Hepimizin günlük yaşamında tutunduğu birçok kimlik var. Böyle bir sistemde var olabilmek için birtakım kimlikler edinmek zorundayız. Fakat oluşturduğumuz kimliklerimize çoğu zaman o kadar tutunuyoruz ki gerçekte kim olduğumuzu unutuyoruz. Sadece bir anlığına tamamen yargısız bir alanda bütün kimliklerinizden arınsanız, şu an olduğunuz kişi olur muydunuz? Karanlık yönlerinize de alan açabilir miydiniz? Bu yazıda Carl Jung’un bahsettiği Gölge Arketipi ve yalnızlık korkusu üzerinden kimlik arayışımızı inceleyeceğiz. 

Gölge Arketipi
Gölge Arketipi | Fotoğraf: Unsplash/@vincefleming

Hepimizin günlük yaşamında tutunduğu birçok kimlik var. Böyle bir sistemde var olabilmek için birtakım kimlikler edinmek zorundayız. Fakat kimliklere çoğu zaman o kadar tutunuyoruz ki gerçekte kim olduğumuzu unutuyoruz. Hatta bir kısmımız gerçekten ne istediğini bile bilmiyor. Yerleşmiş kalıpların içerisinde hareket ediyor sadece. Bu kalıplar kimi zaman toplum, kimi zaman ise bizim elimizle oluşuyor. Üniversite tercihlerimizi ailemizin isteklerine göre yapıyoruz, giyeceğimiz kıyafetleri bulunduğumuz toplumun doğrularına göre seçiyoruz, gideceğimiz restoranın kalitesinden çok popülerliğini önemsiyoruz, karanlık yönlerimizi asla dile getirmiyoruz hatta yok sayıyoruz… Sadece bir anlığına tamamen yargısız bir alanda bütün kimliklerinden arınsanız, şu an olduğun kişi olur muydunuz? Üzerine gerçekten düşündüğümüz zaman eminim ki birçoğumuzun bu soruya cevabı olumlu olmayacak. 

Persona ve Gölge Arketipi 

Gölge Arketipi
Gölge Arketipi | Fotoğraf: aklinizikesfedin.com

Sosyal çevremiz tarafından onaylanmak ve sevilmek için birçok davranış kalıbını doğduğumuz ilk andan itibaren öğrenmeye başlarız. Bu davranış kalıpları Carl Jung’un tabiriyle “Persona”mızı oluşturur. Persona, kim olarak görülmek ve algılanmak istediğimizle ilgilidir. Bireyin günlük yaşamındaki takındığı tavır ve taktığı maskeleri temsil eder. Genel olarak kişiliğimiz bunun etrafında şekilleniyor olsa da bu tavır aslında çoğu zaman karanlık yönlerimizi bastırmak anlamına da gelebiliyor. Jung insanın kendisinde kabul etmekte zorlandığı bu karanlık yönüne “gölge arketipi” adını verir. Gölge arketipi bilinçdışının bir parçasıdır ve her insanda bulunur. Onaylanma arzusuyla içimizdeki karanlık tarafı yadsımaya ve saklamaya bilinçsiz bir şekilde karar veririz. Bu da bizlere diğer insanlardan gizlemek istediğimiz yönlerimizin ortaya çıkma korkusunu getirir. Karanlık yönlerimizin toplum tarafından asla kabul edilmeyecek nitelikte olması gerekmez. Kendimize yakıştırmadığımız herhangi bir şey olabilir. 

Yalnız Kalmak
Yalnız Kalmak | Fotoğraf: Unsplash/@krisroller

Karanlık tarafımızı bastırmanın altında çoğu zaman yalnız kalma korkusu yatar. Özellikle geçmişte herhangi bir karanlık yönünü dışa vurduğu için dışlanmış, cezalandırılmış veya ayıplanmış bir bireyin tekrar onaylanmama ve dolayısıyla yalnız kalma korkusu geliştirmiş olması muhtemeldir. İnsan sosyal bir canlı. Yalnız kalmak istememesi doğal olmakla birlikte, bu yalnızlık korkusunun temelini kendi benliğimizi bütünüyle kabul edememe hali yatıyor olabilir mi? En son ne zaman gerçekten kendinizle vakit geçirdiniz diye sorsam eminim birçok kişi pandeminin de getirisiyle birlikte “Ben bol bol yalnız vakit geçiriyorum” diyebilir. Fakat benim değinmek istediğim nokta gerçekten yalnız vakit geçirmek. 

Tek Başınalık 

Sex and the City
Sex and the City | Fotoğraf: Twitter

Hiç düşündünüz mü? Tek başımıza bir şeyler içmeye çıktığımız zaman aslında ne kadar tek başımızayız? Örneğin ben şu an bir kafede kendime kahve ısmarlıyorum. Tek çıktım fakat önümde bilgisayar var ve bu satırları yazıyorum. Kafelerde tek başına oturan insanları incelediğimiz zaman ya kitap okurlar ya telefonla ilgilenirler ya da bilgisayarlarında bir şeylerle meşgul olurlar. Aslında hiç kimse tam olarak tek başına oturmaz. Hep bir paravanı vardır “yalnız” olmadığını gösteren. Bu kimi zaman elindeki telefon, kimi zaman kitap, kimi zaman arkadaş, kimi zaman ise bilgisayar olur. Çünkü düşüncelerimizle baş başa olmayı istemeyiz veya o kadar yalnız ve belki “garip” görülmek istemeyiz. 

İkonik dizi Sex and the City’nin bir bölümünde tam olarak bu durum eleştirilmişti. Dizinin çekildiği tarihte neredeyse hepimizin hapsolduğu küçük ekranlar yoktu. Dolayısıyla paravanlarımız o dönemde gazete veya kitap gibi nesneler oluyordu. Bölümün sonunda ise ana karakter Carrie tek başına bir kafeye gidip kendisine bir bardak şarap ısmarlayıp gerçekten tek başına eline hiçbir paravan almadan, rol yapmadan oturmuştu. Bu bölüm o dönem ve belki günümüzde de birçok insana tek başına dışarı çıkma gücü verdi. 

The Matrix
The Matrix | Fotoğraf: Girişimci Gazetesi

Tek başına zaman geçirmek kavram olarak kulağımıza basit gelse de, sadece yakın çevrenizi incelediğiniz zaman bile birçok insanın kendisiyle zaman geçiremediğinizi görebilirsiniz. Çünkü hiçbir şeyle uğraşmadan tek başına zaman geçirmek düşüncelerimizle baş başa kalmaktır. Bu düşünceler bastırdığımız karanlık yönlerimizle kaşı karşıya gelmemizi sağlar. Dolayısıyla sistematik olarak karanlık yönlerini bastıran, yok sayan bir kişi için kendisiyle yalnız zaman geçirmek bir ıstıraba dönüşebilir. Orada Buddha’nın bahsettiği şiddetli arzularıyla karşılaşır. Mevcut koşullardan memnun olmama hali ve kendini değiştirme beklentisi vardır. 

Karanlık Yönlerimize Alan Açmak

Karanlık Yönlerimize Alan Açmak
Karanlık Yönlerimize Alan Açmak | Fotoğraf: Unsplash/@karsten_wuerth

Tıpkı olumlu olarak adlandırdığımız duygularımıza, düşüncelerimize ve davranışlarımıza alan açtığımız gibi karanlık yönlerimize de alan açmamız gerekiyor. Biz var oluşumuzu bütünüyle kabul etmedikçe, kendimize bütünüyle saygı duymadıkça bir başkasının bizi kabul etmesini ve saygı duymasını beklemek ne kadar gerçekçi bir tutum olur?

Alice ve Tavşan
Alice ve Tavşan | Fotoğraf: Medium

Düşünce kalıplarımızı genişletmedikçe zihnimizin yapısını değiştiremeyiz. Halbuki Neo’yu Matrix’in içine hapseden kendi zihin yapısı değil miydi?Zihnini genişlet ve beyaz tavşanı takip et. Orada karanlık yönlerinle karşılaşabilirsin.  Fakat unutma Jefferson Airplane White Rabbit parçasında bizleri “kafanı besle” diye öğütledi, Buddha ıstırabın kaynağını “zihnin yarattığı şiddetli arzular” olduğunu belirtti, Tao “kimliklerinden arın, kayığını boşalt” dedi, The Doors ise “ağladığın zaman diğer tarafa geç” dedi.

Neo zihnini genişletmeseydi Matrix’den uyanamazdı, Alice Harikalar Diyarı’na yolculuk yapamazdı, çiçek çocuklar kitlesel bir barış hareketi geliştiremezdi, Frank Donnie Darko’ya “Neden o aptal insan kıyafetini giyiyorsun?” diye soramazdı, John Lennon Imagine parçasını yazamazdı, Arjuna savaşmak istemediği halde kendi dharmasını (ödevini, yolunu) kabul edemezdi ve Buddha hiç aydınlanamazdı. Beyaz tavşanı takip etmekten korkmayacağımız günlere…

Kapak Fotoğrafı: Unsplash

İlginizi çekebilir: Nesliay Ocakküçük’ten Gölge Çalışması