Başlamasına sayılı günler kala heyecanımızın giderek arttığı 52. İstanbul Müzik Festivali, bu yılki zengin programıyla müziğin zenginliğini İstanbul’un büyüsüyle buluşturmaya hazırlanıyor. Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesinin 100’üncü yılına odaklanarak, müzik aracılığıyla bu coğrafyanın kültürel ve tarihi öykülerini aktarmayı hedefleyen “Kökler” temasıyla gerçekleştirilecek festival, bu doğrultuda çok özel konserleri müzikseverlerle buluşturacak. Nitekim İstanbul Müzik Festivali Direktörü sevgili Efruz Çakırkaya da bu temanın önemini “İstanbul Müzik Festivali’ni ‘Kökler’ teması üzerinden kurguladık. Yaşadığımız bu coğrafyadaki kültür ve tarihi festival programında müzikle aktarmayı hayal ettik. Paylaştığımız acılar ve sevinçlerle birbirimize köklerimizden bağlılığımızı müziğin evrensel diliyle anımsayalım istedik.” cümleleriyle çok hoş bir şekilde özetliyor. Ben de bu kapsamda festivalin programının açıklandığı gün gitmeyi planladığım ilk konser olarak listemin ilk sırasına yazdığım “Köklere Seyir: İstanbul’un Sesleri”ne dair arpçı Şirin Pancaroğlu ile bir röportaj gerçekleştirdim. Pancaroğlu’nun müzikolog Hüseyin Kıyak ile tasarladığı konserin 26 Mayıs Pazar günü saat 19.00’da Kapalıçarşı Kalpakçılar Caddesi’nde gerçekleşeceğini hatırlatarak keyifli ve ilham veren okumalar dilerim.

sirin-pancaroglu-1
Şirin Pancaroğlu | Fotoğraf: Utku Dervent

Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesinin 100. yılına odaklanarak müzik aracılığıyla bu coğrafyanın kültürel ve tarihi öykülerini aktarmayı hedefleyen 52. İstanbul Müzik Festivali, bu yıl “Kökler” temasıyla gerçekleştirilecek. “Köklere Seyir: İstanbul’un Sesleri” de kanaatimce festivalin bu yıl teması ve özüne en uygun konserlerin başında geliyor. Müzikolog Hüseyin Kıyak ile tasarladığınız bir projenin hikayesinin nasıl ortaya çıkıp bugünlere ulaştığını konuşarak başlayalım dilerseniz röportajımıza.

Hüseyin Kıyak ile müzik dostluğumuz üç yıl önceye dayanıyor; yeni bir tanışıklık diyebiliriz. 2021 yazında hazırlamakta olduğum nota koleksiyonu Türk müziğinin notasyonuna dair genel sorular uyandırmıştı bende. Kendisine ulaşarak sorularımı sordum. Meğer konuşacak çok konumuz varmış. Türkiye’de müzik, müzisyenlik ve müzik yaşantısı üzerine birbirini bir hayli tamamlayan düşüncelerimiz olduğunu fark ettik. Muhabbetimiz gelişti; bununla birlikte üzerine çalışmayı isteyeceğimiz konular da. İstanbul Müzik Festivali için aklımızda ilk önce farklı bir çalışma vardı ama sonra İstanbul Müzik Festivali Direktörü Efruz Çakırkaya bu yılki festival temasının kökler olduğunu söyleyince bu temayı ele almaya karar verdik. Öncelikle İstanbul’da seyrimizin müzik köklerine bakalım istedik. Dört dini ve din dışı geleneği her birini kendine özgü mekanlarında seslendireceğimiz bir öneri getirdik. Biraz ölçek sorunu oldu bunda, yani çok büyük düşündük (iyi ki). Mekanları bir güzergah üzerinde buluşturalım istedik ama lojistik, özelikle de mekan temini ile ilgili sorunlar olacağına dikkat çekti Efruz Hanım. Bu konser büyük bir hayalin eldeki imkanlara uyarlanmış bir versiyonu. İstanbul ne kadar büyük, ne kadar geçmişi var, o denli de müziği var.

huseyin-kiyak-2
Hüseyin Kıyak | Fotoğraf: İKSV

Çalışmalarınızda geçmişle günümüz, yerelle evrensel arasında köprüler kuran, yarattığınız özgün projelerle müzik dünyasına her daim yeni ufuklar açan bir sanatçısınız. “Köklere Seyir: İstanbul’un Sesleri” projesinin kariyeriniz ve tabii ki bu coğrafya açısından nasıl bir önemi mevcut?

Öncelikle takdiriniz için teşekkür etmek isterim. İnsan olarak seyrim neyse müzikte de o var.  Sadece bende değil tabii, her müzisyen için geçerli bu bence. Çocuklukta başlayan bir gurbet durumu var bende. Hem ailemin durumu hem de eğitim sürecim beni uzak ama oldukça renkli de yollara düşürdü çocuk yaşımda. Ve otuzlu yaşlarımın başında neredeyse 20 yıla varan bu gurbeti sonlandırıp Türkiye’de yaşamak istedim. Aslında olduğum yerde, Amerika’da, oldukça bütünleştiğim, memnun da olduğum bir ortamın içindeydim. Ne var ki bir tür eksiklik seziyordum kendimde. Türkiye’yi yeterince tanımıyordum tabii ki, çünkü ayrıldığımda 13 yaşımdaydım. Memleketin burnunda tütmesi gibi bir şey değildi. Meraktı büyük ölçüde. Kendimi Türkiye’de keşfetme ihtiyacı gibi tarif edebilirim. Buna paralel olarak Türkiye’de müzik yapmak istedim. Bildiklerimi paylaşmayı çok istiyordum. Öte yandan Türkiye’deki farkın benim açımdan yeniliklere de gebe olduğunu ve kendimi geliştirebileceğimi hissediyordum.

sirin-pancaroglu-3
Şirin Pancaroğlu | Fotoğraf: Utku Dervent

Çeng olarak adlandırdığımız bu coğrafyanın unutulmuş arpını 2008 yılında yine bu festivalde Tekfen Filarmoni Orkestrası ile canlandırmakla başlayan bir müzik yolculuğunun içindeyim. Kısacası 16 yıldır arpın Türk kimliği üzerine çalışıyorum. Bu süreç her zaman farklı kanallardan beslendi ve çok yönlü oldu. “Köklere Seyir” de bunlardan birisi. İstanbul’u daha önce 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti iken “İstanbul’un Sesleri” adında bir proje ile “dillendirmeye” çalışmıştım. Altı Türk besteciye “İstanbul deyince kulağınıza ne geliyor?” demiştim. Ajansın fonu sayesinde eser siparişleri yapmıştık. Sonra kaydettim, prömiyerlerini yaptık. Köklere Seyir ise aslında bu proje ile yankılanıyor ama tamamen Türk müziği çerçevesi içinde Hüseyin Kıyak ile gerçekleştirdiğimiz ilk proje ve karşılıklı birikimlerimizi iç içe geçirdiğimiz bir süreç. Benimse yolumun bir parçası. İçinde her zaman yeni şeyler öğrendiğim, insanlarla paylaşmak istediğim güzellikler taşıyan, kim olduğumuzu nereden geldiğimizi keşfettiğimiz çalışmalardan birisi. Çalgımın merkezde olduğu bir çalışma değil ama beni besleyen, geleneğin içinde durarak oradan beslendiğim, yeni fikirler üretmeme vesile Köklere Seyir.

Yüzlerce yıl öncesine ışık tutan bu projenin araştırma süreci de tartışmaya mahal vermeyecek şekilde büyük bir emek gerektirmiştir hiç kuşku yok ki. Bu noktada Hüseyin Kıyak ile nasıl bir çalışma gerçekleştirdiniz? Süreç içinde sizi neler zorladı? Sizi şaşırtan noktalarla karşılaştığınız oldu mu?

İstanbul, imparatorluk başkenti; dolayısıyla birçok farklı kültürün de buluşma noktası. Festivalin konusu “kökler” olunca, biz de İstanbul’da farklı köklerden beslenerek oluşan ortak kültür üzerinde durmaya, bu kültürün köklerini müzikle yansıtmaya karar verdik. Konserin iki önemli ayağı var: Ekip ve repertuvar. Yoğunlaştığımız çalışma bu ikisi oldu. Nitelikli icralarıyla öne çıkmış solistleri ve saz sanatçılarını davet ettik. Ayrıca İstanbul’da yaşayan gayrimüslimlerin dinî eserlerini seslendirmek üzere, çeşitli ibadethanelerde bugün de görevlerini sürdüren mugannileri, kendi gruplarının kadim ilahilerini seslendirmek üzere çağırdık. Muganni, malumunuz, şarkı söylemek anlamındaki “gına”dan geliyor. Aslında “şarkıcı” anlamında, fakat sonradan anlam daralmasına uğrayarak gayrimüslim cemaatlerin ibadethanelerinde ilahi okuyanlar için kullanılır olmuş.

Üzerinde çalışmamız gereken diğer konu ise repertuvardı. Öyle bir repertuvar oluşturmalıydık ki geleneksel müziğin hem nitelikli örnekleri olmalı hem de kültürel zenginliği vurgulamalıydı. Eserler, 1700’lerden 1900’lere uzanan yaklaşık 200 yıllık bir sürecin öne çıkmış bestecilerine ait. Projenin içeriğini oluşturma aşamasında açıkçası hiç zorluk yaşamadık. Çünkü taradığımız alan zaten Hüseyin Kıyak’ın bir müzik araştırmacısı kimliğiyle oldukça yetkin olduğu ve daimi olarak içinde yoğrulduğu bir alan. Bu alan İstanbul’un müzik geleneklerini, müzik tarihini, müzisyenlerini, kimi zaman onların bugün hayatta olan ailelerini, müzikle iştigal eden kurumlarını ve aktarım yollarını içeriyor. Bir başka deyişle yetkinlik ile araştırmacı kimliğinin getirdiği özelliklerine benim belki de en belirleyici dokunuşum bu alanı dinleyiciye nasıl taşıyacağımız konusunda oldu. Beni şaşırtan demeyeyim ama hayran bırakan aramızdaki diyaloğun niteliği oldu.

Üç imparatorluğun başkenti İstanbul’un farklı etnik kimliklerle zenginleşen çok dilli, çok dinli tarihi içinde şehrin Rum, Yahudi, Ermeni ve Müslüman toplumlarının müziklerinin tarihsel sürecine ve etkileşimine dair nadiren duyulabilecek birbirinden güzel örnekleri dinleyeceğiz konserde. Konserin programında adeta bir mozaik halini alan bu eserleri müzikseverlerle buluşturmak sizin için nasıl bir duygu? Geçmişten bugüne İstanbul’un sahip olduğu bu çok sesliliğe dair projenin yaratım sürecinde sizi en çok etkileyen ne oldu?

Aslında bu yapılmamış bir şey değil. Daha önce de “mozaik” vurgusuyla bazı konserler yapıldı. Bizim burada vurgulamak istediğimiz şu aslında: Kökler farklı olsa da ayrışmadan ziyade bir birlik var. Osmanlı’daki çok kültürlülük, zaten kendiliğinden kabul edilen, vurgulanmayan bir yapı. Biz aslında bugün Rum, Ermeni, Yahudi, Müslüman gibi ayrımlar yaparak kültürün oluştuğu sürecin aksine bir davranış gösteriyoruz. Konserde her bir etnik grubu, dinî mekânlar üzerinden mercek altına alacağız. Çünkü onların ayrıldığı tek yer bu mekânlar. Konserin finali ise toplumsal yapı içinde böyle bir ayrım olmadığını vurguluyor.

sirin-pancaroglu-4
Şirin Pancaroğlu | Fotoğraf: Utku Dervent

Köklerinde çok farklı etnik gruplara ait olan kişiler bir araya gelip müzik de yapıyorlar, hem de yine farklı etnik gruplara ait bestecilerin eserlerini seslendiriyorlardı. Biz de finalde, konsere katılan tüm müzisyenler olarak bir araya gelecek, ele aldığımız tüm etnik gruplara mensup bestecilerin eserlerini, geleneksel müziği en iyi şekilde anlatan türlerden biri olan “fasıl” içinde çalıp söyleyeceğiz.

“Kök” kelimesinin sözlük anlamını incelediğimizde birçok tanım sıralanıyor fakat bu proje ve konser özelinde sanırım en uygun olanı “bir kimseyi bir yere bağlayan manevi temel güçlerin bütünü”. Bu tanımı merkeze aldığımızda sizin için “kök” ne anlam ifade ediyor? Her birey bir “kök”e bağlı olmalı mı sizce?

Köksüz insan yoktur bence. Köklere bağlılık ise hem şahsi hem de toplumsal dinamiklere tabi sanki. Sosyal varlıklar olarak içine doğduğumuz ortam bizim köklerimizdir. Kök hafızadır da. Bizi biz yapan hafızamızdır. Bu köklerin farkındalığını kişinin ne düzeyde taşıdığı veya derinliğinin ne olduğu ise son derecede değişkenlik gösteriyor bence. Şimdi toplumumuzun gündelik yaşamda Türkiye’nin eşi benzeri zor bulunur, çok katmanlı geçmişinin ne denli farkında olduğu epey tartışılır. Yani bakıp görmeyen, işitip duymayan bir çoğunluğun içindeyiz. Umuyorum ki, bu konser bizi İstanbul’u ayrışmaların olmadığı bir müzik örgüsünün içinde biraz derinleşerek dinlemeye ve geçmişten gelen bu muhteşem mirasın farkında olmaya teşvik edecek.

Konserin programı İstanbul’daki farklı dinlerin mekânlarının müziğe katkısını vurgulamak üzere “Ahrida Sinagogu’nun Sesi”, “Galata Mevlevihanesi’nin Sesi”, “Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin Sesi” ve “Üç Horan Kilisesi’nin Sesi” alt başlıklarıyla kurgulanmış bir yapıya sahip. Aynı zamanda programda dini müziklerin yanı sıra din dışı besteler de yer alıyor. Programı oluştururken tüm eserler arasındaki o hassas dengeyi örmek ve müzikseverlere bütünlüklü bir dinleme deneyimi sunmak adına hangi noktalara dikkat ettiniz? İşin görünen yüzünün ardında kalan teknik kısımda neler yaşandı?

Hüseyin sohbetlerimizde “mekân” kelimesinin, Arapça “var olmak” anlamındaki “kevn” kökünden geldiğini vurgulamıştı. Yani varoluşsal anlamı, kelimede içkin. Dolayısıyla öncelikle mekânın bu yönünü vurgulamak istedik. Dinî mekânlar, müziğin hem üretim hem icra hem de aktarım sürecinde en önemli yapılardan olmuş. Bu yüzden konseri dinî mekânlar üzerine kurmaya karar verdik. Dinî mekânlar, çok kültürlü yapının ayrıştığı tek yer olarak dikkat çekiyor. Karşısındakinin etnik kimliğine bakmadan birlikte yiyip içen, oturup kalkan, dost olan insanlar sadece ibadet sırasında birbirlerinden ayrılıp kendi inancına göre bağlı bulunduğu dinî mekâna gidiyordu. Biz de her bir mekânı ayrı ayrı ele almaya, bu mekânlarda icra edilen dinî formdaki eserler yanında, o mekânların üretim sürecine olan etkisini de vurgulamak için her bir mekânda yetişen bestecilerin eserlerini de o bölüm içine almaya çalıştık.

“Köklere Seyir: İstanbul’un Sesleri” ve buna benzer projeler için arşiv kayıtları büyük bir nimet ve araştırmacının/sanatçının da yaptığı işi kolaylaştıran önemli bir unsur. Ülkemizde müzik alanındaki arşiv belgelerinin yeterince etkin kullanıldığını ve gün yüzüne çıkarıldığını düşünüyor musunuz?

Müzik arşivi, ülkemizde üzerinde durulması gereken önemli bir konu. Bugün “arşiv malzemesi” olarak bu müziğin kaynakları arasında değerlendirebileceğimiz neler var? Geleneksel müziğimiz çoğunlukla sözlü aktarımın ürünü. Bireysel bazı çabalar olmasına rağmen notanın yaygınlaşması ancak 19’uncu yüzyıl sonunda oluyor. Fakat bu dönemden itibaren yoğun bir nota yayımcılığı görüyoruz. Bazen bir bazen iki eserin notasının yer aldığı küçük boy yaprak notalar, fasıl mecmuaları, kanto mecmuaları, notalı kartpostallar… Çok farklı tür, biçim ve tasarımda nota bulmak mümkün. Önceden sırt çevrilen, adeta müziğin geleneksel yapısına bir darbe vuracakmış gibi algılanan notanın, toplumsal bazı değişimlerin ardından büyük bir heyecanla karşılandığını anlıyoruz. O dönemden bugüne gelen notalar, repertuvarın yazılı ilk örneklerinden.

Hüseyin’in sıkça anlattığı üzere daha önceki döneme ait olan ve bugün “arşiv malzemesi” olarak değerlendirebileceğimiz belgeler arasında, müzikle ilgilenenlerin tuttukları ve şarkı sözlerini yazdıkları güfte mecmuaları var. Bugün bu mecmualardan çeşitli izler sürmek mümkün.

sirin-pancaroglu-2
Şirin Pancaroğlu | Fotoğraf: Utku Dervent

Yirminci yüzyılın hemen başından itibaren kayıt teknolojilerinin gelişmesiyle plaklar doldurulmaya başlanıyor. 1927’de radyonun kurulmasıyla canlı yayınlar yapılıyor ve yine radyoda çalınmak üzere bantlar dolduruluyor. Plaklar ve radyo kayıtları da bugün hem icra üslubu hem de repertuvar için önemli kaynaklar arasında. Bugün, geçmişe göre bu belgelere ulaşmak daha kolay. Güfte mecmualarının çoğu tarandı, birçoğuna çeşitli kütüphanelerin internet sayfalarından ulaşmak mümkün. Bugün bir eserin notasını aradığınızda çok çeşitli örnekler çıkıyor karşınıza. Eskiden bir eserin notasını bulmak bugünkü kadar kolay değildi. Tabii bunun olumsuz bir tarafı da var. Eskiden notalar elle yazılırken, son zamanlarda bilgisayarda nota yazımı arttı. Hatalar da arttı. Çünkü nota bilgisayarda yazılıyor, çeşitli arşivlere yükleniyor. Müzisyenler icra sırasında ya o hatalı notayı baz alıp çalıp söylüyor ya da nota üzerinde hataları düzeltiyorlar. Hatalar nota sehpasında düzeltilmiş olsa da dijital ortamda yine aynı nota kalıyor. Hüseyin’den çokça faydalandığım bir konu olan bu kaynaklar konusunda şunu da söylemek gerek: Elle yazılan eski notalar, mutlaka nota sehpasına koyulup çalınıp söylenmiş; yani bir anlamda denetimden geçmiş notalar. Bunun da bir sisteme bağlanması, kaynaklı nota yazımının artması, bugünkü kirliliğin bir anlamda önüne geçilmesi gerekiyor.

Tüm bu arşiv malzemesinin tek bir kanalda toplanması, karşılaştırmalı çalışmalar yapılması, bunların icra ile desteklenmesi önemli olacaktır. Bu arşiv malzemesi, müziğin tarihsel kısmı için önem taşıyor. Fakat burada kalmayıp belgelerden hareketle konserler vermek, dolayısıyla araştırmayı icraya taşımak da önemli. Biz bu konserimizde, hem nota hem güfte hem de ses kaynaklarından yararlandık. Örneğin Tanburi İsak’ın ilk bölümde yer alan eserleri 1916’da kurulan ve ülkemizin ilk konservatuvarı olma özelliği taşına Darülelhan isimli kurum tarafından yayımlanan notalardan icra edilecek. Yine aynı bölümde yer alan Haham Nesim Sivilya’nın şarkısı, Muallim İsmail Hakkı Bey’in defterlerinden alındı.

Müzik festivalinde konserler kadar dinleyicilerin deneyimini zenginleştiren noktalardan biri de konser mekanları. “Köklere Seyir: İstanbul’un Sesleri” konserine de İstanbul’un altı yüzyıl boyunca ticaretin merkezi ve kültürlerin buluşma noktası olmuş Kapalıçarşı’nın benzersiz atmosferinde şahitlik edeceğiz. Kapalıçarşı ve konserin içeriğini de düşündüğümüzde “müzik” ve “mekan” kavramları birbirini nasıl tamamlıyor? Bir sanatçı olarak eseri icra ettiğiniz mekanla “o an” nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

Mekan çok belirleyici bir unsur müziğin aktarım noktasında. Bazen en büyük keyfi sade bir ev ortamında yapılan canlı bir icradan alırsınız. Öte yandan müziğin sonsuz ifade imkanlarını düşündüğünüzde onu konumlayacağınız her alan bir kürasyon için ilham da oluşturur. Müziğin etkisini eksiltebileceği gibi tam hakkını da verir çünkü mekan. İstanbul pek çok konser salonu barındırmakla beraber aslında bu ölçekte bir şehir için nitelikli akustiğe ve atmosfere sahip salonları çok da sınırlı bir şehir olarak hayal kırıklığı yaratıyor. Bu konserin konumlaması için farklı ibadethanelerin kullanılması düşüncemizin önündeki lojistik engellerden bahsetmiştim. Bu engeli aşmak için Kapalıçarşı konserimiz için itina ile seçilmiş bir alternatif. Çarşı sizin de belirttiğiniz gibi ticaretin kalbinin attığı ve yüzyıllar boyunca herkese kucak açmış özel bir miras kendi içinde. Ayrıştırmayan bir mekan ve bu bakımdan hem İstanbul’un dile gelmesi hem de müzik geleneklerinin arasındaki organik ilişkilerin sergilenmesi için elverişli. Tarihi dokusuyla da tabii ki ilham dolu bir tercih.

kapalicarsi-2
Kapalıçarşı | Fotoğraf: İKSV

Şahsen ben mekanda her zaman en çok akustiğe değer veririm. Bizim yaptığımız müzik akustik bir müzik zira. Akustik, icrada öne çıkarmaya çalıştığınız detayların daha iyi duyulmasını sağlayabildiği gibi bunların azalmasına hatta duyulmamasına da sebebiyet verebilir. Bazen öyle durumlar oluyor ki bir mekanın akustik özellikleri benim çalışmada odamda duyamadığım detayları ortaya çıkarıyor. Bu da tabii icracının kendini daha iyi duymasını ve icrasını daha iyi algılamasını sağlıyor; aldığınız tat artıyor. Akustik iyi olduğunda boyut atlarsınız ve sizinle tabii ki dinleyici de boyut atlar. İstanbul Müzik Festivali mekan seçimleri konusunda İstanbul’u azami düzeyde değerlendiriyor bence. Mekan çeşitlilikleri, tarihi doku, dinleyiciyi şevklendirecek düzeyde bir kürasyon içeriyor festivalin çizgisinde. Benim şahsen Kapalıçarşı’daki ikinci konserim olacak bu. Özel bir his veriyor insana. Aslında bir caddeye kurulmuş bir sahnede çalıyorsunuz, sağda solda dükkanlar, üzerinizde kubbe mimarisi. Asırlar akıyor ayağınız altında o caddeden, o kubbelerin altından. Mekan bize nerede olduğumuzu hatırlatıyor. Bu çok kıymetli bir tecrübe.

Peki “Köklere Seyir: İstanbul’un Sesleri” projesinin İstanbul Müzik Festivali sonrasında nasıl bir yolculuğu olacak? Festivalde yakalama fırsatı bulamayan müzikseverlerin bu konserle tekrar karşılaşma olanağı olacak mı?

Festival, konserin ilk gösterimi olacak. Sonra bu ve benzeri projeleri başka mekânlarda da gerçekleştirmeyi düşünüyoruz. Konserin dört ayrı bölümü var; belki bunların her biri genişletilip müstakil bölümler haline getirilebilir.

Bu proje süresince elde ettiğiniz bilgiler, dokümanlar ve diğer tüm materyallerin bir kitapta toplanarak basılması veya online bir mecrada ilgilisiyle buluşması mümkün olacak mı ilerleyen süreçte?

Neden olmasın? Konser projesi olarak yola çıktık fakat elde çok geniş bir malzeme var. Çok farklı şekillerde değerlendirilmeli.

Kariyerinizin bundan sonrasında benzer projelerde görecek miyiz sizi tekrardan? Ufukta görünen çalışmalarınız arasında tüyolar alabilir miyiz?

Bu soruya biraz geriye dönerek cevap vermek isterim. Çünkü şu anda devam eden ve gelecekte de üstüne eklenerek devam edeceğini umduğum bir çalışma içerisindeyim. 2000 yılında Türkiye’ye döndükten sonra çeşitli röportajlarda bana sıklıkla bir soru yöneltilirdi: “Arp bir batı çalgısı olduğuna göre bu çalgı ile Türkiye’de kısıtlı bir hitabet alanınız yok mu?” Kısacası; sizi kim dinleyecek diyorlardı… Bu soru benim canımı sıkardı çünkü işte arp dediğimiz çalgı çok kadimdir: çok kadim olduğu içinde farklı medeniyet ve kültürlerin içinde var olmuştur. Bir anavatanı yoktur ve bir batı çalgısı olarak tanımlamak bir bilgi eksikliğidir. Oysa coğrafyamızda kökleri binlerce yıl öncesine uzanan bir arp olan çeng vardır. Tamamen unutulmuş bir çalgı olduğu için çıkarıp bir örnek gösterip bakın bizim geçmişimizde de bir arp var diyememenin sıkıntısı ile çeng konusunda çalışmaya karar vermiştim.

2008 yılında çeng’i diriltmek üzere yola çıktığım yolculuğun pek çok durak noktası oldu. Bu çok renkli güzergâh üzerinde yurt içi ve dışında pek çok çalışma gerçekleştirmek nasip oldu. Türk müziği geleneğinin farklı dalları içinde bir öğrenci disiplini ile yol katettim. Çeng ile yol alırken Türk müziğine olan ilgim arttı ve bir süre sonra pedallı ve mandallı olarak tabir ettiğimiz modern ve dünyada yaygın olarak kullanılan arplarla da müziğimizden örnekler seslendirmeye başladım. Yurt dışında verdiğim konserlerde ne zaman bizden bir eser seslendirsem arp sanatçıları notaları sorarlardı. Nota yoktu tabii. Onların çalabileceği gibi bir nota yoktu. Bu noktada uluslararası bir yayıncı bu eserleri yazsanız başkaları da çalabilir deyince hem kültürel bir ürün olarak hem de kendi kariyerim açısından değer verdiğim yeni bir yolculuk başladı. Ben işte çeng ile başlayan bu yolculuğuma birkaç yıl önce “Türk Arpı Projesi” adını verdim ve bir nota koleksiyonu hazırladım. İngiltere’de yayınlanmış ve dünyanın her tarafından ulaşılabilen 24 adet kitaptan oluşan Türk Arpı Nota Koleksiyonu amatörlerden profesyonellere, öğrencilerden eğitimcilere varan bir yelpazede Türk müziğinin peşrev, saz semaisi, fantezi, longa, zeybek, türkü, şarkı, ilahi gibi formlarında temsili bir kesit sunuyor.

sirin-pancaroglu-5
Şirin Pancaroğlu | Fotoğraf: Utku Dervent

Öte yandan müziğimizin yapı taşları olan makam ve usul konularında temel düzeyde bir bilgi veriyor. Şimdi projenin ikinci fazındayım. Son altı ay içerisinde beş farklı ülkede altı şehirde bu projenin konser, atölye ve seminerlerini gerçekleştirdim. Dünyada daha çok arp sanatçısı, öğrencisi, eğitimcisinin Türk müziğine dair bu kesit ile tanışmaları ve bunu icra edebilir hale gelmeleri için etkinlikler gerçekleştiriyorum. Sırada Slovenya, Tayvan, Avusturya, Singapur, Hong Kong ve ABD var. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı desteğiyle gerçekleşen ve kocaman gönüllüleri olan bir uzman ekibin de projeye süreç içerisinde dahil olmasıyla gerçekleşen bu proje sayesinde dünyadaki meslek camiam Türk müziği ile tanıştı. Desteklendiği ölçüde daha da büyüyebilecek ve de müzik mirasımızın dünyaya tanıtılması için iyi bir örnek teşkil edeceğini düşündüğüm bu proje için kaynak arayışımız da bir yandan devam ediyor. Bugün geldiğim noktada çeng ile başlayan yolculuğumu çeng’den daha büyük bir mirasın dünyada hak ettiği yeri bulması için seferber etmiş bulunuyorum: Türk müziğinin tüm dünyada arp ile iştigal eden kişilerce icra edilmesi. Bu benim ana çalışma alanım. Öte yandan farklı yönlerden beni besleyen yan projeler de gerçekleştirmeye devam etmeyi istiyorum. “Köklere Seyir” bunlardan bir tanesi.

Röportajımızı konsere katılacak müzikseverlere vereceğiniz mesajla noktalayalım dilerseniz. Konser öncesinde bu projeyle daha sıkı bir bağ kurulması adına dinlenmesi, izlenmesi veya okunmasını tavsiye ettiğiniz eserler var mıdır?

Eserlerini seslendireceğimiz bestecilerden bazıları, aynı zamanda iyi birer de okuyucu. Örneğin Bimen Şen Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş döneminin bestecilerinden. Küçük yaşında Ermeni kilisesinde de ilahiler söyleyerek başlamış müziğe. Kendi eserlerini okuduğu plakları da var. Bugün internetten dahi ulaşmak mümkün. Dinleyicilerimizin konser öncesi dinleyebileceği isimlerden biri.

Önemli kültür adamlarımızdan İbnülemin Mahmud Kemal, “Hoş Sada” isimli bir kitap yazıyor. On dokuzuncu ve yirminci yüzyılda yaşamış bestecilerin hayat hikâyelerini kendine has üslubuyla anlatıyor. Bizim konserde ele alacağımız pek çok müzisyen de var bu kitapta. Dinleyicilerimize bu kitabı okumalarını da önerebiliriz.

NOT: Konserden önce 18.00-18.30 saatleri arasında Şirin Pancaroğlu ve Hüseyin Kıyak moderatörlüğünde Bülent Aksoy, Özata Ayan, Nikos Andrikos, Yako Taragano, Murat İçlinalça ve Cemal Ünlü ile sohbet ve plak dinletisi gerçekleştirilecek. Konsere gelecek müzikseverlerin kaçırmamasını öneririm.

Kapak Fotoğrafı: Şirin Pancaroğlu

İlginizi çekebilir: Halil Şimşek’ten 52. İstanbul Müzik Festivali’nde Kaçırılmaması Gereken Konserler