Geçtiğimiz yıl FashionTok’taki içerik üreticilerin giysileri inceledim ve ardından kendi dolabıma bir göz attım. İlk fark ettiğim şey renkleri ve desenleri kaybetmiş olduğumdu. Sonra bunun aslında tüm dünyada gerçekleşen bir fenomen olduğunu öğrendim. Ufak bir Google aramasıyla “Dünya renklerini kaybediyor” temalı birçok makale bulabilirsiniz. Tasarımın içine dahil olduğu pek çok alanda kolektif olarak renklerden ve desenlerden arındık. 1950’lerin arabalarıyla bugünü kıyaslayın; ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Modada minimalizm uzun süre benzer bir anlayışı tetikledi bence. Şimdiyse maksimalizme, renklere ve desenlere geri dönüyoruz. İşte Ha Hause da renkleri kovaladığım dönemde keşfettiğim markalardan biriydi. Zaman içinde yollarımız Ha Hause’ın yaratıcısı Simya Balkan’la kesişti ve ben de aklımdakileri sorma şansı yakaladım.

Simya merhaba, sıkıcı ama gerekli soruyu aradan çıkararak başlayalım. Bize biraz kendinden ve modayla olan ilişkinden söz edebilir misin?

Selam! İzmir’de doğup büyüdüm. Ortaokulda ailemin işleri dolayısıyla Florida’ya taşındık, 2 sene orada yaşadıktan sonra, Türkiye’ye geri dönüp Bilkent’te Uluslar Arası ilişkiler bitirdim. Üniversite bittikten sonra UCLA’de MBA’e başladım bu sırada eş zamanlı Sinema’da set tasarımı dersleri aldım. Üniversite boyunca bir çok özel projede ve işbirliklerinde çalıştım, uzun süre MUN ( Model Birleşmiş Milletler)’de yer aldım ardından okul bittikten sonra İstanbul merkezli bir kaç moda firmasında 5 sene kadar çalıştım. Küçüklüğümden beri kendi markamı kurmak istediğimi biliyordum ve sanırım bu süreç bana kesinlikle kurumsal bir ortamda hızlı moda yapan bir firmada çalışmak istemediğimi fark ettirdi.

Üniversiteden beri hep erkek giyimine ilgim vardı. Her zaman erkek arkadaşlarım için alışveriş yapar ve erkek kıyafetleri giyerdim. Maskülen silüetlerin çocuksu atletik ve rahat şekillendirilmesi hep ilgimi çekmiştir. Büyürken ABD – TÜRKİYE arasında büyümek, genç yaşta farklı kültürlerle tanışmak, coğrafi konum ne olursa olsun modanın önemini anlamamı sağladı. Kıyafetleri izleyen insanları her zaman sevmişimdir ve bunu bugün bile saatlerce yapabilirim. Birinin nasıl giyindiğini gözlemlemek, onun kim olduğu veya içsel olarak nasıl hissettiği hakkında bir kitap okumak gibidir. Sokak stilinin psikolojik yönünü ve kendimi ifade etmeyi seviyorum.

Son yıllara dek hakim olan hatta şu anda da “sessiz lüks”, ‘old money’ gibi başlıklar altında devam eden, bazı renklere ve kalıplara sıkışmış bir estetik anlayışı var. Ha Hause’u bu kalıpların dışına çıkan bir marka olarak görüyorum ve “mizah anlayışı olan insanlar için” ifadesinin markanın DNA’sını en iyi anlatan tanımlardan biri olduğunu diye düşünüyorum.

Sen yaratıcı sürecini ve ilham kaynaklarını nasıl tanımlarsın?

Moda benim için her zaman trendleri benimsemenin bir yolu olmaktan çok kendini ifade etme şekli oldu, bir outlet ya da kaçış da olabilir. Her gün kendini giydirmek bence sanatın en gündelik formlarından bir tanesi. İnsanların kendini bir şekilde ifade edebilmesi çok çekici bir şey. Bu yüzden her hangi bir kalıba giren ya da bir şeyin parçası olmaya çalışma çabası gösteren kıyafetlere çok ilgi duymuyorum.

Yaratım sürecimin en temel kaynağı ‘’kaçış’’ diyebilirim. Renkleri, soyut ve kavramsal baskıları kullanıyorum. Renk teorisi ve renklerin hangi paletlere ait oldukları ya da nerede konumlandıklarına bağlı olarak yarattıkları duygusal tepkimeler çok ilgimi çeken bir şey. Belirli renk etkileşimlerinin deneyimsel olarak nasıl “yanlış” veya “doğru” hissettirebileceğini seviyorum ve bu çizgiye ayak uyduran kombinasyonlarla oynamaya çalışıyorum. Büyü, periler, kelebekler, çiçekler, kurbağalar ve böceklerle ilgili çocukluk fantezileri beni cezbediyor. Bana gençliğimde bu motiflere olan takıntımı hatırlatıyorlar. Çimenlerde oturup çiçek toplayarak saatlerce eğlenebilirim ve şimdi işimin o anıyı uyandırmasını istiyorum. Yetişkinlikten çocukluğa geri seyahat ederek keşfedebileceğimiz çok şey olabilir.

Sence bir markanın etik ve sürdürülebilir olması ne demek? Greenwashing’e maruz kalmamak için neleri incelememiz gerekir?

Sürdürülebilir moda doğuştan deneysel, radikal ve politik bir kavram. Seri üretim yapan tüm markalar için bir tehdit. Sürdürülebilir yöntemler, yalnızca ne kadar dikkatli araştırıldıkları ve insan vücudu için daha iyi oldukları için değil, aynı zamanda Dünya için çok daha iyi oldukları için geleceğin yolu. Bana göre, kendimizi giydirmek için Dünya’nın doğal bitkilerini kullanmak manevi bir eylemdir. Bunu yapmak, insanlar olarak fiziksel doğallığımıza karşılık gelir. Her markanın sürdürülebilirlik konusunda farklı bir yaklaşımı vardır ve bu çok katmanlı bir konu. Maalesef ”boş” yeşil iddialar sadece piyasayı mahvetmekle kalmıyor aynı zamanda etkili çevresel doğruları da geçersiz kılıyor.

Bir moda markasının tamamen sürdürülebilir olduğunu iddia etmesi maalesef fazla ütopik. Moda dünyası, müşterinin gönlünü her daim hoş tutup beklentilerini beslemeye odaklı işleyen bir sistem. Yavaş moda yalnızca hızla ilgili değildir. Yavaşlık kavramının da arkasında romantize edilmiş düşünceli ve bilinçli bir öznellik fikri yatmaktadır. Yani yılda 12 tane koleksiyon çıkaran hızlı moda markalarından bu kavramların altını doldurmasını beklemek imkansız. Yanlış iddialarla birbirimizin duygularıyla oynamayı bırakıp daha basit doğrulara odaklanmalıyız. Açıkçası tüketicinin doğru seçimi yapabilmesinin tek yolu gerçekten sürdürülebilirlik ile haşır neşir olup konuyu anlaması.

Tasarımcı ve marka sahibi gözüyle moda dünyasındaki kapsayıcılık sorunuyla ilgili ne düşünüyorsun?

Tek başına yavaş moda, sürdürülebilir moda için bir cevap gibi gözükmüyor. Gezegene, evrene ve insana bakışın değişmediği bir durumda yeni kavramlar üretmek sadece modanın devamlılığına hizmet etmektir. Bununla birlikte bu konuda farkındalığın artması estetik ölçütlerin dışında birçok değişkenin de tasarımcılar açısından göz önünde bulundurulması zorunlu hale getirilmelidir. Kapsayıcılık da sürdürülebilirliğin bir parçası. Sosyal medyanın süper güçlerinin kültürel ve siyasal şartları yıkmasıyla birlikte artık moda dünyasının da göz ardı edemeyeceği bir hal aldı diyebiliriz. Farkındalığın yükselmesine mutluyum.

Ha Hause için bolca pop-up etkinlik yapıldığını görüyoruz. Artık pek çok marka da internette var olmanın yanı sıra böyle buluşmalar yapmayı tercih ediyor.

Sabit bir mağazaya sahip olmak geçmişteki kadar kritik bir ihtiyaç değil diyebilir miyiz?

Kesinlikle. Aslında insanların, banner reklamına para vermesindense bir mağaza deneyimi yaşayıp bir ürün satın almaları çok daha olası ve doğru ilk izlenimi verebilen markalar için çok daha avantajlı fakat artık git gide daha da dijitalleşen bir dünyanın içinde yaşadığımızı kabul etmek zorundayız. Doğru dijital markalaşma ve bizim yaptığımız gibi sık sık pop-up eventleri ile durumu değiştirebiliyoruz. Pop-up’lar gerçekten çok keyifli. Hem müşteri ile birebir diyalogda olmak yani gerçek hayat ilişkileri kurmak hem de anda olmak çok önemli. Ben her gittiğimiz yerde küçük çaplı konseptler yaratıp müşteri deneyimini zenginleştirmeye çalışıyorum ve şu ana kadar şahane geri dönüş aldım.

Kapak Fotoğrafı: Ha Hause

İlginizi çekebilir: Gizem Kalaç’tan Bünyamin Aydın ile: Les Benjamins ve Moda Dinamiklerine Dair