Paris’e ilk gidişim 2015 yılıydı. Üç günlük seyahatime pek çok şeyi sığdırmaya çalışmıştım, çok hızlı geçmiş ve elbette ki tadı damağımda kalmıştı. Aradan yedi yıl geçti ve güzel bir sonbahar günü bu büyülü şehre bir aylığına yaşamak üzere geri döndüm…

Paris’i bilen herkesin de söyleyeceği üzere, bu şehre dair verebileceğim ilk ve bence en önemli tüyo, şehri kesinlikle ve kesinlikle yürüyerek gezmeniz olacak. Her gün en az 20.000 adım atmak suretiyle sokak sokak keşfetmeye çalıştığım bu harika şehre dair söyleyecek o kadar çok şey var ki… Anlatmaya ilk olarak bende yeri ayrı olan semt Montmartre ile başlamak istedim.

Place du Tertre, Montmartre | Fotoğraf: Fahriye Şentürk

Montmartre Rehberi

Montmartre, Paris’in 18. bölgesinde bir tepede yer alıyor ve burası Paris’in en yüksek tepesi. Eskiden Paris merkezinin dışında kalan bir köy iken, 1860 yılında Paris’e dahil ediliyor ve 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında, Belle Époque döneminde; Edgar Degas, Gustave Moreau, Pablo Picasso, Auguste Renoir, Vincent Van Gogh, Henri de Toulouse-Lautrec, Émile Bernard, Henri Matisse gibi pek çok önemli sanatçının yaşadığı ve stüdyolarının olduğu bohem bir semte dönüşüyor. Montmartre, o dönemlerde ekonomik olduğu için sanatçıların en çok tercih ettiği yer olurken günümüzde ise Paris’te yaşamanın en pahalı olduğu semtlerden birisi.

Eğer fırsatınız olursa, Montmartre’i mutlaka sabah erken saatlerde gezmenizi öneririm. Eğer programınız buna uygunsa, tavsiyem hafta içi bir günü ve sabah saatlerini seçmeniz. Aksi halde semti, özellikle de belirli popüler noktalarını gezmek bir çileye dönüşebiliyor!

Montmartre’a Ulaşım

Metro, Montmartre’ye ulaşmanın en pratik yolu. Gezinize iki şekilde başlayabilirsiniz: M2 hattı üzerinde yer alan Anvers durağında inerseniz, direk Sacré-Cœur Bazilikası’nın alt kısmına varır, dilerseniz yürüyerek dilerseniz ise füniküler aracılığıyla bazilikaya ulaşırsınız, burayı başlangıç alarak semti turlayabilirsiniz. Diğer bir alternatif ise, yine M2 hattı üzerinde yer alan Blanche durağında inebilirsiniz, bu duraktan çıkar çıkmaz sizi Moulin Rouge karşılıyo. Bu, benim neredeyse tüm Montmartre ziyaretlerim için tercih ettiğim güzergah oldu. Blanche durağında inerek Rue Lepic’i kendime başlangıç noktası seçtim ve bu caddeden başlayarak semti her defasında sokak sokak gezdim.

Bir not: Semte varan bir durak daha var ki o da Abbesses metro durağı ve bu durak Paris’in en derini. Yaklaşık 190’a yakın basamak çıkmak suretiyle dışarıya adım atabiliyorsunuz. Bu nedenle ben tercih etmemenizi öneririm ama tabi karar sizin.

Montmartre Rehberi

Moulin Rouge

fullsizerender-20
Moulin Rouge | Fotoğraf: Fahriye Şentürk

Blanche durağından çıkar çıkmaz göreceğiniz Paris’in ve Montmartre’nin en simge noktalarından Moulin Rouge, “Kırmızı Değirmen” anlamına geliyor ve tepesindeki dönen kırmızı yel değirmeni figürüyle dünyaca tanınan çok turistik bir kabare. Pek çok yirminci yüzyıl sanat akımına öncülük eden dönem sanatçılarının, on dokuzuncu yüzyıl sonlarına doğru, burjuvaziye ve kapitalist sistemin acımasız işçi sınıfı muamelesine karşı “tembellik etme” protestosuyla doğan eğlence ihtiyacı kapsamında açılmış ve günümüze kadar gelmiş. Hala birçok şova ev sahipliği yapan Moulin Rouge, benim son derece turistik bulduğum ve Fransız arkadaşlarımın da yönlendirmesiyle tecrübe etmediğim, açıkçası hiç heves de etmediğim bir aktivite. Eğer sizin ilginizi çekiyorsa, seyahatinizden belirli bir süre önce programlarına bakmanızı ve mutlaka rezervasyon yapmanızı öneririm. Rezervasyon yapsanız bile uzun kuyruklar sonucu içeri alındığınızı da notlarıma eklemiş olayım.

fullsizerender-copy-2
Cafe des Deux Moulins | Fotoğraf: Fahriye Şentürk

Rue Lepic’ten yukarı doğru çıkmaya başlar başlamaz hemen sağınızda Aux Merveilleux de Fred pastanesini göreceksiniz, zaten görmemeniz imkansız gibi çünkü vitrinlerine o kadar güzel ürünler yerleştiriyorlar ki bu görsel şölene kayıtsız kalamıyorsunuz. Buradan sandviç, kruvasan ya da tatlı alarak turunuza başlayabilirsiniz. Cadde boyunca ilerlerken tanıdık bir mekan göz kırpıyor bize: ünlü Fransız yönetmen Jean-Pierre Jeunet’in beş dalda Oscar’a aday gösterilen ve benim de en sevdiğim ilk 10 film arasında yer alan Amelie’nin çekildiği Cafe des Deux Moulins… Özellikle filmi izleyenler ve sevenler için bir anlam ifade edecek olan bu kafenin hala pek çok şeyiyle aynı olan iç kısmında bir kahve içebilir, filmden sahneleri hatırlayıp Amelie’nin gülen güzel fotoğrafına bakarak filmi yadedebilirsiniz. Rue Lepic’te yürümeye devam edelim… Caddenin sağ tarafında yer alan Boris Lume Cafe Patisserie de benim favori mekanlarım arasında yer alıyor. Yine kahve – kruvasan – tatlı üçlüsü için ideal yerlerden birisi. Rue Lepic’in hafif yokuşunu tamamladığımızda bizi sağlı sollu yeni bir cadde karşılıyor, sola kıvrıldığınızda hemen karşınızda Boulangerie Alexine’i göreceksiniz, burası her sene yapılan “Paris’in en iyi bageti” yarışmasında 2016 yılı dördüncülüğü ödülünü almış. Birkaç kez baget sandviç aldım ve genelde çok beğendim, farklı ürünlerini ve yine harika Fransız tatlılarını da deneyebilirsiniz.

Sağa doğru devam eden cadde Rue des Abbesses… Bu caddeyi kesen sokaklardan Rue Tholozé’ye girerek yukarı doğru yürürken sağınızda Studio 28’i görürsünüz. Fransız  bir arkadaşımın bana lokal tavsiyelerinden birisi, ‘burada mutlaka bir film izle’ olmuştu. Özenle seçilmiş Fransız ve yabancı filmleri samimi, basit ama özel bir atmosferde izlemek isterseniz ve özellikle bağımsız filmlerden hoşlanıyorsanız mutlaka programlarına bakmanızı öneririm. Ayrıca çok  tatlı küçük bir arka bahçesi var.

img_1048
Moulin Radet – Le Moulin de la Galette | Fotoğraf: Fahriye Şentürk

Rue Tholozé sokağına girer girmez yokuşun başında bir yel değirmeninin sizi tepede beklediğini görmüşsünüzdür. Studio 28’i ve hem sokağın hem de semtin ünlü İtalyanı Tentazioni’yi arkanızda bırakarak yokuşu tamamladığınızda, sizi Le Moulin Blute – Fin (1604) karşılar. Vincent Van Gogh’un da resmettiği Paris’in en eski yel değirmenlerinden olan Le Moulin Blute – Fin, şu anda Montmartre’ta hala var olan yalnızca iki yel değirmeninden biri. Özel bir mülke ait olduğu için ise ziyarete kapalı. Semtin henüz Paris şehir merkezine dahil edilmediği ve kırsal kesimde küçük bir köy olarak var olduğu zamanlarda, semtte pek çok yel değirmeni varmış ancak günümüzde yalnızca iki tanesi hala ayakta. Bir diğeri de, Le Moulin Blute – Fin’i arkanızda bırakıp sağa doğru ilerlediğiniz Rue Lepic üzerinde, köşede yer alan Moulin Radet (1717). Burası ise günümüzde adı Le Moulin de la Galette olan bir Fransız bistrosu olarak işletiliyor ancak restoranın her açıdan çok “turistik” olduğunu söyleyebilirim. Dolayısıyla bir fotoğraf çekip gezinize devam etmeniz kafi derim.

Tam durduğumuz bu noktada çıkmaz sokak gibi görünen daracık bir sokağı farkedeceksiniz, Rue d’Orchampt. Bu sokakta, hemen köşede Dalida’nın evi yer alıyor. Evi ziyaret edemiyorsunuz ya da dışarıdan bakıldığında da ev size pek bir şey vadetmeyebiliyor fakat ben hikayesini ilginç bulmuştum. Dalida, 1933 – 1987 yılları arasında yaşayan çok ünlü bir Fransız şarkıcı ve aktris. Hayatına farklı dönemlerde giren üç adam da intihar ederek yaşama veda ediyor. Dönemsel iniş çıkışları ve bu ölümler sebebiyle zaman zaman intihar girişimlerinde bulunmuş olan Dalida, son erkek arkadaşının da intihar ederek ölmesini kaldıramıyor, bu evde ardında bir not bırakarak intihar ediyor ve ölüyor. Benim için Maison Dalida’yı ilginç kılan bu trajik hikaye olmuştu.

La Maison Rose | Fotoğraf: Fahriye Şentürk

Maison Dalida’yı gördükten sonra Rue Girardon Sokak’ını kendinize hedef seçerek ilerleyebilirsiniz. Bu sokağı tamamladığınızda, Dalida’nın büst heykelini gördüğünüz noktada, sizi sağınızda Montmartre’nin en göze hitap eden ve fotoğraflanarak instagramda paylaşımı en çok yapılan meşhur sokağı selamlayacak: Rue de lAbreuvoir! Paris’in en güzel sokaklarından biri olmasının yanı sıra en eski sokaklarından biri de olan Rue de l’Abreuvoir, 1930lu yıllardan kalma sıra sıra dizilmiş evleri ile göz kamaştırıyor. Özellikle sokağı tamamladığınızda köşede göreceğiniz, adı da La Maison Rose olan pembe ev çok popüler ve gerek restoran olarak işletilmesi gerekse bölgenin en “instagramable” noktası olması sebebiyle önünde her daim kalabalık ve kuyruk mevcut.

Instagram için yeteri kadar malzemeyi topladıktan sonra La Maison Rose’u köşeleyen Rue des Saules sokağına girebilir ve Paris’in içinde yer alan tek şarap bağı olarak bilinen Vigne du Clos Montmartre’ı görebilirsiniz. Burası, 1933 yılında, bu arazinin satışını engellemek ve bölgedeki binalaşmanın önüne geçebilmek adına bizzat semtin yerlileri, ileri gelenleri ve artistleri tarafından oluşturulmuş. Özellikle bir şarap bağı yaratıyorlar çünkü Fransız kanunlarına göre bir şarap bağının üzerine herhangi bir yerleşim inşa etmek yasak. Beyaz ve kırmızı üzümlerin yetiştirildiği bu bağdan elde edilen gelirler ise bizzat yöre halkı için kullanılıyor ve şarap üretim süreci kar amacı gütmeyen lokal bir vakıf ile belediye tarafından yürütülüyor. Ayrıca her yıl  Ekim aylarında Montmartre’de La Fête des Vendanges adında bir şarap festivali düzenleniyor. Seyahatiniz festival tarihlerine denk geliyorsa, festival sırasında Vigne du Clos’a özel olarak organize edilen gezilere katılabilirsiniz.

img_1926
Le Consulat | Fotoğraf : Fahriye Şentürk

Rue Cortot istikametine doğru yürüdüğünüzde tatlı tipik bir Fransız evinde yer alan Montmartre Müzesi’ni görürsünüz. Bir zamanlar Renoir’ın da zamanını geçirdiği on yedinci yüzyıldan kalma bu ev, şu anda yerel tarih ve kültürünün sergilendiği bir sanat müzesi olarak işlev görüyor. Müze, semtin kalabalığından kaçış ve nefeslenmek için de iyi bir durak olabilir. Rue des Saules sokağına geri döndüğünüzde ve yukarı doğru yürümeye başladığınızda sağınızda Van Gogh’un, Fransa’nın Arles şehrinde ve Paris’te Montmartre’taki yaşamına, sanatına ve bıraktığı izlere dair notların yer aldığı sıralanmış bilgi levhaları göreceksiniz. Bunları mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Sokağı tamamladığınızda yine semtin sembol mekanlarından olan Le Consulat adlı bistro sizi karşılayacak.

Hemen yanındaki sokak olan Rue Norvins’ten içeri girip yürümeye başladığınızda ise varacağınız meydan, Montmartre’ın meşhur ressamlar tepesi yani Place du Tertre olacak. Pek çok Fransız kafe ve bistrosunun yer aldığı bu meydanda, ziyaretçilerin portresini çizen birçok ressam ve sokak sanatçısı bulunuyor. Semte ve Paris’e dair güzel bir hatıra edinmek isterseniz siz de portrenizi çizdirebilirsiniz. Ancak belirtmekte fayda var ki rakamlar 70 – 80 Euro’dan başlıyor. Portrenizi çizdirmeseniz bile meydandaki kafelerden birinde oturup sanatını icra eden ressamları ve gelen geçen insanları izlemek de pek keyifli.

Sacré Cœur Bazilikası

img_1882-2
Sacré Cœur | Fotoğraf: Fahriye Şentürk

Artık Sacré Cœur Bazilikası’na doğru uzanma zamanı. Şehrin en güzel kiliselerinden biri olan Sacré Cœur, şehrin en çok ziyaret edilen eserlerinden birisi ve ayrıca Paris’e panoramik açıdan bakabileceğiniz yegane noktalardan. Ben, hiçbir zaman buradan gördüğüm Paris’i sevemedim ancak bazilikaya varıldığında mutlaka yapılan aktivitelerden birisi, bazilika önünde yer alan basamaklara oturup şehri izlemek. Kiliseye giriş ücretsiz, eğer kiliseye girmek isterseniz turunuza direk erken bir saatte bu noktadan da başlayabilirsiniz, keza zaman zaman önünde çok uzun kuyruklar olabiliyor. Görkemli beyaz görüntüsüyle Paris’in en yüksek noktasında bulunan Sacré Cœur, Türkçe’de “kutsal kalp” anlamına gelmekte. Burası, her zaman dini açıdan büyük önem taşımış ve şehrin Notre Dame Katedrali’nden sonraki en çok ziyaret edilen ikinci kutsal yeri olmuş. Fransa ve Prusya arasında yapılan savaşta ölen Fransızlar anısına ulusal meclis kararıyla yapımına karar verilen bazilikanın yapımı 1914 yılında tamamlanmış ve kilise, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra açılmış.

img_2477-2
Place Emile Goudeau | Fotoğraf : Fahriye Şentürk

Bazilikayı da ziyaretinizin ardından artık inişe doğru geçebilir ve semtin en hoş meydanlarından birinde duraklayabilirsiniz: Place Émile Goudeau. Burada, bir çeşme, sıra sıra kestane ağaçları ve Le Bateau-Lavoir adında yeşil kapılı bir bina göreceksiniz. Eğer yanınızda varsa bu çeşmeden pet şişenize su doldurabilirsiniz, keza Paris’in pek çok noktasında yer alan bu çeşmelerden akan su, temiz içme suyu olarak halka sunuluyor. Le Bateau-Lavoir ise en açık tabirle artistler rezidansı. Şöyle ki, on dokuzuncu yüzyıl sonları ve yirminci yüzyıl başlarında pek çok ressam, şair, yazar, galerici ve oyuncu çok ekonomik olduğu için bu binada yaşıyor veya stüdyo açıyor. Maxime Maufra buraya yerleşen ilk sanatçı olarak biliniyor ve daha sonra, 1900 ile 1904 yılları arasında Pablo Picasso burada yaşıyor. Devamında da Otto van Rees, Amedeo Modigliani, Pierre Mac Orlan, Juan Gris, André Salmon, Pablo Gargallo, Max Jacob, Pierre Reverdy, Henri Matisse, Modigliani, Jean-Paul Laurens, Paul Fort, Jean Cocteau, Charles Dullin, Harry Baur gibi pek çok ismin yaşadığı, çalıştığı ya da bir araya gelerek ürettiği gayri resmi bir kulüp gibi takıldıkları bir merkeze dönüşüyor. I. Dünya Savaşı’ndan sonra pek çoğu burayı terkederek daha farklı semtlere yerleşiyor. 1965 yılında geçirdiği yangın sonrası yeniden inşa edilen binada ise günümüzde 25 hane bulunmakta ve hala sanatçılara ev sahipliği yapmakta.

img_1045-copy
Au Marche de la Butte | Fotoğraf: Fahriye Şentürk

Meydanın hemen altında yer alan Le Relais de la Butte adlı mekan, ağaçların altında yer alan açık oturma alanı ve kısmi manzarasıyla çok talep gören yerlerden birisi. Burada oturmak ve bir şeyler içmek bana her zaman keyif vermiştir… Bu restoranı kesen sokak Rue des Trois Freres, yine benim favori sokaklarımdan çünkü Amelie filminde sıklıkla gördüğümüz, Amelie’nin mahalle bakkalı Au Marché de la Butte tam da bu sokağın köşesinde yer alıyor. Market her şeyiyle birebir aynı ve kapısında yine tatlı gülümsemesiyle Amelie size bakıyor. Ayrıca bakkalı köşeleyen hemen yan sokak Rue Androuet, semtteki en sevdiğim sokaklardan, bir süre sokağı izlemek ve fotoğraflamak bana hep çok keyif vermiştir. Dilerseniz Rue des Trois Freres üzerinden sokağı tamamlayarak ya da dilerseniz Le Relais de la Butte altındaki yokuştan inerek Rue des Abbesses’ye geçebilirsiniz. Sizlere tavsiyem, Rue des Trois Freres üzerinden ilerleyip gördüğünüz her sokağa girmeniz;) Rue des Trois Freres üzerinden ilerlediğinizde köşede sizi kendi biralarını yapan “beer hall” tarzı bir bar karşılayacak: Patoche. Buranın ev yapımı farklı biralarından deneyebilirsiniz. Bu güzergahı tamamlayarak Rue des Abbesses’ye bağlanırsanız sizi bir turistik nokta daha karşılıyor ki o da Le Mur des Je taime; yani Aşk Duvarı. Burası, Jehan Rictus bahçesi içinde, bir kadın figürü altında birçok farklı dilde “Seni Seviyorum” yazan bir duvar.

img_2485
Rue Androuet | Fotoğraf : Fahriye Şentürk

Rue des Abbesses’ye her vardığımda genelde yürümekten bitap düşmüş olurum ve artık kendimi ödüllendirmenin vakti gelmiştir: Ya Le Nazir’de ya da La Cave des Abbesses’de şarap ve peynir  – şarküteri tabağı eşliğinde saatlerce oturur, geleni geçeni izlerim. Le Nazir, büyük bir kafe – restoran ve özellikle dışarıda oturma alanı fazla. Görsel olarak da sunumları daha iyi. Ancak La Cave des Abbesses, gerçek bir şarap evi ve sizlere uçsuz bucaksız bir şarap menüsü sunuyor. Dış alanlarında yalnızca iki – üç masaları var, içerisi gerçek bir şarap kavı ve arka taraflarında da daha kalabalık grupların oturabileceği bir iç mekanları mevcut. Sahipleri son derece ilgililer, zevkinize ve damak tadınıza göre size hep en iyi şarabı sunuyor ve sizi çok iyi yönlendiriyorlar. Oturma şansı elde edemeseniz bile buraya mutlaka gelmenizi; içerideki şarapları ve sattıkları diğer ürünlerini incelemenizi tavsiye ederim.

img_1397
Le Nazir | Fotoğraf: Fahriye Şentürk

Bu cadde üzerindeki bir diğer tavsiyem ise deniz mahsülü tüketmeyi seviyorsanız kesinlikle ve kesinlikle La Mascotte’a uğramanız. Paris’te geçirdiğim en iyi akşam yemeği tecrübelerimden birisini burada yaşamıştım. Taptaze ürünler, nefis şaraplar ve son derece güler yüzlü, şık garsonlar tarafından yapılan servisiyle her daim favorilerim arasındadır La Mascotte.

Bu arada Rue des Abbesses üzerindeki pek çok mekanda, özellikle de Le Nazir’de oturduğunuz süre zarfında ünlü Fransız isimlerle karşılaşmanız da pek olası. Ben bir keresinde Sandrine Kiberlain’i, bir diğer ziyaretimde ise Ramzy Bedia’yı görmüştüm. Bu anlamda Montmartre’ı İstanbul’un Cihangir semti gibi düşünebilirsiniz.

Montmartre’a kadar gelmişken mutlaka gezindiğim bir bölge daha var ki o da kiliseleri ve fırıncılarıyla ünlü Rue des Martyrs caddesi. Burayı boylu boyunca gezmenizi, küçük butiklere uğramanızı, fırınlarından gelen enfes kokuları içine çekmenizi, KB Café Shop’un dış alanında kahvenizi yudumlarken önünüzdeki meydanda yer alan atlı karıncaya binen çocukları ve gelen geçen insanları izlemenizi öneririm.

fullsizerender-copy-5
Rue des Martyrs| Fotoğraf : Fahriye Şentürk

Montmartre’ta semti ziyaret eden bir çok insanın bilmediğine emin olduğum ama bence mutlaka görülmesi gereken bir sokak var ki o da: Villa Léandre. Burası konum olarak turistik ana semt merkezinin bir tık arka tarafında kaldığından pek çok kişinin bilmediği, fark etmediği bir çıkmaz sokak. İngiliz esintili art-deco stilinde sıra sıra villaların yer aldığı bu sokakta 10 numaralı villanın üzerinde, Londra Başkanlık Ofisi’nin bulunduğu 10 Downing Street’e bir göndermede bulunan bir küçük tabela görebilirsiniz. Bu çıkmaz sokak, Paris emlak piyasasında şehrin en pahalı evlerinin yer aldığı sokak olarak da biliniyor ve buradaki birçok villanın sahibi semtin yerli ünlüleri. Sokaktaki her evi fotoğraflamak istiyorsunuz, semtin kalabalık ve karmaşasından çok az uzakta böyle bir sokağı keşfetmek ve burada nefeslenmek eminim sizlere de çok iyi hissettirecektir.

la-villa-leandre-matin-630x405-mary-quincy
Villa Leandre  | Fotoğraf : Mary Quincy

Son olarak eğer ziyaretiniz yaz aylarına denk geliyorsa, mutlaka Hotel Rochechouart’ın teras barına çıkın ve benim yerime de bir şeyler için. Çok güzel bir Sacré Cœur manzarası olmasının yanı sıra Paris’in güzel binalarını ve meşhur çatılarını buradan izlemek çok keyifli!

İyi gezmeler diliyorum!