“22 yaşının baharında Sumire hayatında ilk kez aşık oldu. Geniş bir ovada dosdoğru ilerleyen bir kasırganın şiddetine eşti bu aşkın yoğunluğu” diye yazmış Murakami Sputnik Sevgilim kitabında. Kitabın girişinden beni bir aşk hikayesinin beklediğini anlamıştım. Anlamadığım ise bunun sıradan bir aşk hikayesinden farklı olmasıydı.

Sputnik Sevgilim
Sputnik Sevgilim | Fotoğraf: kitapyurdu.com

Haruki Murakami’yle ilk karşılaşmam değildi. Beni neyin beklediğini biliyordum. Alışılmadık olay örgüsü, hikayeyi canlandıran betimlemeler, hikayeden koparıp oradan oraya sürükleyen metaforlar… Haruki Murakami’den beklediğimiz gibi ismi sıradanlıktan çok uzak: “Sputnik Sevgilim”. Fark etmemiz gerekense isminde gizlenen mesaj. Kitabımız Sputnik hakkında bilimsel bir açıklamayla başlıyor: “Düyanın ilk yapay uydusu Sputnik 1…” Bir açıklama daha var Sputnik’le ilgili: “yol arkadaşı Her şey bir yolculukla başlıyor. Bu yolculuk Tokyo’dan Yunan adasına uzanan bir yolculuk, aynı zamanda da Sumir’in aşık olduğu kadın “Myu” ile ilişkisinin bir yolculuğu. Kahramanımız Sumire, Myu’yla çıktığı yolculukta aşık olduğu kadını daha yakından tanıyor, aşkla birlikte arzuyu da hissediyor. Kendini arıyor ve bu aşkın, bu arayışın içinde kendini kaybediyor. Bir de anlatıcımız var, Sumir’in dostu aynı zamanda aşığı. Hikaye bir aşk üçgeni üzerine kurulu.

Kitabı okurken ilk fark ettiğim karakterlerin yalnızlığıydı. Bu üç karakterin hayatı bir yerlerde iç içeydi ama yine de hep yalnızdılar. Kendi yolculukları vardı. Sumir’in yazar olma yolundaki yolculuğu, anlatıcımızın Sumir’e olan aşkıyla yolculuğu. Myu’nınsa geçmişle olan imtihanı. Murakami, karakterlerin iç dünyasını okuyuculara anlatmakta oldukça başarılı. Kitabı okurken yalnızlığı dibine kadar hissettim. “Neden insanlar bu denli yalnız olmak zorundalar? Neden bu denli yalnız olunmak zorunda? Bu dünyada bu kadar çok insan yaşarken, her birimiz bir başkasından bir şeyler beklerken, neden bu kadar yalnızız? Yoksa gezegenimiz, insanların yalnızlığından beslenerek mi sağlıyor dönüşünü?”

Yazar, karakterlerin yolculuğunu anlatırken kurgusal ögelerden de faydalanmış, bu yüzden okurken gerçeklik algım biraz sarsıldı. Gerçeklik ve rüya arasındaki ince çizgide gidip geldim. Bu çizgi benim gözümde hikayeyi sıradanlıktan biraz daha uzaklaştırdı.

Bu kitabı okurken kitabı bir köşeye bırakıp düşündüğüm zamanlar oldu. Metaforları, anlatılmak isteneni tamamen kavramaya çalışıyordum. Ama sonra fark ettim ki bu hikayenin asıl anlamı hissettirdiklerinde saklı. Bütün kurgusal ögeler, olay örgüsü sadece kişilerin kendi yolculuklarında hissettiklerini okuyucuya da hissetirmek için kullanılmış ve bu konuda gerçekten başarılıydı. Bu üç “yalnız” karakterin yolculuğunun her adımında onlarla beraber ilerledim. 

Eğer daha önce Haruki Murakami okumadıysanız bu kitapla başlamınızı öneririm. Sputnik Sevgilim’in Murakami’nin tarzını çok iyi yansıttığını düşünüyorum. Umarım siz de bu yolculuktan en az benim kadar keyif alırsınız. O halde yine kitaptan bir alıntıyla sonlandıralım: Ve ben şimdi buradaydım işte, kapalı bir çember içindeydim. Aynı yerde dönüp durmaya devam ediyordum. Hiçbir yere varamayacağımı biliyor ve buna engel olamıyordum. Ama devam etmek zorundaydım. Devam etmezsem hayatta kalmayı başaramazdım ki.

                            Kapak fotoğrafı: Instagram /@ggraud

İlginizi çekebilir: Nehir Büyükşengün’den Üç Köşeli Dünya