tarafından bedenen kurtarıldığı gölün sakin ve huzur dolu derinliklerinden kendini çıkarabilmiş değil ve her fırsatta oraya dönmek istiyor.

Bu film sayesinde tanıma fırsatı bulduğum Pekka Strang (Juha) ve Krista Kosonen’in (Mona) oyunculuklarını izlemekten de ayrıca estetik bir zevk aldığımı söylemeliyim. Strang’ın farklı sahnelerde sergilediği farklı vücut dilleri, ruh halleri ve mimiklerini abartıdan uzak ve oldukça başarılı buldum. (Özellikle acil servise kaldırıldığı sırada sedye üzerindeki o kısacık sahnede yaşadığı şok ve teslimiyet halini canlandırdığı performansı muazzamdı.) Sahibe rolündeki Kosonen’i ne kadar etkileyici bulduğumu ise sanırım şu şekilde ifade edebilirim; şahsen o ses tonuyla karşıma geçip benimle konuşsa kırbaca falan gerek kalmadan ben bile emrine girermişim gibi geliyor. 😊 Ama Kosonen’in oyunculuğunda beni en çok etkileyen, canlandırdığı Mona karakterinin “Sahibe”ykenki hali ile günlük hayattaki hali arasındaki kontrastı verişindeki başarısı oldu.

Sizleri filmin nefis fragmanıyla baş başa bırakmadan önce, hepimizin yas, acı, özlem, yoksunluk gibi konularla kendi baş etme yöntemlerimiz ne olursa olsun, bu konuda ne kadar ileri gidebileceğimizi düşünmeye davet ediyorum:

youtube play youtube play

Kapak Fotoğrafı: theguardian.com

İlginizi çekebilir: Yaprak Civan’dan Baby