O bir dönemi, sinemanın hala büyülü olduğu yılları bize hatırlatan bir 20. Yüzyıl ikonuydu. Sean Connery ruhen ait olduğum bir dönemden günümüze kalan temsilcilerinden biriydi. Ölümünün ardından düşündüğümde o; doğal ve içten gelen karizmanın, erkeksi zarafetin, yapay olmayan, zahmetsiz centilmenliğin vücut bulmuş haliydi. Roger Moore bir GQ röportajında şöyle der: “Oğluma ‘Ben Bond’um’ dediğimde bana ‘Baba, Bond olan Sean Connery’ diye cevap verdi.’’

Sean Connery
Sean Connery | Fotoğraf: Global News

Sean Connery Oscar, Bafta, Altın Küre ödüllü büyük bir oyuncu olsa da herkesin hafızasında James Bond olarak yer etmiştir. 1965 yılında verdiği bir röportajda: “Her aktörün Bond rolünü oynayabileceğini; hatta herhangi birini oynarken görmeyi de ilginç bulacağını” söyler. 1962 yılında, ilk Bond filmi Dr. No’dan itibaren çoğunluk için -tıpkı Moore’un oğlu için olduğu gibi- gerçek Bond Connery’dir ve ölümünün ardından da öyle hatırlanmaya devam edecek. Yine pek çokları için o erkek seksiliğinin, saf erkekliğin 20. yüzyıldaki en büyük simgelerinden biridir. 20. yüzyılın klasik erkek seksapelinden bahsedilecekse akla ilk gelen isimlerden biri Connery olur. Bond filmlerinin de yarattığı aura sayesinde, 20. Yüzyıl’ın “en seksi” listelerinde hep en yükseklerde yer aldı.  

John Cork ve Bruce Scivally ‘James Bond: The Legacy’ kitaplarında Sean Connery’nin niçin en popüler Bond olduğunu şöyle açıklarlar: ‘’(…) sadece iyi görünüşten gelmiyor; içten gelen özel bir güven ve kesinlikten de geliyor. O, baştan çıkarıcı ve samimi bir doğal ve otoriter zarafete sahip.’’ Cork ve Scivally’nin sözünü ettiği bu özellikler Bond sonrasındaki sinema kariyerinde de kendini gösterir. Sean Connery’nin, Bond filmlerinin seksi-karizmatik yıldızının çok ötesinde büyük bir oyuncu olmasının nedenlerinden biri de budur; oynadığı her filme ayrı bir atmosfer ve tam tabiri ile karizma katar.

Oynadığı tüm Bondlar da dahil, hemen hemen tüm filmlerini seyrettiğim Connery olmazsa tüm o yapıtlar bambaşka şeylere dönüşür. Bu tarihsel soslu bir üçlü aşk hikayesi olan “First Knight” için de geçerlidir; Connery’nin Oscar ödülü kazandığı büyük başyapıt “The Untouchables“, BAFTA kazandığı bir başka büyük başyapıt olan “The Name of The Rose” için de. Bir kötü adamı canlandırdığı “The Avengers“, bir sanat hırsızını canlandırdığı “Entrapment“, mahkûm olmuş eski bir ajanı canlandırdığı “The Rock” gibi orta karar tür filmleri ve hatta sadece para için oynadığı 1982 yapımı ‘kaçak’ James Bond, “Thunderball“un yeniden çevrimi “Never Say Never Again” bile en azından benim açımdan onun sayesinde seyredilebilir olmuşlardır.  

Sean Connery, Bond ile ulaştığı küresel ün ve hayranlık sonrasında John Boorman’nın “Zardoz“u gibi avangart sayılabilecek bir yapıtta oynayacak kadar sinemayı seven bir aktördü. “The Man Who Would be King” filminde kendisi gibi bir Ada efsanesi olan Michael Caine ile epik sinemanın büyüsünü gümüş perdeye yansıttı. 

Kişisel tarihim açısından da Sean Connery benim için özel bir isim. Sinema üzerine yazdığım ilk yazılarımdan birini “The Untouchables” üzerine yazmış; onun karizmatik sert İrlandalı polis Jim Malone karakterine ayrı bir önem vermiştim. 1986 yılında çekilmiş olmasına rağmen romanının okuduktan çok sonra seyretme imkânı bulduğum “The Name of the Rose” ile Sean Connery benim için özel olarak izlenecek bir aktör haline dönüştü. Sonrasında da oynadığı tüm filmleri seyrettim. Çeneye doğru sivrilen sakal modelini Sean Connery’yi Rising Sun filmindeki karakterinden görüp beğenmiştim ve sakal bırakmaya başladığımdan bu yana da çoğunlukla o modeli kullandım Connery’ye özenip. Kısa saçı Rising Sun’da, at kuyruğunu da Highlander filminde görüp uyguladım. Keza şapkayı Harrison Ford’un Indiana Jones karakterinden değil Connery’nin “The League of Extraordinary Gentlemen” filmindeki Allan Quatarmain karakterinden görüp kullanmaya başladım. İçimden hep şunu derdim: “70 yaşıma geldiğimde Sean Connery gibi olacağım.

O bir dönemi, sinemanın hala büyülü olduğu yılları bize hatırlatan bir 20. yüzyıl ikonuydu. Sean Connery ruhen ait olduğum bir döneminden günümüze kalan temsilcilerinden biriydi. Ölümünün ardından düşündüğümde o doğal ve içten gelen karizmanın; erkeksi zarafetin, yapay olmayan, zahmetsiz centilmenliğin vücut bulmuş haliydi. Michael Caine, Ralph Lauren, Robert Ne Diro, Giancarlo Giannini…. Büyük bir kuşak seksenli yaşlarına ulaştı. Onların yerini daha genç kuşaklar alacak mı? Yeni kuşak kendi ikonlarını bulacak mı? Bu onların vereceği bir cevap. 

1,25 milyon dolar, filmin hasılatının %10’u ve kendi seçtiği iki filmin finansmanı karşılığında Bond rolüne geri döndüğü 1971 tarihli “Diamonds are Forever” başlığının dediği gibi Sean Connery, efsanesi ile ebediyen bizimle beraber olacak. 

Kapak Fotoğrafı: sports.yahoo.com

İlginizi çekebilir: Bülent Tunga Yılmaz’dan En Kötü 10 James Bond Filmi