Türkiye’nin 1960-80 arasındaki sallantılı döneminin politik, toplumsal ve ekonomik şartları altında ve Yeşilçam’ın bu şartlar altında gelişen yaratıcılığı kısıtlayan ödünsüz kuralları; kendine özgü yapısının oluşturduğu ekonomi-politiği içinde kendi sinemasını ve kişisel sanat anlayışını cesaretle savunan ve uygulayan bir aykırı isimdir Erksan. Bu anlamda da Türk sinema tarihinde eşi benzeri yoktur. Aktif olduğu dönemde büyük tartışmaların odağı olmuştur ve hiçbir yönetmen onun kadar sanatına cesaretle sahip çıkmak zorunda bırakılmamıştır Türk Sineması tarihi boyunca. Film çekmeyi bıraktıktan sonra da filmleri, sinema ve sanat anlayışı sınırlı bir akademisyen ve sinema meraklısı tarafından daha çok akademik düzeyde ilgi görmeye ve tartışılmaya devam etmiştir ama hiçbir zaman hakettiği ilgiyi görmemiştir. Benim için Metin Erksan, Ömer Kavur ve Nuri Bilge Ceylan ile birlikte Türk Sineması’nın en büyük üç auteur’ünden biridir.

Metin Erksan | Fotoğraf: Simurg

Ölümünün 10. Yılında Metin Erksan hala hakettiğinin çok uzağında olsa da sanat ve kültür yaşamının gündeminde. MUBİ’nin restorasyon projesi sonucunda yönetmenin en kült filmleri arasında yer alan ve onunla en çok özdeşleşen Sevmek Zamanı yeniden, online bir platformda kısıtlı da olsa seyirciyle buluşuyor. Yazıma bu yeniden gösterimin öneminin altını çizerek ve ona olan ilgiye önemli bir katkıda bulunmasını temenni ederek başlamak istiyorum.

Metin Erksan Kimdir?

Sanat, sanat felsefesi ve sinema teorisi üzerine düşünen ve yazan bir entelektüel; bu düşüncelerini sanatına uyarlamaya çalışan muhalif, aykırı ve yenilikçi sanatçı ve Türk Sinema Tarihin’indeki ilk ve belki de en önemli auetur…“Metin Erksan’ı tek bir cümle ile böyle tanımlarım. Türkiye’nin 1960-80 arasındaki sallantılı döneminin politik, toplumsal ve ekonomik şartları altında ve Yeşilçam’ın bu şartlar altında gelişen yaratıcılığı kısıtlayan ödünsüz kuralları; kendine özgü yapısının oluşturduğu ekonomi-politiği içinde kendi sinemasını ve kişisel sanat anlayışını cesaretle savunan ve uygulayan bir aykırı isimdir Erksan. Bu anlamda da Türk sinema tarihinde eşi benzeri yoktur.

Aktif olduğu dönemde büyük tartışmaların odağı olmuştur ve hiçbir yönetmen onun kadar sanatına cesaretle sahip çıkmak zorunda bırakılmamıştır Türk Sineması tarihi boyunca. Film çekmeyi bıraktıktan sonra da filmleri, sinema ve sanat anlayışı sınırlı bir akademisyen ve sinema meraklısı tarafından daha çok akademik düzeyde ilgi görmeye ve tartışılmaya devam etmiştir ama hiçbir zaman hakettiği ilgiyi görmemiştir. Benim için Metin Erksan, Ömer Kavur ve Nuri Bilge Ceylan ile birlikte Türk Sineması’nın en büyük üç auteur’ünden biridir. Bu listeye elbette Yeşilçam döneminden Ömer Lütfü Akad, Yeni Türk Sineması’nın en önemli isimlerinden Zeki Demirkubuz ve  genç kuşaktan Emin Alper gibi çok sevdiğim önemli yönetmenler de eklenebilir ama Türk Sineması’nda  auetur denilince akla gelecek ilk isim Erksandır. Türk sineması ile kurduğum kişisel ilişkide Ömer Kavur ile Erksan’ın çok ayrı bir yeri vardır.

Metin Erksan ile tanışmam ilk kez bir filmini, Suçlular Aramızda, ortaokul yıllarında, TRT2’de seyretmemle gerçekleşti ama onun sineması ile yakınlaşmam görece geç bir döneme, 2000li yılların başına rastlar. ‘Batılı olmayan toplumlarda modernitenin ve modernleşmenin bir sonucu olan ulusallaşmanın sinema ve edebiyatta nasıl bir anlatı ve söylem haline geldiğini’ incelemeye çalıştığım yüksek lisans çalışmalarım sırasında tezimde kullanmak üzere sinema alanında Metin Erksan’ı ve Halit Refiğ’i, onların Sevmek Zamanı ve Gurbet Kuşları filmlerini seçmiştim. Erksan, Refiğ ile birlikte Türkiye’de ulusal bir sinema dili oluşturma çabalarının ‘sağcı’ olmayan kanadının en önemli temsilcilerinden biri olarak kabul ediliyordu.

Özellikle en tartışmalı yapıtlardan olan ve hatta onunla en çok özdeşleşen yapıtı olarak da kabul edebileceğimiz Sevmek Zamanı’nda üslup açısından minyatür sanatının perspektifsiz yaklaşımını; içeriksel olarak da bedensel değil ruhani, bedene değil surete yönelen, bu anlamda da batının materyal aşk anlayışından farklı olan bir aşk anlayışını ön plana çıkarması onun sinemada ulusal dil oluşumuna katkısı olarak değerlendirilir. Bu değerlendirmede çok ciddi bir doğruluk payı vardır. Onun ilk eserinin Karanlık Dünya (1953) ki Türk Sansür tarihinin de en saçma sansür davalarından biridir, büyük halk ozanı Aşık Veysel’in hayatını anlatan bir belgesel olması aslında bu arayışın ilk işaretleridir.

Öte yandan Metin Erksan, örneğin ulusal sinema deyince akla gelen diğer isimler, Halit Refiğ ve Yücel Çakmaklı’dan farklı olarak organik bir entelektüel ve sinemacı değildir. Nitekim tüm yazı ve röportajlarında açık açık ifade ettiği gibi “o kendisi için film çekmektedir”; tüm derdi sinemadır ve sanattır. Nitekim “ben müstakil bir sinemacıyım. Kendim için film çekerim” demiştir. Bunlar aşırı politize 60’lar ve 70’ler Türkiyesi’nde bir sanatçı için tehlikeli sözlerdir. Keza o yıllarda bir davaya ve bir siyasi akıma dahil değilseniz sahipsiz kalma olasılığınız yüksekti; taraf olmayan bertaraf olur misali okunmazdınız, seyredilmezdiniz. Yaptıklarınız her kamp tarafından ayrı bir bir boyutta eleştirilirdi. Ya küçük burjuva sanatı yapardınız ya da “komonist” olurdunuz; her cenah size farklı şekilde saldırırdı.

Erksan işte bu ortamda ortaya koyduğu tavır ile Türk Sineması’nın en bireysel ve muhalif ve yalnız yönetmeni olmuştur. Büyük başyapıtları arasında yer alan Susuz Yaz ve Sevmek Zamanı filmleri için yapımcı ve dağıtımcı bulamamıştır. Filmleri kendi imkanları ile çekmiştir. Bugün bir efsane haline gelen Sevmek Zamanı hiçbir zaman bir dağıtımcı bulamaz, sinemalarda gösterilemez. Türk Sineması üzerine politik ve toplumsal bir bağlamda çok değerli çalışmalar yapmış ve Metin Erksan üzerine ilk kapsamlı akademik çalışmalara imza atmış olan Prof. Dr. Kurtuluş Kayalı onu “bir yalnız adam” olarak tanımlar. İlk sinema yapıtı olan Karanlık Dünya belgeselinin Türk Sineması’nın sansür tarafından tamamen yasaklanan ilk film olması Erksan’ın yalnızlığının bir göstergesi değil midir? Sansür kurulu filmi yasaklama nedeni olarak “Türk köylüsünün gerçekliğini olduğundan daha kötü olarak gösterilmesi” olarak açıklamıştır. ‘Aşık Veysel’in çiçek hastalığı yüzünden görme yetisini kaybetmesi, köylülerin kıyafetlerinin eski ve kötü olması ve en trajikomiği, başakların sağlıksız ve kısa olarak gösterilmesi sansürün nedenleri olarak gösterilir. Her ne kadar bir Amerikan filminden başak ve tarla sahneleri belgesele eklenmiş olsa da film ancak bir yıl sonra yeniden yapılarak gösterime girebilmiştir.

Erksan’ın kendine özgür bir yönetmen oluşunun izleri sinematografisindeki en klişe en Yeşilçam geleceğine dayanan filmleri arasında yer alan 1969 tarihli Reyhan’da hissedilebilir. Kartal Tibet ve Filiz Akın’ın başrollerinde oynadığı filmindeki şu diyalog bile ilgi çekicidir: “Senin gibiler şoförlerle evlenmezler, zengin koca bulup şoförleri ile sevişirler”

Kültür ve sanatın politik ve toplumsal bağlamı üzerine çalışmaları ile de tanınan Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman, Metin Erksan hakkında şöyle yazar: “Erksan, dışarıda yaşayan bir sinemacı olsaydı yapıtları hakkında, hele sundukları müthiş sosyal ve psikanalitik zenginlikten dolayı kim bilir ne yazılar ne kitaplar yazılırdı. Oysa şimdi birkaç tanesi hariç filmlerine bile ulaşamıyoruz izlemek için…”. Nitekim bu yazı ve Erksan sinemasını yeniden hatırlamak için filmlerini seyretmek istediğimde kötü versiyonlarını Youtube’dan seyretmek zorunda kaldım. Türk Sineması’nın ilk büyük uluslararası başarısı olan Susuz Yaz’ın MUBI’de düzgün, yenilenmiş bir versiyonuna ise Martin Scorsese’nin ve uluslararası sinemanın unutulmaya yüz tutmuş başyapıtları da dahil olmak üzere klasik filmlerin korunmasını ve restore edilerek yeniden sinema meraklıları ile buluşturulmasını amaçlayan sinema vakfı The Film Foundation sayesinde ulaşabiliyoruz. Martin Scorsese dünya sinemasının tarihinde önemli bir yer tuttuğunu düşündüğü Susuz Yaz hakkında şöyle diyor:

youtube play youtube play

Bu noktada MUBİ’nin Sevmek Zamanı projesi yönetmenin anısına büyük bir saygı duruşu olmasının yanında Türk Sinema tarihine önemli bir katkı olarak da ayrıca taktir görmelidir.

Yazının bu giriş kısmını yine Kahraman’ın 2008’de yazdığı yazıdan bir alıntı sözleri ile kapatayım ve asıl olana, yani filmlere geçeyim: “Şimdi yeni bir kuşak yetişiyor ve onların Metin Erksan sinemasına tutkun olduğunu biliyorum. Yakın bir dönemde filmlerinin yeniden ve çok yoğun bir biçimde izleneceğini, yeniden değerlendirileceğini söylemek kehanet değil. Bence siz hiç vakit kaybetmeden hemen başlayın bu çok ilginç sinemacının filmlerinden bulabildiklerinizi izlemeye.”

Neredeyse 15 yıl önce yazılan bu yazıda Kahraman’nın tahmini belirli oranda gerçekleşti ama hala Erksan’ın hakettiği ilgiliyi, kısıtlı bir çevre dışında gördüğünü söylemekten bence hala çok uzağız. Son filmini 1977’de çeken ve ve 83 yaşında 2012 yılında vefat eden bu büyük sanatçı tam 35 yıl tek bir film bile yapmamıştır. Bunun nedenleri üzerinde de ayrıca durmak, son filmi Sensiz Yaşamam’ın çekim sürecini incelemek bize Türk Sineması’nın 70lerin ortasından itibaren geçirdiği dönüşümün/çöküşün de ipuçlarını verecektir.

Seyredilmesi Gereken Beş Metin Erksan Filmi

Türk Sineması’nın gerçek anlamda ilk toplumsal gerçekçi filmi olan ve aynı zamanda Fransa Yeni Dalgası’nın ve ve Amerikan film-noir türünün etkileri de gösteren Gecelerin Ötesi (1960), Köy edebiyatının en bilinen örneklerinden biri olan Fakir Baykurt’un aynı adlı romanının uyarlaması ve sansür mağduru Yılanların Öcü (1962), Ayhan Işık ve Türkan Şoray’ın ön plana çıkan oyunculuklarıyla melodram türüne getirdiği farklı yorum ile Acı Hayat (1962), metinlerarası ve kültürelarası öğeleriyle postmodern bir homage/ bir adaptasyon olmanın ötesinde dikkate alınması gereken serbest bir uyarlama sayılabilecek Şeytan (1974) ve son filmi, ölmek üzere olan zengin bir kadının kendini öldürtmek için tuttuğu kiralık katile aşık olması hikayesi üzerinden yaşam, ölüm ve aşk gibi aşkın konular üzerine Erksan’ın görüşlerini yansıtan son filmi Sensiz Yaşayamam (1977) bu liste dışında görülmesinde yarar olabilecek Metin Erksan filmleridir.

Özel bir not da beş film ile listeyi sınırladığım için yer veremediğim Kuyu (1968) üzerine. Mülkiyet Üçlemesi’nin sonuncusu olan film tıpkı Susuz Yaz iki bakışta gibi bir köy filmi gibi gözükür ama onun çok ötesine geçerek kadın/erkek ilişkilerine ve erkeğin kadın üzerindeki mülkiyetine/hakimiyetine dair toplumsal ve psikanalitik bir bağlam içinde çok sert ve aykırı sözler söyleyen bir yapıt olarak dikkat çeker. Türk Sineması’nın en müthiş ve dramatik sahnelerinden birine sahne olan film sırf bu sarsıcı sondaki sahne için bile seyredilmelidir. Orhan Gencebay’ın çok başarılı, her biri ağıt niteliğinde bağlama soloları da filme Anadolu bozkırlarının nasırlaşmış hüznünü, ve karanlık atmosferini çok iyi yansıtır.

Susuz Yaz | 1964

“Toprak suyun kanıdır.” Böyle der köylülerden biri kendi arazisinden akan suyu diğer çiftçilerle paylaşmak istemeyen Osman’a.

Film, Necati Cumalı’nın Türk Edebiyatı’nın en önemli köy romanlarından biri olarak kabul edilen ama aynı zamanda çok boyutlu yapısıyla içinde değerlendirildiği türün çok ötesine geçen Susuz Yaz romanının aynı isimle sinema uyarlamasıdır. Roman ve film uzun bir dönem Anadolu köylüsünün en önemli sorunlarından biri olan su sorunu ele alır gibi gözükmekle birlikte arka planda Habil ile Kabil’in hikayesine dayanan kardeşler arası rekabet ve kıskançlık miti ile Cumalı’nın Türk Edebiyatı’na en büyük katkısı olan Anadolu cinselliği temasıyla zenginleşen derin bir metne dönüşür.

Susuz Yaz cinselliği yoğun ve farklı bir şekilde kullanımıyla o dönem Türk sineması için çok cüretkar bir yapımdır. Erksan, genç çift Hasan ile Bahar arasındaki tutkunun yoğunluğunu beyazperdeye o yıllar için oldukça cesur sayılacak bir şekilde aktarır ama filmin cinselliğe yaklaşımını asıl ilginç kılan Osman’ın Bahar’a duyduğu arzu ve bu arzunun fetişsel bir bağlamda farklı simgesel sahneler ile anlatılmasıdır. Bahar’ı yılan soktuğunda Osman’ın zehri onun bacağından emmesi, Osman’ın Bahar’ın karşısında ineğin memesinden süt içmesi gibi sahneler ikonik sinemasal anlardır. Hasan’ın Baharla evlenmesi sonrasında Hasan ve Osman’ın yanına taşınmasıyla birlikte Osman’ın Bahar’a karşı zamanla bir tür saplantıya dönüşen cinsel arzusunun zamanla nasıl kendinden taşan bir hale geldiğini müthiş bir gerilim ile beyazperdeye aktarılması da filmi bir başka boyuta taşır.   

Osman’ın köpeğinin vurulması gibi sarsıcı sahneler konunun ciddiyetinin ne oranda büyüyebileceğinin bir işaretidir. Nitekim sonrasında Osman köylülerden birini öldürür ve suçu genç olmasından dolayı Hasan’ın üstlenmesini ister. Bahar’a karşı arzusundan dolayı da Hasan’ı hapishanede adeta çürümeye bırakır. Beklenmedik bir af çıkmasıyla Hasan salıverilir ve film iki kardeşin hesaplaştığı bir intikam, tam bir Habil ile Kabil hikayesine dönüşür.

Kötülüğün kırsalda vücut bulduğu Osman karakterinde oyunculuğunun doruğunda bir Erol Taş ve ilk filmde tazeliğinin verdiği enerjiyi beyaz perdeye çok iyi yansıtan Bahar karakterinde Hülya Koçyiğit müthiş oyunculuklar sergiliyorlar. Özellikle Erol Taş’ın doğal yeteceğine hayran olmamak elde değil. Bazılarına abartılı gelecek stilize (özellikle onunla özdeşleşmiş kötücül  kahkahası) oyunculuğu filmi sürüklüyor.

Metin Erksan’ın ekspresyonizme göz kırpan yakın çekim siyah-beyaz görüntülerle ve gölge oyunlarıyla (özellikle filmin başında Hasan ve Bahar’ın sazlıklarda buluşma sahnesi müthiştir) örülü görsel anlatımı büyük bir ustalık taşır ve bize bir büyük auteur ile karşı karşıya olduğumuzu gösterir.

Tabii ki sansür bu film için de işlemiş, anlı şanlı vatansever sansürcüler filmin Türkiye’de  gösterimini yasaklamışlardır. Filmin yapımcısı ve başrol oyuncusu Ulvi Doğan (Hasan) filmi arabasının bagajında yurtdışına kaçırmış; bu yüzden de filmin ilk gösterimi Berlin Film Festivali’nde gerçekleşmiştir. Film, Festival’in en büyük ödülü olan Altın Ayı’yı kazanmış, böylelikle de Türk Sinemasının ilk büyük ödül kazanan filmi olarak da tarihe geçmiştir. Tabi dünya sinemasının en büyük birkaç ödülünden birini almasından sonra filme iade-i itibar yapılmaya çalışılmıştır belirli oranda ama film hiçbir zaman gerçek anlamda sinemada seyirci ile buluşamamıştır.

Suçlular Aramızda | 1964

Bir cumartesi gecesi TRT 2’de seyrettiğimde daha ortaokulaydım ve Türk Sineması’nın Ömer Kavur, Lütfü Akad gibi az sayıda yönetmen dışında ciddi derinlikle filmler çıkaracak kapasiteye sahip olmadığını düşünüyordum. Erksan’ın bu yapıtı benim Türk Sineması’na olan bakışımı kökten değiştiren filmler arasında ilk sıralarda yer alır. Karşımda Fransız Yeni Dalga’sını ile Hollywood sinemasının stüdyo geleceği içinde bile kendi sinemalarını yapmayı başarmış büyük yönetmenlerinin eserlerini anımsatan, dönemin yıldız oyuncularını müthiş bir yönetmenlikle kullanan, sınıfsal/toplumsal ve psikanalitik göndermelerle ve müthiş sinemasal anlarla örülmüş inanılmaz bir film-noir vardı.

Suçlular Aramızda, Metin Erksan’ın 1960 Askeri Darbesi sonrası değişen Türkiye’nin toplumsal koşullarını keskin gözlemlerle birlikte çok sağlam bir bireysel-psikolojik-psikanalitik bağlam içinde stilize-üslupçu bir sinematografik dil ile beyaz perdeye aktardığı 1960-1965 döneminin bir ürünüdür. Erksan’ın okuduğu bir gazete haberinden esinlenerek yazdığı senaryosuyla çektiği film benim ‘En sevdiğim 10 Türk Filmi’ listemde de yer alan bir başyapıttır.

Filmin çok orijinal olan konusuna gelirsek: Çok zengin bir armatör olan Halis Bey (Atıf Kaptan) işlerini oğlu Mümtaz’a (Ekrem Bora) bırakarak emekli olur. Emekli oluşunun onuruna düzenlenen yemekten sonra Halis Bey, oğlu ve gelini Demet (Belgin Doruk) evlerine döndüklerinde fark ederler ki Halis Bey’in düğün hediyesi olarak gelinine taktığı çok değerli gerdanlık çalınmıştır. Gerdanlığı çalanlar kısa sürede gerdanlığı aslında sahte olduğunu anlarlar ve sonrasında genel atmosferiyle bir polisiye/film-noir olan film müthiş bir tempoyla gelişir.

Aile önyargıyla öncelikle konakta çalışanları suçlarlar ki filmin bence tek aksayan tarafı burasıdır. Erksan sınıfsal farklılığı ve özellikle de Halis Bey ve oğlunun sınıfsal konumlarından kaynaklı zalimliğinin altını çizmek için senaryoya böyle bir boyut kalkmıştır. Bu biraz siyah/beyaz bir yaklaşım olsa da filmin genelini düşündüğümüzde affedilecek bir durumdur. Gerdanlığı kimin çaldığı ise kısa sürede ortaya çıkar. Gerdanlığın sahne olduğunu öğrenen soygunculardan Halil (Tamer Yiğit) şantajla aileden para koparmak ister. Babasının karısına düğün hediyesi olarak sahte bir gerdanlık taktığını öğrenen Mümtaz da aile onurunu kurtarmak amacıyla olayı gizlemeye çalışır ve sonrasında da olaylar dramatik bir şekilde gelişir.

Türü açısından film-noir olarak kabul edilebilecek Suçlular Aramızda, inceden melodrama göz kırpan; bu bağlamda da türler arası geçişken senaryo yapısıyla klasik bir Yeşilçam filmi olmanın ötesinde sofistike bir eserdir. Erksan filmde, bir burjuva ailesinin ustalıkla sakladığı ve ortaya çıkmaması için de her türlü kötülüğü yapabileceği kirli, acımasız ve dekadan yaşamını anlatırken sınıfsal bir eleştiri getirir ve filme toplumsal/politik boyut da katar. Öte yandan filmin sofistike ve derinlikli yapısı çok boyutlu bir okumaya açıktır; özellikle Mümtaz karakteri ile psikanalizin alanına da girer.

Erksan’ın dönemine göre cinselliği cesur kullanımı bu filmle birlikte sınırları zorlar. Özellikle Ektem Bora’nın sekreterinin bacakları arasından masada kuru kafa fırlattığı sahne gibi Türk sineması için sıra dışı bir fetiş-fantezi içerik filmi daha da ilgi çekici bir hale getirir.

Suçlular Aramızda
Suçlular Aramızda | Fotoğraf: Youtube

Filmin melodram boyutunu ise Belgin Doruk ve canlandırdığı karakter Demet oluşturur. Filmin tek olumlu karakteri olan Demet’in iyi ve masum olması ister istemez Erksan’ın dönemin Yeşilçam Sineması’na göz kırpmasının bir göstergesidir. Sanırım Belgin Doruk’u kötü göstermeye sadece Yeşilçam kuralları değil Erksan’ın yüreği de el vermedi.

Ektem Bora, Belgin Doruk, Tamer Yiğit, Erol Taş, Atıf Kaptan ve Leyla Bilir’den oluşan oyuncu kadrosunun performansı bize Erksan’ın aynı zamanda müthiş bir oyuncu yönetmeni de olduğunu ortaya koyar. O filmden sonra bence Erol Taş dışında hiçbir oyuncu bir daha bu filmdeki performanslarına ulaşamamışlardır. Ekrem Bora’nın en iyi rolü olarak kabul edilen Dikkat Kan Aranıyor’da bile Bora bu düzeye ulaşamamıştır kanaatimce. Erol Taş bir röportajında şöyle der: “Her şeyimi rejisörüm Metin Erksan’a borçluyum. Beni yetiştiren odur. Sinemayı iyi bilen Erksan oyuncularına da en iyi çalışma imkanını verir.” Türk filmlerinin bir diğer kötü adamı Hayati Hamzaoğlu da en iyi performanslarını onun filmlerinde, özellikle de Kuyu’da verir. Emel Sayın bile Erksan’ın çektiği Eyvah (1970) ve Feride (1971) filmlerinde farklı bir oyunculuk sergiler.

Son olarak filmin müzikleri…. Komple bir entelektüel olan Erksan filmleri için seçtiği müziklerle de dikkat edilmesi gereken bir yönetmendir. Müzik konusuna verdiği önemi Beş Türk Hikayesi’nde daha kapsamlı bir şekilde görürüz ama bu filmde de dönemin caz müziklerinden oluşan ‘soundtrack’ filmin ‘noir’ atmosferinin etkisini arttırır.

Sevmek Zamanı | 1965

Metin Erksan’ın en bilinen ve onunla en çok özdeşleşmiş ama aynı zamanda da hem sinematografik nedenlerden hem de dağıtım süreçlerinden dolayı en az seyredilmiş filmidir Sevmek Zamanı. Türk Sinemasında kült film ünvanına hakedecek bir avuç film içinde ilk sıralarda yer alır. Hatta biraz daha iddia bir şekilde, Alp Zeki Heper’in bir mite, bir efsaneye dönüşmüş kayıp filmi Soluk Gecenin Aşk Hikayeleri dışında Türk Sineması’nın en özgün filmi olduğu bile iddia edilebilir. Öte yandan, bu yazıyı okuyanlara şaşırtıcı gelebilir, benim en sevdiğim Erksan filmleri arasında yer almaz Sevmek Zamanı. Özellikle biçimsel ve içeriksel olarak Türk Sineması Tarihi’ndeki önemi yadsınamaz elbette.

Üslup ve görsel açıdan dönemin çok ötesinde yenilikçi ve o tarihe kadar yapılmış en kişisel bir sinema yapıtı olsa da benim için fazla organiktir; üslubunu ve içeriğinin mesajını çok doğrudan seyirciye aktarır. Filmi yüksek lisans tezimi yazarken sahne sahne analiz ettiğim ve üzerinde saatler harcadığım için fazla maruz kaldığımdan da olabilir, filme karşı hep bir mesafe ile yaklaşırım. Öte yandan Metin Erksan hakkında bir söz söylüyorsanız Sevmek Zamanı’na değinmeden o söz eksik kalır. Nitekim bu yazıyı da Sevmek Zamanı’nın yeniden gösterime girmesi üzerine yazmam da filmin önemini aslında ortaya koymaktadır. Saf seyir zevki bir yana sinematografik ve tarihi değeri için bu filmi mutlaka görmenizi öneririm.

Beş Türk Hikayesi | 1975

Metin Erksan | Fotoğraf: Öteki Sinema

İşte Metin Erksan’ın kariyerinin son ve en önemli dönemi… Kamuoyunda ciddi tartışmalara, politik ve sanatsal alanda büyük ses getiren polemiklere konu olan ve Erksan’ın nasıl farklı ve ayrıksı, yaşadığı toplumun ve döneminin çok ötesinde bir sanat ve düşünce adamı olduğunun kanıtı olan beş orta uzunlukta film… Bu tartışmalar aynı zamanda 70ler Türkiyesi’nin, özellikle sanat ortamının nasıl politize olduğunun, nasıl bir politik sığlık içinde yüzdüğünün; deneysel ve modern sanattan anlamayan organik aydınlardan, psedio-entelektüellerden ve tezli sanat yapıtlarından geçilmeyen bir sanat ortamı yarattığının da bir kanıtıdır. Bu tartışmaları okuyanlar göreceklerdir ki Türk sinemasına ve sanatına yön veren duayen(!) isimler nasıl bir öngörüden ve vizyondan yoksunlar ve aslıdan nasıl gerçek sanattan anlamıyorlar. Erksan bu yapıtlarıyla romanda, şiirde ve plastik sanatlarda az da olsa örneği görülen zamanın çok ötesine uzanabilen sanatçılar ve eserlerinin yanında sinema sanatını tek başına temsil etmiştir.

Erksan’ın eserlerine geçmeden önce bu filmlerin çekilmesine olanak veren İsmail Cem dönemi TRT’sinden kısaca bahsetmek gerekir. Cem, 1974-1975 arası CHP-MSP Koalisyon hükümeti döneminde TRT Genel Müdürlüğü’ne getirilir. O dönemde 34 yaşında, ülkenin kültür-sanat dünyasına etki yapan çok köklü ve önemli ailelerden birinden İpekçi ailesinden gelen Cem Türkiye’de televizyon ve radyo yayıncılığı ile ilgili büyük yenilikler getirir. Bugün bile bir efsane, bazıları tarafından güzel bir rüya olarak tanımlanan bu dönemin detaylarını bizzat Cem’in kaleminden ‘TRT’de 500 Gün’ kitabında okuyabilirsiniz.

Cem döneminin bugün bile hala anılmasının nedenlerinden biri de onun döneminde Türk Edebiyatı’nın önemli yapıtlarının Türk Sineması’nın en önemli yönetmenleri tarafından televizyona yapılan uyarlamalardır. BBC’nin İngiliz edebiyatının önemli yapıtlarını televizyona uyarlamalarının başarısını gören Cem benzer bir projeyi TRT ile hayata geçirmeyi planlar ve Halit Refiğ, Ömer Lütfi Akad ve Metin Erksan’ı bu proje için davet eder. Halit Refiğ yıllar sonra yeniden uyarlanması ile de gündeme gelen Halit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu romanını bir dizi olarak uyarlar. Ömer Lütfi Akad ise Ömer Seyfettin Hikayeleri’ni dizi olarak çeker. Metin Erksan farklılığını orada da gösterir ve Çağdaş Türk Edebiyatı’nın 6 örneğini seçer. Sonra bu sayı 5’e inecektir. Erksan bu proje hakkında şöyle der: “Film çekmemiz istendiği zaman 3 kişiydik. Diğer meslektaşlarımın seçimlerine bakarak ben 6 tane hikâye seçmeyi istedim önce… Sonradan bu 5’e indi. Adı “5 Hikâye” oldu. Eğer tanımlamak gerekirse, yani, çağdaş veya neyse, yakın tarihin Türk hikâyesi üzerinden bir toplama yaptık.”

Erksan, her bir hikayeyi uyarlarken genel olarak konuya sadık kalmış kendi sinema anlayışına uygun olarak farklı öğeler ile zenginleştirmiş ama her biri filmde görkemli  ve deneysel bir sinematografik anlatımı yakalamak adına kendi damgasını vurmaktan çekinmemiştir. Bu hikayeler aynı zamanda Erksan’ın bir okur olarak entelektüel kimliğini ve özgünlüğünü ortaya koyması da açısından önemlidir. Türk Edebiyatı’nın o döneme kadar keşfedilmemiş, popüler olmayan ama dönemlerinin çok ötesinde bir üslup ve içeriğe sahip yapıtlarını bulup çıkarmıştır. Tanpınar’ı ön plana çıkaran ilk entelektüellerden biridir. Örneğin ben Samet Ağaoğlu’nu Erksan sayesinde keşfettim. Şimdi tek tek bu hikayelere, sinematografik niteliklerine ve kamuoyunda yarattıkları etkiye bakalım

Müthiş Bir Tren (Sait Faik Abasıyanık)

youtube play youtube play

İşte tartışmaların, toplumsal infialin, cehaletin, yeniye olan düşmanlığın nasıl topluma ve kültür-sanat dünyasının hücrelerine sindiğini ortaya çıkan film… 21 Aralık 1975 akşamı Metin Erksan TRT’ye çıkar; TRT için çektiği Beş Türk Hikayesi hakkında konuşur. Sonrasında Müthiş Bir Tren gösterilir ve tam tabirle kızılca kıyamet kopar. İnsanlar TRT’yi ararlar, izleyen günlerde gazetelerde ve dergilerde sert polemikler yayınlanır.

Film ile ilgili en önemli konu elbette o zamana kadar sinemada ve sonra da televizyonda alışılagelen tür kalıplarının içinde klişelerle kotarılan filmlere ve dizilere alışan seyircinin çok farklı bir sinema ile karşı karşıya kalmasıydı. Filmin sıradan seyirciye ağır gelmesi son derece anlaşılabilir ama öte yandan konunun dönemin ruhuna uygun olarak politize hale gelmesi; entelektüeller ve sanat/sinema alanında faaliyet gösterenlerin sert polemiklere girmesi, tabiri caizse Erksan’a ateş kusması yönetmenin daha önce hiçbir sinemacının dile getirmediği, getiremediği ve elbette de getiremeyeceği bir şeyi dile getirmesiyle başlar: Filmlerin yayınlanmasından hemen önce yaptığı bir röportajda Erksan “kendi için film yaptığını” söyler. Bu sözü üzerine bir de Müthiş bir Tren gösterilince Erksan bir anda büyük bir linç kampanyasının parçası olur. Erksan nasıl olur da kendi için film yapardı? Milletin parasıyla kendini tatmin için film yapılır mıydı? Filmler ve sanat toplum için yapılmalıydı. Kimdi bu Metin Erksan; ne haddineydi kendi için sanat yapmak… Sanat hizmet için vardı, ideolojilere hizmet için, dogmatik düşüncelerin kuru temizlemesini yapmak için…

Filmin gösterilmesiyle beraber aşırı politize kültür-sanat-ortamında sağ kesim onu komünistlikle sol kesim ise sağcılıkla suçlar. Aziz Nesin’in başkanı olduğu Türk Yazarlar Sendikası, Erksan’ın sanat yapmasının engellenmesini ister. Filmin Kızıltoprak İstasyonu’nda geçmesinin, kahramanın çocuğunun kızıl hastalığından ölmesi, filmde sakallı bir kişinin Lenin’e benzemesinin (ki çok zorlama bir benzetmedir) bir komünist propaganda olduğunu yazanlar bile olmuştur ki o günlerin Türkiyesi için maalesef doğaldır bu yorumlar.

Filme gelirsek; Müthiş Bir Tren, diğer dört hikayeden konu, muhteva açısından farklıdır. Diğer hikayeler, Erksan sinemasının ana izlekleri arasında yer alan saplantı, aşırı tutku, kara sevda/marazi aşk, yabancılaşma gibi kavramlara dayanan, bireysel durumlara odaklanan yapıtlarken bu hikaye belirli toplumsal bir içeriğe de sahiptir. Özellikle bireyin ve toplumun vicdanıyla ve geçmişiyle yüzleşmesini esas alan Sait Faik hikayesini Erksan gerçeküstü/soyut bir dille aktarır beyaz cama. Erksan’ın Sait Faik’in bu seçimi de ona uygulanan bir lincin parçası olmuştur. Kimleri bu hikayenin Sait Faik’in orijinal değil çevirip yeniden uyarlandığı bir eser olduğunu söylemiştir. Kimileri için de alışılmadık Sait Faik hikayesini seçmek yazarın gerçek ruhuna bir ihanettir. Erksan bu eleştirilere ise şöyle bir cevap verir: “Sait Faik, özellikle Burgaz Adası, Balıkçı Barba, Mey­haneci Lambo, martı, kayık vb gibi şeylerle tanınır. Benim için Sait Faik bunların yazarı değildir. O insan dramını büyük acılar çekip bizzat yaşayarak, bilimsel olmasa bile, gerçek sanatçılara özgü sezişiyle görüp değerlendiren bir kişidir. Sait Faik’in 1948’de Hürriyet gazetesinde ya­yınlanan ‘Müthiş Bir Tren’ öyküsü, beni bu özelliğinden dolayı etkiledi.”

Müthiş bir Tren ile ilgili yapılan tartışmalar içinde belki de tek doğru olan şey hikayenin gerçekten de orijinal bir Sait Faik hikayesi olmamasıdır. Yazar, hikayeyi çevirir, isimleri ve yerleri yerelleştirir ve ‘yazar’ olarak değil ‘yayınlayan’ olarak imzalar. Yine de konu üzerindeki bu tartışma ve konunun aydınlanması Erksan’ın filminin TRT’de gösterilmesiyle gerçekleşir.

Sazlık (Kenan Hulusi Koray)

youtube play youtube play

Türk Edebiyatı’nda Yedi Meşaleciler olarak anılan edebi topluluğun tek hikaye-düz yazı yazarı olan Kenan Hulusi ilk dönem hikayelerindeki şiirsel, üslupçu, hayali ve fantastik tarz ile Türk Hikayeciliğinde Sait Faik ve Ahmet Hamdi’ye giden yolun öncülerinden biri olmuştur ama sonrasında özellikle de gazetecilik mesleğinin ağır basmasıyla toplumsal gerçekçi bir yola sapmış ve o yolda çalışmalarına devam ederken çok genç bir yaşta, 37 yaşında askerliği sırasında tifüsten vefat etmiştir. Sazlık, kısa bir hikaye olmasına karşın belki de yazarın en başarılı en etkileyici ve özgün yapıtıdır ve bu anlamda da Türk Edebiyatı’nda öncü bir yazının da ilk örnekleri arasındadır. Sazlık’ta Koray, marazi, saplantılı bir karakter olan Ali Reis’in kaybettiği aşkının hayalini, İpekli Mendil Blog’unda tanımlandığı gibi ‘kadınım dediği esaretini’ aramasının ve bu arayış sürecinde çıldırışının hikayesini anlatır. Erksan yine çok ince eleyip sık dokumuş ve kendi sanatı ve temel izlekleri arasında en dikkat çekici olan ‘marazi aşk’ ve ‘saplantının deliliğe sürüklediği karakter’ ile örtüşen Türk Edebiyatı’nın bir başka az bilinen küçük mücevherinden birini bulup sinemaya uyarlamıştır.

Sazlık, durgun suları, kayığın sazların arasında giderken çıkardığı tekdüze, huzurlu ama sonradan bir tür hipnoz etkisi yaratan ses ile Erksan’a filmde gotik bir atmosfer yaratabileceği bir görsellik ve içerik sağlar.   Uzun planlar ile sazlık adeta ana karakter Ali Reis’in içinde kaybolduğu bir sonsuzluk halini alır. Erksan’ın Türk Klasik Müziği’nin önemli isimleri arasında yer alan Ulvi Cemal Erkin ve Ekrem Zeki Ün’ün bestelerinden yaptığı seçimler de filmin atmosferini güçlendirir. Bir de kısa rolüne karşın filme damgasını vuran Ali Reis’in yardımcısı Mustafa rolünde Yeşilçam’ın en iyi ‘kötü adamlarından’ İhsan Gedik ayrıca dikkat çekicidir.

Beş Hikaye içinde klasik Türk filmlerini andıran konusu ile seyirciyle en yakın ilişkiyi kurma şansına sahip ve bu anlamda da seyirci tarafından görece en çok sevilen bölüm olabilecek Sazlık yine de özellikle Ali Reis’in sazlık içindeki gözcü direğine çıkıp Hayriye’yi aradığı uzun ve geniş çekimler yüzünden eleştirilerden kurtulamamıştır.

Bir İntihar (Samet Ağaoğlu)

youtube play youtube play

Samet Ağaoğlu, Ahmet Ağaoğlu gibi 1920 ve 30’lar Türkiyesi’nin en önemli düşünce adamlarından ve ideologlarından birinin oğlu olmanın getirdiği ağırlıktan ama daha da çok siyaset ve devlet adamlığından dolayı edebi yeteneği doğrultusunda çok sayıda eser verememiş büyük bir hikayecidir. Özellikle Demokrat Parti Dönemi’nde uzun yıllar milletvekili ve bakan olarak görev yapmasından dolayı 1960 Askeri Darbesi sonrasında Yassıada Duruşmaları sonunda ömür hapse mahkum olmasına neden olan üst düzey politik kişiliği de okuyucu nezdinde bir yazar olarak itibar görmesini belirli oranda engellemiştir. Sonradan az da olsa keşfedilse bile hala hak ettiği ilgiye ulaşamamış bir yazardır. Bunda elbette yazarın içeriği ve üslubunun da etkisi vardır. Sayıları az ama derin ve çok boyutlu olan yapıtlarında karakterleri marazi, kuruntulu, ölüm, cinayet ve intihar gibi düşüncelerin etkisi altında sorunlu kişilerdir.

İlginç bir biçimde yaşamının önemli bir bölümünde milletvekilliği ve bakanlık yapmış olmasına karşın üslupçu, bireyci, karanlık ve karamsar bir yazar olan Ağaoğlu, insan ruhunun inceliklerine ve derinliklerine sızmayı başaran kalemiyle, bugünün okuyucusu için dili eski ama ilgi çekici bir edebi lezzet sunar. Erksan’ın Ağaoğlu seçimi elbette bir tesadüf değildir. Bir İntihar da Erksan sinemasının önemli izleklerinden biri olan marazi aşıkların hastalıklı bireylerini konu alan bir hikayedir: “Şimdi nasıl bir adam olduğumu anladın. karanlık düşüncelerim, olmayacak isteklerim ve sebepsiz kederlerimle senin de dengeni bozdum. fakat beni bırakıp kaçamıyorsun. ben de sensiz yapamam. ayrılmamız için bir tek çare var. beni öldür. ancak o zaman birbirimizden kurtulabiliriz. senin elinden ölmek hayatımın tek güzel şeyi olacaktır. “

Yine seyirci ve dönemin entelektüelleri nezdinde çok tepki çeken, büyük tartışmalara neden olan bir yapıt olmuştur Bir İntihar. Sazlık ile bir nebze durulan ortam Bir İntihar ile yeniden ateşlenmiş, amiyane tabirle film kopmuştur. Erksan sadece üslup açısından değil Ağaoğlu tercihi nedeniyle politik açıdan da kıyasıya eleştirilmiştir ki bu politik eleştiriler bir sonraki hikaye ve yazarı için de devam etmiştir.

Geçmiş Zaman Elbiseleri (Ahmet Hamdi Tanpınar)

youtube play youtube play

Erksan’nın bu uyarlamaları yaptığı yıllarda Tanpınar bugünkü konumundan çok uzaktadır. Politize bir sıkışmışlığın esiri olan dönemin kültür-sanat ortamında solcu kesim tarafından sağcı, gerici, Osmanlıcı, eski dil taraftarı vb. sıfatlarla tanımlanan; sağ tarafından onu anlayacak bir entelektüel kapasiteden yoksunluktan dolayı gerçek değeri anlaşılamayan Tanpınar seçimi hele de Ağaoğlu’ndan sonra Erksan’ın günümüz tabiriyle, büyük bir linç yemesi ile sonuçlanmıştır. Öte yandan Tanpınar’ın bir edebiyatçı olarak derinliğini ve büyüklüğünü ilk kez kamuoyuna sunan anlatan entelektüellerden biridir Erksan. Pek çoklarının 20 yıl sonra fark edebildiğini o daha 70’lerin ortalarında görmüştür.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 1943 tarihli Abdullah Efendi’nin Rüyaları başlıklı hikaye kitabında yer alan bir hikayesidir Geçmiş Zaman Elbiseleri. Hikayenin ana karakteri olan genç adam sevgilisi ile buluşacağı saati beklemektedir. Bir terslikle karşılaşıp buluşamayacakları endişesiyle buluşma saatine kadar evden çıkmak istemez fakat bir arkadaşı onu çıkıp eğlenmeye ikna eder. Saat gece yarısını epey geçtikten sonra Ahmet buluşma saatini kaçırdığını fark ederek bulunduğu yerden panikle çıkar ve sevgilisine ulaşmak için koşmaya başlar ancak yolda düşüp bilincini kaybeder. Gözlerini açtığında kendini büyük ve gösterişli bir evde bulur. O evde, eski zaman kıyafetleri giyen bir kız ve babası yaşamaktadır. Adam kıza aşık olur. İlginç olan ise kızın adama hasta babasından bahsederken hasta baba kızdan karısı olarak bahsetmesidir. Sabah uyandığında ne adamı ne de kızı bulur ama tüm bu karışıklığa rağmen yine de aşkının, kızın peşinden gider; her yerde onu arar ve bu karışıklığı ortadan kaldırmak ister.

Filmde Erksan, belki de sinematografisinin en deneysel yöntemlerini uygular. Tanpınar’ın gerçek ile rüyanın sınırının ortadan kaybolduğu hikayesinin sinemaya uyarlanmasındaki zorluk Erksan’ı sık sık kullandığı ekspresyonist yöntemi yoğun ve  seyirciyi zorlayan bir şekilde uygulamaya iter. Gölge oyunları, siyah-beyaz karşıtlığı filmde sık sık görülür. Gerçek – rüya – bilinçaltı  arasındaki sınırların kaybolmasından dolayı seyirci nezdinde zaman-mekan duygusunu ortadan kaldırmak için Erksan’ın yaptığı optik oyunlar, ‘zoom’lar filmi Türk sinemasının o döneme kadar görüp gördüğü en deneysel üsluba sahip film yapar.

Metin Erksan oyuncu seçimiyle de ilginç bir yöntem izlemiş; başrolde normalde türkücü olarak tanınan Ümit Tokcan’ı ve eşi Gül Erksan’ı oynatmıştır.  Onlara Türk Sineması’nın büyük oyuncularından Ahmet Mekin ve yardımcı oyuncu rollerinin önemli isimlerden Baki Tamer eşlik eder.

Müzik seçiminde gerçek-rüya arasındaki sınırların ortadan kaybolduğu bir atmosfer yaratmak için Türk Klasik Müziği’nin önde gelen bestecilerinden Necil Kazım Akses ve İlhan Usmanbaş’ın özellikle solo piyano için yapıtlarını tercih etmiştir. Filmin özellikle Bir İntihar sonrası şiddetlenen tepkilerden dolayı gösterimi ertelenmiş ve film gösterilememiştir.

Hanende Melek (Sabahattin Ali)

youtube play youtube play

“Hastalıklı gözlerini vapur dumanı bir gözlük örttüğü için yüzünün ancak pek az bir kısmı, sakalları uzamış çenesi görünüyordu. Ucundan yağmur suları süzülen harap bir şemsiyeyi koluna takmıştı. Korkak adımlarla, yıkılmamak için iskemle arkalarına tutunarak ilerledi, saza yakın bir yere geldi. Etrafta oturacak boş iskemle yoktu. Gözleriyle arandı. O civara yerleşmiş bulunan memurlar, bekar öğretmenler onun bakışlarıyla karşılaşıp kendisini masalarına çağırmaya mecbur olmamak için başlarını önlerine eğmişler veya derin lakırdılarına dalmışlardı.”

Sabahattin Ali’den bir marazi, saplantılı aşk hikayesi. Uzaktan Ali’nin aşkın birey üzerindeki gücünü, kara sevdanın nasıl bir hale dönüşebileceğini anlattığı çok etkileyici  bir son ile biten Değirmen hikayesini hatırlatır ama burada karşımızda o hikayedeki Çingene’den çok farklı bir karakter vardır. Erksan Ali’nin yazını içinde en aykırı yapıtlarından birini seçerek kendi sinemasının ana izleğine uygun şekilde televizyona uyarlar.

Tıpkı Geçmiş Zaman Elbiseleri gibi Hanende Melek de Erksan’a yönelik linç kampanyasından nasibini alır ve gösterilmez. Oysa beş hikaye içinde seyirci için en uygun olacak eser budur. Üslup açısından neredeyse hiçbir deneysel boyutu yoktur. Üstelik ahlakçı bir bakış açısıyla, ana kahramanın bir içkili mekanda şarkı söyleyen bir ‘bar kadını’ yerine evindeki (Hanesindeki) Melek’e yani karısına ve onu mekandan sarhoş haliyle toplayan kızına dönmesi gerektiğinin altını çizer. Seçil Heper tarafından canlandırılan şarkıcı Melek de filmin sonunda ‘melek gibi’ olan karakterini gösterir. Başka bir deyişle, film tipik bir Yeşilçam filmi gibi bir sonla, seyirciyi her anlamda tatmin edecek bir sona biter.

Kadın Hamlet – İntikam Meleği | 1977

youtube play youtube play

Cüretkar, stilize… Belki çok başarılı bir film değildir Kadın Hamlet ama yine Erksan’a yakışan aykırı ve öncü bir deneme olarak özel bir ilgiyi hak eder. Shakespeare oyunlarının modern zamana ve olaylara uyarlanması günümüzde artık çok  orijinal bir fikir değil. Bir restoranda geçen olaylardan Afrika kabillelerindeki güç savaşlarına, pek çok farklı bağlamda, mekan, toplum ve coğrafyaya özellikle Hamlet, Macbeth ve III. Richard gibi en popüler ve içerik açısından uygun Shakespeare oyunları uyarlanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Erksan ilk bakışta çok ayrıksı bir iş ortaya koymamış gibi gözükebilir ama filmin tarihin 1977 olduğu düşünülürse Erksan’ın yine sadece Türkiye değil dünya standartlarında bile öncü bir iş yaptığı anlaşılabilir, keza o yıllarda Shakespeare uyarlamaları bu kadar popüler değildir.

Erksan’ın filmini bir vodvil bir karikatür olarak da değerlendirmek mümkün kültürler-metinler arası bir post-modern yorum, bir kült olarak da. Ben açıkcası ikinci yoruma daha yakınım. Evet, daha iyi çekilebilirdi. Fatma Girik belki bazı sahnelerde stilize oyunu abartıyor. Reha Yurdakul ki hep babacan iyi yürekli karakterle tanınır, kötü adam amcaya çok uymamış olabilir. Bazıları böyle bir filmde Coşkun Göğen’i gördüklerinde şaşırmış da olabilirler ama tüm bunlar bir yana, bu denemeyi hele 1970lerin Türkiye’sinde ancak Metin Erksan cesaret yapabilirdi… Ve Metin Erksan farkı, cesaret ediyor.

Kapak Fotoğrafı: simurg.info

İlginizi çekebilir: İlginizi çekebilir Onur Kavalcı’dan Simultane Film Çevirisi