En son 2013’ün bir kış ayında Berlin’e gelmiştim. Almanya’nın kuş uçmaz kervan geçmezden hallice bir kasabasında bir ay geçirdikten sonra Berlin’le buluşma anımı ve şaşkınlığımı dün gibi hatırlıyorum. 7/24 hiç durmadan yaşayan, özgürlüklerin, sinemanın şehri Berlin, o yaşlarımda kendine hayran bırakmıştı beni. Dokuz koca yıldan sonra, tekrardan Berlin’de olmamın verdiği sevinçle ve heyecanla klavyeyle buluşuyorum ve bir şehri en güzel tanıdığım/anlattığım yönteme başvuruyorum. Bize beyaz perdeden veya ekranlardan göz kırpan Berlin’e ve şehrin vücut bulduğu karakterlere çeviriyorum gözlerimi. Şehirleri en iyi anlama yollarından biri, sokaklarında yaşamak ve yaşanılan hikayeleri izlemek ise Berlin’i anlamak için mini bir liste yapmak kaçınılmaz oldu. Pek çok türden pek çok hikayeyi bu amaçla sıralıyorum. Bu liste vasıtasıyla Avrupa’nın özgür çocuğu Berlin ile tanışmaya hazır mısınız?

Berlin’i Merkeze Alan Yapımlar

Victoria

Victoria
Victoria | Fotoğraf: Medium

2015 yılında Berlin Film Festivali’nde pek çok ödül alan ve adından oldukça söz ettiren; bizlerle de ilk olarak İstanbul Film Festivali’nde buluşan bir Sebastian Schipper filmiyle açmak isterim Berlin dosyasını. Çünkü yazının başında da bahsettiğim 7/24 yaşayan bir şehri, en güzel bir günün her vaktini anlatan bir filmle anlatabilirim değil mi?

Bir film düşünün; tek bir günü anlatan, tek bir planda çekilen… Kulağa delice geliyor değil mi? Victoria, tam olarak yüz kırk dakikalık muhteşem bir deneyim, sinemadan ilk çıktığımda kamera hareketleriyle adeta sarhoş olduğumu anımsıyorum. Tüm film boyunca, Victoria’yı takip eden bir kamerayla geziyoruz Berlin sokaklarında. Tek plan çekimiyle, bizi adeta Victoria’nın omzunda konumlandıran ve onunla hareket etmemize olanak sağlayan Schipper, bize Berlin sokaklarını tüm gerçekliğiyle tasvir ediyor. Victoria, tam olarak underground Berlin’le tanıştırıyor bizleri. Öncelikle bir kulüpte, sonrasında bir dükkanda, çatı katında, cafede, bir park yerinde, bankada ve yine bir kulüpte ağırlıyor.

Berlin’e yeni taşınmış, hayatını bir kafede çalışarak kazanan, hiç arkadaşı olmayan Victoria’nın bir gece eğlendiği bir kulüpten çıktıktan sonra tanıştığı bir grup erkekle olan arkadaşlığının anlatıldığı film, bir banka soygununa varacak olaylar silsilesiyle hem Berlin’in arka sokaklarını hem de Victoria’nın karanlık tarafını anlatıyor.

Unorthodox

unorthodox-2-3
Unorthodox | Fotoğraf: Anika Molnar – Netflix

Filmlerde şehirler de karaktere bürünür, romantik bir karakteri mesela Paris çok güzel canlandırırken; Roma hep bir şehir hayatından kaçıp; kendisini ve aşkı bulan bir karakter gibi görünür perdede. Berlin ise hep özgür ruhludur, keşiftir, baskılardan kaçıştır. Bu seferki Berlin seyahatimde, daha önce gidemediğim Yahudi Müzesi’ne gittim. Berlin’e seyahat edeceklere şiddetli tavsiyemdir, en az 2-3 saatinizi geçirebileceğiniz gerçekten etkileyici bir müze. Orada Yahudilerin hayatlarına dair detayları dinledikten ve inceledikten sonra; 2020 yılında pandemiden dolayı evlerden çıkamazken izlediğim, Netflix yapımı Unorthodox’ı hatırladım. Unorthodox, paragrafın başında da bahsettiğim şehrin karakter tanımını en iyi anlatan yapımlardan biri bence. Dizinin çıktığı dönem; bir çırpıda bitirmiş ve bolca düşünmüştüm. Özgürlüğümüzü kısıtlayan olgu, din midir yoksa içinde bulunduğun toplum mu? Ya da sadece kendimiz mi?

Unorthodox, kendi seçimi ve kurallarıyla kendini yeniden yaratan Esty’nin New York’tan Berlin’e uzanan hikayesini anlatıyor. Deborah Feldman’ın Unorthodox: The Scandalous Rejection of My Hasidic Roots kitabından uyarlanan mini dizi, sanki kitap sayfalarında yolculuk ediyormuşuz gibi bize flashbacklerle bezeli etkileyici bir hikaye sunuyor. Dizide flashbacklerle anlatılan tüm hikaye Feldman’ın hayat hikayesine dayanıyor. Berlin’de geçen şimdiki zaman ise, Feldman’ın Berlin tecrübelerinden esinlenerek hazırlanan bir kurgu. Yani dizi bizi gerçeklikle-hikaye arasında bir yerlerde oradan oraya sürüklüyor.

unorthodox4
Unorthodox | Fotoğraf: Anika Molnar – Netflix

Doğduğunda nasıl bir topluluğa, nasıl bir aileye ait olacağını bilerek hangimiz dünyayla buluştuk ki? Aslında hepimizin Esty’ninkine benzer bir savaşı var. Kiminin kolay, kiminin ise daha zor. Kendini doğduğu yerden farklı hisseden herkes için benzer bir mücadele. Din, cinsiyet, etnik kimlik… Sadece formları değişen; farklı baskılar, farklı travmalar, farklı savaşlar… Unorthodox’ta Hasidik toplumun katı kuralları ve ritüelleri arasında sıkışmış bir ruhun, müzikle kendini bulmasını görüyoruz. Toplumunun bu şekilde katı kurallarla çevrili olmasına sebep olan travmanın, soykırımın kararının alındığı topraklarda; Esty’nin özüne dönüp, ona sunulan hayata karşı koyuşunu izliyoruz.

Berlin geçmişinde travmaları saklı tutan, o nedenledir ki karakterli ve ruhu olan bir şehir. Geçmişindeki anıları, çeşitliğe açarak özgürlüğü ruhunda barındıran Berlin’i bu kadar ilgi çekici kılan da bu çok yönlülüğü olsa gerek. Hem biraz melankolik, hem de oldukça hareketli. Sanırım bundan olsa ki, Esty’nin Berlin’deki macerası çok özel. Henüz izlemeyenler var ise; kendini hep bir mücadele içinde görenler, her şeye rağmen hayallerinin peşinden gidenler, farklı düşüncelere farklı fikirlere kucak açanlar, çeşitliliği tehdit değil bir ödül olarak görenler ve tabii ki benim gibi Berlin sokaklarını özleyen herkes mutlaka bu diziye bir şans tanısın…

Good Bye Lenin

goodbye-lenin-2
Good Bye Lenin! | Fotoğraf: Sony Pictures – Conny Klein

Biraz daha geçmişe gidelim ve o meşhur duvarın yıkıldığı dönemi ve değişimleri; bir anne-oğul ilişkisi üzerinden anlatan Good Bye Lenin’e merhaba diyelim. Wolfgang Becker’ın yönetmenliğini yaptığı, başrollerinde Daniel Brühl ve Katrin Sass’in rol aldığı film, trajikomik anlatımı ve zamanın nasıl geçtiğini anlamayacağınız akıcılığıyla muhteşem bir dönem seyirliği.

Doğu Almanya’nın savunucularından, idealist bir anne, Berlin Duvarı yıkılmadan önce kalp krizi geçirir ve komaya girer. 8 ay boyunca o komadayken, Berlin’de çoktan pek çok şey değişmiştir. Annesi komadan ayıldıktan sonra, bu değişimi anlamasın diye; oğlu Alex Berlin’de hiçbir şey değişmemiş gibi davranmaya ve bir oyun sergilemeye başlar ama bu iş sanıldığı kadar kolay olmayacaktır. Çünkü, kapitalizmin tüm o bildiğimiz meşhur markaları sokakta, duvarda, her yerde çoktan filizlenmiştir. Alex’in kız kardeşi bile Burger King’de çalışmaya başlamış, ev baştan aşağı yeni düzene göre döşenmişken; Alex’in annesi Christiane’yi nostaljik bir dünyada tutabilmesi ne kadar mümkün olabilir ki?  

goodbye-lenin
Good Bye Lenin! | Fotoğraf: Sony Pictures – Conny Klein

Alex, “Annem kapitalizmin zaferi boyunca uyudu” diye anlatıyor 8 ayı, 8 ay gibi kısa bir sürede Doğu Berlin tozlu raflara kalkıyor; İkea, CocaCola, Burger King gibi markaların renkleriyle dolan Berlin sokaklarında hissedilen bu değişim tabii ki sadece bunlarla kalmıyor; tüm bu değişim evlere, kıyafetlere de hızla yansıyor. Ne de olsa topluma ne meşruysa/popülerse, insan buna alışmakta güçlük çekmez değil mi; sanırım ayak uydurmak karşı gelmekten daha kolaydır insan için.

Brühl ve Sass’in abartısız performansları ile tarihsel arka plan birleşimi bizlere orijinal bir hikaye anlatımı sunuyor; tarihteki en önemli anlardan biri olan Berlin Duvarı’nın yıkılışını Wolfgang Becker duygulardan kaçmadan, siyasete mesafe koyarak; ironik bir anlatımı tercih ederek aktarıyor bize. Bu da filmi diğer dönem filmlerinden ayırıyor tabii.

Run Lola Run!

run-lola-run
Run Lola Run | Fotoğraf: PROKINO FILMVERLEIH/BRIANNA ELLIS-MITCHELL

90’lar sinemasını her dönemden ayrı bir yere koyan benim gibi sinemaseverler vardır mutlaka. Dokusundan mı, renginden mi; yoksa tamamen 90’lar nostaljisi mi bilmiyorum bu filmler hep ayrı hissettirir. 98 yapımı, yönetmenliğini ve senaristliğini Tom Tykwer’in yaptığı Run Lola Run da Berlin’de geçen güzel bir 90’lar nostaljisi. “Amazon Ormanları’nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD’de fırtına kopmasına neden olabilir.” Film için bu cümlenin etrafında örülmüş demek sanırım yanlış olmaz. Kelebek etkisi kavramını anımsatan kurgusuyla bizi Berlin sokaklarında koşturan ve bunu yaparken de zaman-kader kesişimini unutmayan bir hikaye; Run Lola Run. Berlin sokaklarında sevgilisi Mani’yi kurtarmak için koşan kızıl saçlı Lola’yı izlerken; Berlin’i keşfe çıkmak ise apayrı bir keyif.

run-lola-run-2
Run Lola Run | Fotoğraf: PROKINO FILMVERLEIH/BRIANNA ELLIS-MITCHELL

90’lı yıllarının en popüler eğlence aracı olan ‘video oyunları’ndan birinden uyarlanan film, şu soruyu sormamıza sebep oluyor “Sadece yirmi dakikan varsa ve motosikletini bir sigara alımlık zamanda kaybetmişsen; yetiştirmen gereken 100.000 mark varsa ve üstüne üstlük o para da sende yoksa… telefonun ahizesi elinden düşünce aklına gelen ilk şey koşmak mı olur? Peki ne kadar hızlı koşabilirsin?” Sarı telefon kulübesinde korkuyla çırpınan sevgilisi Mani’nin yardım çağrısına, önce tiz bir çığlık sesiyle sonra da koşmaya başlamasıyla yanıt verir Lola. Sevgilisine yardım etmek için, 100.000 mark bulmak için koşar; koşarken çarpar, kırar, kızar, yollar kesişir, insanlar değişir…

Film boyunca Lola ve Mani’nin yirmi dakikasını seksen dakikada üç farklı şekilde izleriz. Adeta olanların bir kombinasyonunu çıkardığımız film, kelebek etkisi düşüncesinden yola çıkarak hayatta küçük şeylerin neleri değiştireceğini üç farklı hikaye akışıyla izleyiciye vermeyi başarıyor. Filmin oyuncu kadrosunda ise Alman yapımı filmlerden aşina olduğumuz başarılı isim Moritz Bleibtreu ile kızıl saçlarıyla unutamadığımız karakter Lola’ya hayat veren Franka Potente yer alıyor.

Atomic Blonde

atomic-blonde
Run Lola Run | Fotoğraf: Jonathan Prime – © Universal Pictures

Sene 1989, ancak bu film bir duvar yıkılma hikayesi değil.” Film bu cümleye benzer bir anlatımla başlıyor, Berlin tarihi için önemli bir sene olan 89’da geçmesine rağmen; film o dönemde geçen bir ajan hikayesini anlatıyor aslında. Soğuk savaş sırasında bir ajanın öldürülmesini araştırmak ve bir saatin arkasında gizli olan ajan listesini bulmak için Berlin’e gönderilen Lorraine’in macerasını izliyoruz ve tabii ki tüm bu koşuşturmanın içinde şehrin tüm sokaklarını, gece hayatını, tüm turistik noklaraı ve duvarın şehri nasıl böldüğünü keşfediyoruz.

Antony Johnston’ın The Coldest City adlı çizgi romanından uyarlanan film fazlasıyla klişe sahnelere yenik düşse de, Berlin’den bahsettiğimiz bir listede olmaması için bir sebep göremiyorum doğrusu. Charlize Theron ve James Mcavoy’ın (macavoy yine muhteşem bir oyun sergiliyor) başrollerini paylaştığı filmin yönetmenliğini John Wick serisinin yapımcılığını üstlenen David Leitch yapıyor, Leitch özellikle dövüş sekanslarındaki kamera hareketlerinde muhteşem bir iş çıkarmış. 

Atomic Blonde | Fotoğraf: The Indian Express

Klişe ve gişe derdiyle başvurulmuş olduğunu hissettiğim sahneleri bir kenara koyarsak; Atomic Blonde, müzikleriyle, renkleriyle keyifli bir seyirlik arayanlara ve kesinlikle Berlin’i özleyenlere önerebileceğim bir film olarak listemizin sonunda kendine yer buluyor. Berlin’i beş farklı hikayeyle anlamak veya anlatmak pek mümkün olmasa da, biraz olsun Avrupa’nın bu güzel şehrini anımsamak bile mutlu ediyor doğrusu.

Alexanderplatz’dan Kreuzberg’e uzanan bir Berlin turu yapacak olan okurlar var ise, belki önden bu filmleri ve mini diziyi izlemek ister; ya da benim gibi sürekli olarak Berlin anılarını taze tutmak isteyenler, bu liste tam size göre. Farklı renklere, düşüncelere kucak açan; Avrupa’nın özgür çocuğu Berlin’e ve o asla uyumayan sokaklarına sevgilerimle…

Kapak Fotoğrafı: Victoria

İlginizi çekebilir: Sine Magger’dan MUBI Film Önerileri