

Portekiz’in Atlantik Kıyısı: Karanın Sonu
Okyanusun sonsuzluğunda kaybol, sesine kulak ver, nefesini doldur-boşalt ve işte tazelendin bile. Bu yazı, “klasikleri gezelim görelim”lerle başlayıp “okyanusla ferahlayalım”a uzanan yolculuğun hikayesi. İçerik kapsamını iki farklı zaman diliminde, aynı okyanusa açılan ama farklı lokasyonlara yapılan seyahatleri birleştirerek oluşturdum: Porto ve Lizbon.
Portekiz’le ilk tanışmamız ve dolayısıyla Portekiz’i ilk tanımlamamız Porto üzerinden olmuştu. Ekim ayında sonbahar havasının hafif serinliğine karşın Porto’nun yüksek yüksek tepelerine yürümenin harareti neticesinde üşüme hissini pek tatmadık. Üstelik Porto’nun rengarenkliği ile karşılaşınca dışımızla birlikte içimiz de bir hayli ısındı.
İlk günümüz; o yüksek tepelerden birinde kiraladığımız evimizin önünde takılan gençlerden görüp özenerek biralarımızı alıp yorgunluğumuzu atarak başladı. Bir diğer özentimiz natalar için “Castro-Atelier de Pasteis de Nata”da ikinci duraklamayı yapıp “Nata & Ginja” (veya ginjinha: vişne likörü) ile enerji tazeledik. Gelmeden önce okuyup inceleyip, belli başlı yerler için işaretleme yapsak da nihayetinde şehir turunu -genellikle yaptığımız gibi- doğaçlama sürdürmeyi tercih ettik; Rua da Conceiçao’dan tepelere çıkıp indik, Douro Nehri kıyısında takıldık.
Akşam yemeği için “O Fado”da yer ayırtmış olmamıza karşın hava şartları nedeniyle son dakika değişikliğine giderek yemeğimizi evimize yakın ve lokal görüntüsü ile aklımızı çelen “Taberna Santa Antonio”de zevk içinde yiyerek ertesi güne bağlanmak üzere geceye veda ettik.
İkinci güne, gökkuşağı renklerindeki kahvaltımızla “Noshi Coffee & Healthy Food”da başlayıp şehir yürüyüşü ile kahvaltı sindirimini gerçekleştirdik. Her şey, çok öncesinden yükseldiğimiz Michelin’li “Casa de Cha da Boa Nova”daki öğleden sonrası rezervasyonumuza hazırlık içindi. Yemek saatine sahil hattından, yine Porto’ya motivasyonlarımızdan biri olan “Piscina das Mares”den yaklaştık. “Denizin havuzu”nu sezonunda yakalayıp yüzmeyi deneyimlemesek de, Portekiz’in ünlü mimarı olan ve “Leça da Palmeira” hattına yer yer imzasını atan “Alvaro Siza Vieira” tarafından Atlantik okyanusu içinde okyanusun bir uzvuymuşçasına doğallıkla tasarlanan havuzda “olmayı” deneyimledik.
Havuzdan ayrıldık ama okyanustan devam ettik ve 20 dakikalık yürüyüş sonrası adımıza rezerve masamızda Atlantik’in hem içinde hem dışındaydık. Yine Siza tarafından tasarlanan restoran, konumu itibari ile okyanusun kalbinde hissettirirken bir yandan manzarayı, diğer yandan tadım menüsündeki tabakları seyrimize sundu. Görsel ve tat olarak ayrı ayrı güzel tabaklarda, okyanusun içinden seçkileri okyanusun dokularıyla deneyimledik; köpükleri patlattık, yosunları kokladık, su altı dünyasında en derine daldık. Özel aracımız olmamasından dolayı otobüsle geldiğimiz için öğleden sonrası saatleri tercih ettik ama görmüş olduğumuz manzarasından ötürü hava kararmadan gelinmesini de tavsiye ederiz.
Merkeze döndüğümüzde “Casa da Musica” konser binasını dolaşıp akşama bağlayan yağmur eşliğinde “Chapel of Souls”a yürüyerek “Mercado do Bolhao”da birer kadeh şarap kaldırdık. Ve günden kalan zamanda eve doğru manzara seyirli yürüyüşle güne nokta koyduk. Ertesi sabahı, “Fabrica Coffee Roasters”da kahve ve kahvaltı sonrası şarap imalathanelerinin bulunduğu karşı kıyıya geçerek değerlendirdik. “Graham’s Port Lodge”da tatlı Porto şarap tadımı ve alımı yaptıktan sonra bizi Lizbon’a vardıracak otobüsümüzle ilkin otogardan sonrasında Porto’dan ayrıldık.
Porto sonrası olan Lizbon’da 2 gece kaldık ve 7 ay sonrasında Haziran ayında yeniden Lizbon’daydık.
Birinci Lizbon seferi; “Elevador De Santa Justa, Lizbon Katedrali, Sao Jorge Kalesi, Praça do Comercio, Rua Augusta, Rua Garrett, Rua Nova do Carvalho (Pink Street), Torre de Belem, Farol de Belem” ile daha şehir gezmeli, şehri anlamalı ve tatmalı turistik zevklerimize hitap eder nitelikteydi. İlk günümüzün akşam yemeği için keşfettiğimiz “Peixola” sadece Portekiz için değil, genel favori listemizde de gerek ambiyansı gerek menüsünden ötürü kendine yer edindi. Ertesi güne başlarken “CO-OP Layday”daki, sonraki güne başlarken “Dear Breakfast”taki kahvaltılarımızı baya beğendik. Her ikisinin de memnun edeceğini belirtirken memnuniyet için bir hayli sıra beklemek gerekebileceğini de hatırlatırız.
İster gün içi, ister gün sonu atıştırmalık ve takılmalık olabilecek “Time Out Market Lisboa”, ikinci günün akşam yemeği için ev sahipliği yapmakla beraber Lizbon’daki takılmayı sevdiğimiz mekanlar arasındaki yerini aldı. Portekiz konsept dışı olsa da, yemek sonrası takıldığımız karaoke’li Irish Bar’da baya eğlendik. Gezi boyunca “Nata & Ginja” ritüeli için ziyaret ettiğimiz ve sevdiğimiz mekanlar; “Fabrica da Nata”, “Manteigaria-Fabrica de Pasteis de Nata” (öncekinden farklı bir yer), “Pasteis e Belem” olurken yolda yürürken durup shot atabildiğimiz küçük “shot”çı dükkanları da uğrak mekanlarımız oldu. “Empanar”, “Taberna da Rua das Flores”, “Ti Alcina”, “Pata Negra”, “Chapito a Mesa”, “Instant Crunch” ise not almamıza rağmen sıra gelmemesi nedeniyle gidemediğimiz mekanlardı.
Şehri bitirirken hatırlatmak isterim ki; Porto veya Lizbon fark etmeksizin nasıl ki nata yemeden dönmek olmazsa, olmazsa olmazlardan biri de konserve sardalya almak. Seviyorsanız ne mutlu, sevmiyorsanız bir seven bulunur, bulunmasa bile kutusu için yine alınır.
Gelelim ikinci Lizbon seferine. Bu seferimiz, şehir merkezinden uzakta okyanus kıyısında dinlenme odaklı planlanmıştı ve uçaktan indikten sonraki yolculuğumuz tren akabinde otobüs hattı üzerinden doğruca sayfiyelik “Cascais” dolaylarına oldu. Aylardan Haziran olsa da küresel ilkim mevsimleri şaşırttığından ve yaz denemez bir zaman olduğundan Cascais’de takılmayarak otelimiz “Fortaleza do Guincho”ya ulaştık.
İki günlük sükunetin ilk adımı olarak eşyalardan kurtulup terasta şarap ve aperitiflerle tadıma oturduk. Bu anın tadını çıkardıktan sonra sahile inip kulağımızda müzikle gözlerimiz sonsuza daldı. Akşam yemeğimizi, bir sonraki gün vakit geçireceğimiz “Cabo da Roca”ya keşif gezisi niteliğinde bölgeye intikal ederek “3 Gomes”de yedik (Not olarak; özel araç yoksa otelden bölgeye ulaşım için “Uber” hızlı ve ekonomik bir çözüm şekli).
Alarm sesini kapatıp odaya dolan dalga sesleri ile sabaha uyanarak ikinci günümüze başladık. Otelin okyanus seyirli kahvaltı salonunda, bir yerlere yetişme çabası olmadan tadına vararak yaptığımız kahvaltı sonrasında kahve ve kitap romantizmini yaşayarak sabahı öğlene bağladık. Guincho’daki ikinci günümüzün kalanını Roca burnuna giderek devam ettirdik. “Yürümenin Felsefesi” kitabında kelimenin ilk anlamını vererek, hacı kelimesinin temelde “yurdundan uzak yürüyen” olduğundan bahseder Frederic Gros. Biz de evimizden kilometrelerce uzakta, önceki akşam geldiğimiz noktadan başlayarak hac yolculuğunu andıran yürüyüşle kıvrılan dar yollardan fenere indik. Ve yaklaşık 30 dakika sonra yol boyu rüzgara karşı verdiğimiz mücadele sonucu mükafatımız olan fenerdeydik.
“Finis Terrae”: Karanın Sonu; buraya gelmeden okuduğum kitapta tanıştığım bu terim, Avrupa’nın en batı ucunda ve ayaklarımın altında biten karayla somutlaşarak soyut bir anlama büründü. Çıplak gözle görünen herhangi bir kara parçası olmaksızın alabildiğine Atlantik…
Atlantik’teki göz şöleni sonrası, bir önceki gün geldiğimizin yanındaki restoran “Refugio da Roca”nın ambiyansında oldukça keyifle geçen yemek ritüelimizi yaparak geceyi noktaladık. Ertesi gün olduğunda vakit dönüş için gelip çatmıştı. Dönüş yolculuğu geldiğimiz güzergahtan geriye; otobüsle Cascais’e, trenle Lizbon’a, metroyla havaalanına ve uçakla Türkiye’ye şeklinde son buldu.
Yaşadığımız keyfi yaşattırabildiğimiz bir yazı olmuş olmasını umarım.
Kapak Fotoğrafı: Mehlika Özsoy Erkan
İlginizi çekebilir: Birevikiturizmci’den Rovaniemi’de Kuzey Işıkları
İlk yorumu siz yazın!